Tek kitaplı olmanın dayanılmaz cazibesi ve sonuçları (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-16)

Risale-i Nur talebelerinin tamamı değilse bile önemli bir kısmı arasında hâlâ tartışılmakta, hattâ tartışılamamakta olan bir konu var ki, insan bunu telâffuz etmekten hicap duyuyor:

“Risalelerden başka kitap okumak caiz mi?”

Bir kısım insanlar bunu çekinerek soruyor. Bir kısım insanlar da hiç çekinmeksizin, Risale-i Nur’dan başka bir kitabın okunmaması gerektiğini söylüyorlar. Ve görüşlerine, Risalelerden peş peşe okudukları bazı pasajları – iddialarına uyup uymadığını bakmak gibi bir dert edinmeksizin – delil gösteriyorlar! Caizdir diyenlerin de ekseriyeti, cevaz listesine ilmihal veya siyer kitaplarından başka pek az şeyi ekleyebiliyor.

Usul açısından bakıldığında, herşeyden önce böyle bir sorunun abesiyeti hemen kendisini gösterecek kadar açıktır; dolayısıyla mevzu üzerinde söz söylemek daha işin başında iken lüzumsuz görülebilir. Ancak Risale-i Nur Müellifinin bazı sözleri bu konuda delil olarak ileri sürüldüğü için, konuya girmeden önce bu sözlerin anlam ve maksadını hatırlatmak faydalı olacaktır.

Bazı Kastamonu mektuplarında, Bediüzzaman’ın talebelerine Risale-i Nur ile yetinmelerini hatırlatan ifadeleri vardır. Bu mektuplardan birisinde “Risaletü’n-Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor” der ve arkasından da, bazı talebelerin o günlerde resmî politika gereğince uygulanmakta olan bid’atları yaygınlaştırmak için kullanılan bazı eserleri almış olmasını bahis konusu eder. Sonra da diğer dinî toplulukların yapmakta oldukları neşriyat için şunları söyler:

“Mesleklerinde, elbette çok mühim ve bizim de malımız hakikatler var. O hakikatlerin intişarına bize ihtiyaçları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyetli vazife zedelenir ve muhafazası lâzım olan ve birer taifeye mahsus bir kısım esaslar ve âli hakikatler kaybolmasına vesile olur.”[1]

Bir başka Kastamonu mektubunda ise, Bediüzzaman, “Niçin başka İslâm âlimlerinin kitaplarını okumuyorsunuz?” şeklindeki bir soruyu şu şekilde cevaplandırır:

“Hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nuranî eserlerden de istifade etsek. Hem Risale-i Nur şakirtlerinin yüz mislinden ziyade zâtlar, o kitaplarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa — hâşâ ve kellâ — o kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar severiz. Fakat her birimizin birer kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecaviz var; vaktimiz dar. En son silâh, mitralyoz gibi Risale-i Nur burhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.”[2]

Bu mektupları doğru bir şekilde okuyabilmek için, onların yazıldığı dönemi, Risale-i Nur talebelerinin tarih yazdığı bir dönem olarak hatırlamak yerinde olur. O yıllarda Bediüzzaman, yakın talebeleriyle birlikte ilk tevkifattan sonra atıldıkları Eskişehir hapsinden çıkmış olmasına rağmen, her ânı amansız bir tarassut altında geçen bir sürgün hayatı yaşıyordu. Bu arada, Isparta cephesindeki Risale-i Nur neşir faaliyeti de yine aynı derecede sıkı tarassut altında, gizliden gizliye devam ediyordu. Bu dönem, Risale-i Nur’un Anadolu’ya yayılmakta olduğu dönemdi. Her taraftan Risalelere talepler geliyor, bu taleplere cevap vermek için evlerde gizliden gizliye sabahlara kadar Risaleler yazılarak çoğaltılıyor, bunlar yine gizlice Nur postacıları adı verilen bir dağıtım ağı vasıtasıyla yurdun muhtelif köşelerine ulaştırılıyordu.[3] Her bir Risalenin tek tek elle yazılarak çoğaltıldığı, bunu yapanların da her an baskın, hapis ve işkence tehdidi altında geceli gündüzlü çabalayarak kitap ihtiyacına cevap vermeye çalıştığı bir dönemde “Nur talebeleri niçin sadece Risale-i Nur ile meşgul oluyorlar?” diye bir soru sorulsa siz ne cevap verirdiniz?

