Tahkiki İmanı Kazanmak

Sevgili Kardeşlerim!

Bu gün Müslümanın en mühim işi imanını taklitten tahkike çevirmektir. Bu sebepte bu yazıyı çok mühim görüyorum. Yazımız:“Mevcud taklidî imanı kuvvetlendirip, tahkikî imanı elde etmek” mevzuunda olacaktır. Şimdii, taklidî iman nedir? Tahkikî iman nedir? Bu ma’naları iyi bilelim, istiyorum.

Küçüklüğümüzden bu güne kadar ana ve babamızdan, nine ve dedelerimizden görerek ve işiterek ezberleyerek öğrendiğimiz iman bilgilerine inanışa, taklidî iman denir.

Bu nâkıs iman kafayet etmiyor, insanın ahlakını çabuk düzeltmiyor, kurtarmaya yetmiyor. Mutlaka bu imanı, imani derslerle kuvvetlendirip tahkiki yapmalıyız.

İşte bu tahkikî iman, Allah’a (c.c.), kâinatın şehadetiyle hakikî iman etmektir. Şöyle ki, bütün kâinatın yegâne Rabbi, Allah olduğuna ve zerrelerden kürrelere ve yıldızlara kadar küçük büyük her şey O’nun elinde, mâlikiyetinde bulunduğuna ve herşeyin ve her işin O’nun kudret ve irâdesi ile olduğuna ve O’nun mülkünde O’nun hiçbir şeriki, ortağı olmadığına kalben iman etmek ve buna göre fiilen de amel etmektir ki, işte bu şekildeki iman, hakikî imandır. Şimdi bunun nasıl tecelli edeceğini anlatmaya çalışalım.

Allah’a hakikî iman etmek VAHDEHU kelimesine tam iman etmek demektir. Yâni VAHDEHU ma’nen der:

“Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temelluk edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünki Sultan-ı Kâinat birdir, herşey’in anahtarı onun yanında, her şey’in dizgini onun elindedir; herşey onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.”  20. Mektub’dan

Allah’a hakikî iman etmek, LEHÜL MÜLK kelimesine tam iman etmek demektir. Yâni, LEHÜL MÜLK ma’nen der:

“Mülk umumen onundur. Sen, hem onun mülküsün, hem memlûküsün, hem mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor: Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünki sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Kendi başına muhafaza edemezsin, belalardan sakınıp, levazımatını yerine getiremezsin. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azab çekme, mülk başkasınındır. O Mâlik, hem Kadîr’dir, hem Rahîm’dir; kudretine istinad et, rahmetini ittiham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safayı bul.” 20. Mektub’dan

Allah’a hakikî iman etmek, LÂ ŞERİKELEH kelimesine tam iman etmek demektir. Yâni, LÂ ŞERİKELEH, der ki:

“Nasıl ki uluhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; “Allah” bir olur, müteaddid olamaz. Öyle de; rububiyetinde ve icraatında ve icadatında dahi şeriki yoktur. Bazan olur ki; sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz.. fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mani olurlar. “Bize de müracaat et” derler. Fakat Ezel, Ebed Sultanı olan Cenab-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emr u iradesi, havl ü kuvveti olmazsa hiçbir şey, hiçbir şey’e müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes ona müracaat edebilir. Şeriki ve muini olmadığından, o müracaatçı adama “Yasaktır, onun huzuruna giremezsin” denilmez.” 20. Mektub’dan Bu izahattan da anlaşılıyor ki, hakikaten bu zaman imanı kurtarmak zamanıdır. Çünki, yukarıda ta’rif edilen ma’na ve ondan doğan ulvî hâle kaçımız mazharız? Demek ki, imanı kazanmak veya kaybetmek da’vası herkesin başına açılmıştır. Bu durumda sen de, ben de bu da’vayı kazanmak için ne gerekiyorsa öğrenip yapmalı değil miyiz?