Bu arada, mektupların birinde “hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlar” şeklinde bir kayıt da görüyoruz ki, bu da, “Risale-i Nur kâfidir” ifadesini başka bir yönden daha sınırlandırıyor.

Bir başka sınırlama da, yine o zamanki şartların icabı olarak, sahih kaynaklara erişim imkânının yok denecek kadar sınırlı oluşudur. Ulaşılabilenlerin ise o günkü istibdad ortamında din karşıtı politikalara âlet edilebilen kitaplar olması, bu sınırlamayı daha da daraltan bir başka unsur olarak mektuplarda karşımıza çıkıyor.

Bütün bunları toplayıp da mektupları bir bütün olarak okuduğumuzda, “Elde başka sahih kaynaklara ulaşma imkânı yok denecek kadar sınırlı iken, ulaşılabilenlerin güvenilir kaynak olup olmadıkları bir hayli şüpheli iken, böyle bir zamanda sahih İslâm inancını muhafaza etmekten başka bir problemle uğraşmaya imkân yok iken, Risaleler bu ihtiyacı karşılıyorken, üstelik bir de geceli gündüzlü çalışmakla bile yetiştiremeyeceğimiz onca iş bizi beklerken Risale-i Nur size kâfidir” anlamı aşikâr bir şekilde ortaya çıkmayacak mıdır?

Tabii, bu sınırlandırmaların hiçbirini dikkate almazsanız, âyetten “Namaza yaklaşmayın” anlamı çıkaran Bektaşînin mezhebine uygun bir mantıkla bu mektuplardan “Risale-i Nur dışında birşey okumak caiz değildir” sonucunu da çıkarabilirsiniz; nitekim bugün Risale-i Nur cemaatleri içinde birçok kimse, özellikle son zamanlarda sesleri biraz fazlaca çıkmaya başlayan bir zümre bu konuyu aynen böyle anlıyor, böyle anlamayanları suçluyor ve Risale-i Nur dışında hiçbir şey okumamakla da iftihar ediyor. Tam olarak böyle anlamayanların dahi önemli bir bölümü, en azından bu konuda tereddütler içine düşürülmüş bir vaziyette, Risale-i Nur’dan başka kitap okumanın caiz olup olmadığını sorgulayacak cesareti bile güçlükle bulabiliyor. Bütün bunları bir yana bırakacak olsak bile, sadece şu “Risalelerden başka kitap okuyabilir miyiz?” sorusunun sorulmakta oluşu dahi bir cemaat için hicap verici bir durum değil midir?

Belirli bir egitimi görmekte olan insanlar hakkında, sadece geçici bir müddet için, meselâ bir öğretim dönemi süresince birtakım kısıtlamaların olması anlaşılabilir bir şeydir. Bu cümleden olarak, kendisini Risale-i Nur hizmetine kendisini vakfedecek veya kısa süreli bir okuma programına katılacak kimselerden, dikkatlerini dağıtmamak için başka kitaplarla meşgul olmamaları istenebilir. Ancak bunu bir hayat tarzı olarak benimsemenin veya dayatmanın savunulabilecek hiçbir tarafı yoktur.

Kimsenin böyle bir dayatmaya hakkı olmadığı aşikârdır; âlimler için, bilhassa İslâm âlimleri için böyle bir şeyi tasavvur etmek ise muhaldir. Âlimlerin görevi ilme engel olmak veya talebesinin ufkunu sınırlamak değil, ilmin yollarını göstermek, nereden alınırsa alınsın ilim ve irfanın yolunu açmak ve bu yolları tıkamaya yönelik her türlü teşebbüse karşı durmaktır. Zamanında Kur’ân’dan sonraki en sahih kitap olarak tanınan Muvatta’ı devrin halifesi bütün ülkede geçerli kanun kitabı olarak ilân etmek ve bir nüshasını da Kâbe’ye asmak istediğinde, eserin sahibi İmam Malik “Bize ulaşmayan bilgi başkalarına ulaşmış olabilir” diyerek ve içtihada engel olacağı gerekçesiyle buna mâni olmuştu. Bediüzzaman gibi, ömrünü ilmî istibdad da dahil olmak üzere her türlü istibdad ile mücadele içinde geçirmiş ve bu mücadelenin fiyatını çok yüksek tarifeden ödemiş bir İslâm âliminin ise talebelerine “Sadece benim kitabımı okuyun, başka kitap okumayın” şeklinde bir dayatmada bulunabileceğini tasavvur etmek aklın alacağı bir iş olmadığı gibi, herkesten önce bizzat Bediüzzaman’a karşı en ağır bir suizan ve hattâ hakaret olarak görülmelidir.

***

Tek kitaplı insanlar tarih boyunca insanlık için bir tehdit unsuru olmuştur. Genellikle Thomas Aquinas’a izafe edilen, ancak daha eski kaynaklarda da görüldüğü söylenen bir söz, “Tek kitaplı adamdan korkulur” diyor. Kim söylemiş olursa olsun, tarihin Doğuda da, Batıda da bu sözü haklı çıkardığını gösteren örnekler saymakla bitmez. İslâm ise, ilk olarak inen sûrede okumaktan ve yazmaktan bahseden, ikinci olarak inen sûrede de kaleme ve yazdıklarına yemin ederek söze başlayan bir din olarak farklı içtihadları ve fikir çeşitliliğini teşvik etmiş, hattâ muhtelif şekillerde anlaşılması muhtemel hükümleriyle bu farklılığın zeminini işin en başında hazırlamıştır. Ama tek kitaplı kafanın hem ürünü, hem de anası olarak düşünülebilecek olan “her alanda tek doğru” zihniyeti, bütün dünyada olduğu gibi, İslâm âleminde de en büyük zulüm ve ıztırapların kaynağını teşkil etmiştir. Mutezile ile Ehl-i Sünnetin nöbetleşe birbirini kırması ve bu kırım sırasında işlenen sayısız zulümler bu konuda verilebilecek örneklerin sadece bir tanesidir. Ne yazık ki, bugün İslâm âleminin durumuna baktığımızda her biri kendi kitabını okuyan ülkeler ve cemaatlerden başka bir manzara göremiyoruz. İlim ve fikre en ziyade açık olması gereken Risale-i Nur cemaatlerinde bile başka kitap okumanın caiz olup olmadığı konuşulabiliyorsa, bu hazin gerçeğe daha başka nümune aramaya herhalde ihtiyaç yoktur.

Fıtrata aykırılığı tartışmaya bile ihtiyaç bırakmayacak kadar açık olan “tek kitap” düşüncesine insanlar niçin bu kadar kolaylıkla kapılabiliyorlar?