Evet, Allah’a (c.c.) hakikî iman etmek, VE HÜVE A’LÂ KÜLLİ ŞEY’İN KADÎR kelimesine tam iman etmek demektir. Yâni, VE HÜVE A’LÂ KÜLLİ ŞEY’İN KADÎR der ki:

“O (C.C.) Vâhid’dir, Ehad’dir, her şey’e kadirdir. Hiçbir şey ona ağır gelmez. Bir baharı halketmek bir çiçek kadar ona kolaydır. Cennet’i halk etmek, bir bahar kadar ona rahattır. Her günde, her senede, her asırda, yeniden yeniye icad ettiği hadsiz masnuatı, nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla şehadet ederler. İşte şu kelime dahi şöyle müjde eder. Der ki: Ey insan! Yaptığın hizmet, ettiğin ubudiyet boşuboşuna gitmez. Bir dâr-ı mükâfat, bir mahall-i saadet senin için ihzar edilmiştir. Senin şu fâni dünyana bedel, bâki bir Cennet seni bekler. İbadet ettiğin ve tanıdığın Hâlık-ı Zülcelal’in va’dine iman ve itimad et. Ona va’dinde hulfetmek muhaldir. Kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. İşlerine, acz müdahale edemez. Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi, Cennet’i dahi senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana va’d etmiş. Ve va’dettiği için, elbette seni onun içine alacak.” 20. Mektub’dan

“Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı Hakk’ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtela olur. Evet şu perişan dünyada, âvâre nev’-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta; sahibsiz, hâmîsiz bir surette; âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder. İşte bu âvâre nev’-i beşer içinde, bu perişan fâni dünyada; insan, sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar bîçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur.” 20. Mektub’dan.

“İnsan, nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar; Cennet’e lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile, esfel-i sâfilîne düşer; Cehennem’e ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünki iman, insanı Sâni’-i Zülcelal’ine nisbet ediyor; iman, bir intisabdır.” 23. Söz’den

“İman nasılki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubat-ı Samedaniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor.” 23. Söz’den

“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. “Tevekkeltü alallah” der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennet’e uçabilir.” 23. Söz’den

“İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder”

  1. Söz’den

Buraya kadar yaptığımız izahlarla, hakikî imana sahib olabilmek için epeyce gayret sarfederek ve iman ilmini ayrıca tahsil ederek, imanda mertebe kat’etmek gerektiğini İnşâallah anlatabilmişizdir. Demek ki, bir insan yalnız dili ile ALLAH demekle, kalben tasdik etmeden Allah’a iman etmiş olamaz. Meselâ, bir insan inkâr etmez, lâkayd kalabilir. Amma, iman etmek bütün bütün başkadır. İşte bunu, bir nebze bu sohbette izaha çalıştık.

Evet, Allah’a iman, yâni iman-ı billah, Allah’ı tanımayı yâni, ma’rifetullahı gerektirir. Allah’ı tanıyınca O’na (c.c.) karşı sevgi uyanır ve ziyadeleşir yâni, ma’rifetullah, muhabbetullahı netice verir. İşte bu muhabbetullahta, lezzet-i ruhaniye bulunur. İşte her mü’mine verilen bu ruhanî lezzeti tatmaya bakalım. Bunun için de, yalnız ve yalnız Allah’ımızı sevelim. Sevmek için ise, Rabbimizi iyi tanımak lâzımdır. Rezzak O ise, sevilmez mi? Rahman O ise, sevilmez mi? Rahîm O ise, sevilmez mi? Kâdir O ise, Mâlik O ise, yâni esmâ-i hüsna O’nun isimleri ise ve esmânın hepsi de güzel ise sevilmez mi? Velhâsıl-ı kelâm, Allah’ımızı tanımalıyız ve sevmeliyiz ki, meşru’ ve kesilmeyen, zeval bulmayan bir lezzeti bu dünyada da tadalım, yâni saadet-i dâreyne vâsıl olalım, muhterem Kardeşlerim.

Bazı insanlar diyorlar ki: “Biz Allah’ı biliyoruz, namazımızı da kılıyoruz. İmanımız tamdır, Cennet’e gideriz.”

Hayır efendim, hiç de öyle garanti değil. Bu sizce yapılan iman ve amel, insanı Cennet’e sokmaya kâfi değildir. Çünkü, bir def’a Cennet ucuz değil! Cehennem de lüzumsuz değil! Hepimiz biliriz ki, bizler amellerimizle değil, imanımızla Cennet’e gireceğiz. Çünki, Cennet fazl-ı İlâhî iledir. Sonra en fitneli bir devir olan âhir zamanda yaşıyoruz. Maalesef çoğunu elimizle, rızamızla aldığımız, baktığımız seyrettiğimiz neşriyattan her duyduğumuz, her okuduğumuz, her gördüğümüz şey imanımızı rencide ediyor, zedeliyor ve tahrib ediyor. Bu sohbetin başında da dediğimiz gibi, böyle taklidî ve icmâlî bir iman bizi bu günah selinden kurtaramaz. Çünki, her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır. Mutlaka, taklîdden kurtulup tafsilî ve bürhanlı tahkikî imana yükselmeliyiz ki, bu mektubumda bahsettiğim hakikatlere göre iman edip amel edelim.