Bunun başta gelen sebeplerinden birisi kolaylık, diğeri de büyük kitapların cazibesi olsa gerektir. “Bize Kur’ân yeter” şeklindeki sloganlar işte bu sebepten pek çok kimseye cazip gelmektedir. Altı yüz sayfalık bir kitabı okuyarak hayatın bütün problemleri hakkında ahkâm kesme imkânı varsa, üstelik bu kitap da bütün ehl-i imanın baş tâcı olan Allah kelâmı ise, her şeyin kolayını seven zamanımız insanı için hangi şey bu slogandan daha sevimli olabilir? Aynı sebepten, hayatın bütün alanlarıyla doğrudan ilgili bulunan iman hakikatlerini açıklayan Risale-i Nur da her bakımdan büyük bir eser olarak nitelenmeye lâyık bir külliyat olduğu için, bu özelliğinin yanı sıra “tek kitap” olma potansiyelini de taşımaktadır. Acı günde, tatlı günde, dine, dünyaya, toplum hayatına, aileye, ticarete, siyasete, ilme, fikre, felsefeye, canlı ve cansız varlıklara, ilh. dair söylenecek pek çok söz Risale-i Nur’da bulunur. Tabii, hayatın bütününe yönelik doğru bir bakış açısı kazanmak başka, hayatın bütün ihtiyaçlarına cevap vermek ise çok başka şeylerdir; ama zamanımız insanının, bilgi âleminde öyle fazlaca derinlere dalacak zamanı ve sabrı olmadığı için böyle farklar fazla önem taşımaz. Bunun yerine, “Kıyamete kadar bize ne lâzım olacaksa hepsini Üstad yazmış; onu okuyalım, yeter” der ve uysa da uymasa da içinden her konuya dair birşeyler çekip çıkartabildiği bu külliyatla tek kitaplı hayatına mutlu bir şekilde devam eder.

Oysa büyük kitaplardan beklenecek şey bunun tam tersidir. Onlar başka kitapların önünü kesmezler, bilâkis önünü açarlar, hattâ bizzat sebeb-i vücudu bile olurlar. Allah’ın Kitabı bu hakikatin en büyük şahididir. O, tarihin en muhteşem medeniyetini inşa ettiği gibi, hayatın her alanında sayısız kitapların da vücut bulmasına sebep olmuştur. Eğer Kur’ân olmasaydı, İslâm âleminde asırlardır ilim ve sanatın her alanında vücuda getirilmiş sayısız eserlerden kaç tanesi var olabilirdi? Tek kitaplılık geçerli bir formül olsaydı, bu hesapsız eserlerden hiçbirisinin yazılmaması, yazılsa bile okunmaması gerekirdi.

Büyük eserlerden beklenen şey, başka kitaplara engel olmak değil, bilâkis onların okunmasına ve onlardan en üst seviyede faydalanılmasına yardımcı olmaktır. Bizde “temel kitaplar” olarak ün kazanan düşüncenin mimarı olan Amerikalı eğitimci Robert M. Hutchins “Büyük kitaplar kendilerini okuttukları gibi başka kitapları okumayı da öğretirler” diyor. Bu gerçek için verilebilecek en güzel örneklerden biri Risale-i Nur’dur. Kur’ân-ı Kerimi verimli bir şekilde okuma konusunda Risale-i Nur’un okuyucuya sunduğu tekniklere dair bazı örnekleri bu yazı serisinin 8 ve 10’uncu bölümlerinde zikretmiştik.[4] Okuma sevgisini kazanma ve sair kitapları okuma konusunda da Risale-i Nur’un teşvik edici ve yol gösterici hizmeti inkâr edilemez. Ondan faydalanmanın yolunu bilenler için bu yol göstericilik, kişinin özel merak ve yeteneklerine de bağlı olarak, hayatın her alanında, varlık âleminin bütün sayfalarında, ilmin ve sanatın bütün dallarında, Yer ve Gökler Rabbinin insan denen o en büyük eserine ürettirdiği müktesebatın ufuklarında onu uçsuz bucaksız ve doyumsuz seyahatlere çıkarmak ve uğradığı her durakta merakını, zevkini ve şevkini arttıracak irfan armağanlarıyla ellerini doldurmalarına vesile olmak demektir. Yoksa, bu mesele, “Madem Risale-i Nur Peygamberimizden bahsediyor, öyleyse biraz siyer okuyalım; madem namazdan bahsediyor, öyleyse biraz ilmihal okuyalım” demekle geçiştirilebilecek bir mesele değildir.

Kitap okumak, aynı zamanda, bir macera işidir. Bunun en güzel misallerinden birini de kâinat kitabını okuyan ve her sayfada merakı, zevki ve şevki bir kat daha ziyadeleşen kâinat seyyahının Âyetü’l-Kübrâ’da anlatılan macerasıdır. Lâkin bu macerayı macera yapan sırrı ihmal etmemek gerekir: Yola çıkarken, yolda ne bulacağınızı bilerek değil, merak ederek çıkmalısınız. Eğer okuyacağınız kitapta ne bulacağınızı peşin olarak biliyorsanız, bu size yeni bilgi, tecrübe, anlayış ve irfan ufuklarını açmaz, sadece peşin hükümlerinizi takviye eden bir okumadan ibaret kalır. Çoğu zaman Risale dışında kitap okuma “cürmüne” meşruiyet kazandırmak için bir mazeret vazifesini gören “Risalelerdeki hükümleri tasdik edici bilgi edinmek” gibi bir maksatla okumak da, olsa olsa, tek kitaplılığın başka bir kılığa bürünmüş versiyonu olur.

***

Tek kitaplılığın zahirî bir rahatlığı varsa bile verdiği sonuçlar hiç de rahatlatıcı değildir. Bu sonuca varmak için, zamanımızda Risale-i Nur talebesi profilinin sair insanlarda uyandırdığı izlenimi gerçekçi bir nazarla görmek yetecektir:

Tek kitaplı Risale-i Nur talebesinin çantasında her sualin cevabı, her problemin çözümü vardır; ama bunların hepsi de aynı kitaptandır. Zaten tek kitaplı şakirt de herhangi bir sohbette sözü getirip Risalelerden bir pasaj okumak veya Üstadın hayatından bir anekdot nakletmek için fırsat kollamaktadır. Ancak bunu yaparken sözünün muhatapta nasıl bir izlenim bırakacağı konusunda pek duyarlı değildir. O sadece ne yapıp yapıp Üstaddan birşeyler aktarmakla vazifesini yerine getirdiğini düşünür. Çünkü elinde Risale-i Nur varken başkasından alacağı birşey yoktur; başkasına sunmak için ise çok şeye sahiptir. Bu da Risale-i Nur talebelerine ve terviç etmeye çalıştığı Risalelere karşı sair insanların mesafeli durmasına yol açar. Bu, tek kitaplılığın en mülâyim sonuçlarındandır. Bu kadarında saldırı, tahkir gibi şeyler yoktur; sadece usandırma vardır.

Daha aktif tek kitaplılıkta, ne yapıp yapıp tek doğru olarak bildiği şeyi üstün çıkarmak gayesi hakimdir; ancak usul bilgisi de başka kaynaklara ihtiyaç gösterdiği için, tek kitaplı şakirtlerin en ziyade yapabildikleri şey, konuya uyup uymadığına bakmaksızın, ara-bul-kopyala-yapıştır yöntemiyle Risalelerden pasajları sıralayıp ortaya bırakmaktan ibarettir.

Tek kitaplılığın en verimli olduğu alan ise zorba yetiştirmektir ve tek kitaplı Risale-i Nur talebeleri de bu kaidenin haricinde değildir. Bu gerçeğin en inanılmaz örneklerini son yıllarda çok fazlasıyla görmeye başladık. Bugüne kadar Nur talebelerinden en sıkıntılı anlarında bile hiç işitilmemiş olan galiz küfürler, hem de başkalarından önce sair Nur talebelerine karşı bugün rahatlıkla savrulabiliyor. Lâkin Cumhuriyet yazarına bile “Bu Nurcu hocaların ağzı ne kadar bozuk!” dedirtecek bir seviyesizliğe ulaşan bu küfürbazlık bizi bir paradoksla karşı karşıya bırakıyor: Tek kitaplılıkla övünen, hattâ bütün övünçleri tek kitaplılıktan ibaret olan bu küfürbazlar, Risale-i Nur’dan başka kitap okumadıklarına göre bu küfürleri nereden öğrendiler?

Tek kitaplılığın Risale-i Nur talebeleri arasında verdiği sonuçların en ürkütücü olanlarından birisi de kitap düşmanlığıdır. Her kitabı Risale-i Nur’