Tekrar ediyorum! Sadece Allah kelimesini bilmek ve söylemek yetmez! Çünki,

“O’na (c.c.) iman etmek: Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ders verdiği gibi, o Hâlık’ı sıfatları ile, isimleri ile umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” Emirdağ 1: 203’den

Yukarıda söylediklerimizi, şiddet-i ihtiyacımıza binâen bir daha tekrar edelim:

“İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder” “Evet hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.” “Evet her hakikî hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin (Yâni, korkaklığın) dahi menbaı, dalâlettir. (İmansızlıktır.)” Öyle ise “Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve feraizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.”

Böyle yapmalı değil miyiz, mübarek kardeşlerim?

Hakikî imanı elde etmek mevzuundaki şu kısa sohbetimize son verirken, şu sözlerimizi de ilâve etmek istiyorum: Ecdadımızdan bize miras kalan en kıymetli şey’in evvela iman olduğunu idrâk edip, her kıymetli şeyimizi muhafaza ettiğimiz gibi, muhafazasına ve hatta tekemmülüne çalışmalıyız. Çünki, iman yalnız bizi ebedi mes’ud

edecek bir Cennet’e sokmakla kalmaz, bu dünyamızı da zevkle, lezzetle, korkusuz ve emniyetle geçirmemizi, hangi hal üzere olursak olalım, bize te’min eder. Yani saadet-i dareyne isal eder. İşte imanımız böyle tehlikededir. Onu , kaybetmeyelim İnşâallah.”

Üstad Bediüzzaman Tarihçe-i Hayatta şöyle diyor:

“Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ânın tesis ettiği tevhid ve îman esası üzerinde işliyorum.. ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

“Bana, “Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmağa koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler! Dar “görüşler!” Tarihçe-i Hayat

Bediüzzaman Emirdağ Lahikası’nın muhtelif yerlerinde şöyle diyor:

“Hedefimiz, ölümün i’dam-ı ebedîsinden iman-ı tahkikî ile bîçareleri kurtarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmektir.

Risale-i Nur, sair ilimler ve kitablar gibi okunmamalı. Çünki ondaki iman-ı tahkikî ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.

Onun verdiği iman-ı tahkikî, keşfiyat, zevkler ve kerametlerin çok fevkinde olmasından, hakikî şakirdleri (talebeleri) öyle keramet gibi şeyleri aramıyorlar.

“Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı, bu dehşetli asırda acib inkılab ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur’anını, imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi?

“Hem iman-ı tahkikî ve taklidî ve icmalî ve tafsilî ve imanın bütün tehacümata ve vesveseler ve şübhelere karşı dayanıp sarsılmamasını beyan eden Risale-i Nur parçalarının izahatı, öyle bir cevabdır ki, bize (başka) hiçbir ihtiyaç bırakmıyor.

“İman, yalnız icmalî ve taklidî bir tasdike münhasır değil. Bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misalî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, imanın o derece kesretli hakikatları var ki, binbir esma-i İlahiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatlarıyla alâkadar çok hakikatları var ki: “Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler. Evet iman-ı taklidî, çabuk şübhelere mağlub olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratib var. O mertebelerden ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şübhelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman bir şübheye karşı bazan mağlub olur.

“Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün kâinatı bir Kur’an gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zâtlara şübehat orduları hücum da etse, bir halt edemez. Ve ülema-i İlm-i Kelâm’ın binler cild kitabları, akla ve mantığa istinaden te’lif edilip, yalnız o marifet-i imaniyenin bürhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatın yüzer kitabları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat Kur’anın mu’cizekâr cadde-i kübrası, gösterdiği hakaik-i imaniye ve marifet-i kudsiye; o ülema ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir. İşte Risale-i Nur bu câmi’ ve küllî ve yüksek marifet caddesini tefsir edip, bin seneden beri Kur’an aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem âlemleri hesabına tahribatçı küllî cereyanlara karşı Kur’an ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı vardır ki, o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp ehl-i imanın imanını muhafazasına Kur’an nuruyla vesile olsun.“ Emirdağ 1

Allahım bizi ihlas-ı etem ile yaşat ve iman-ı kamil ile hüsn-ü hatime ver Amin. Sümme Amin.

Abdülkadir Haktanır

www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: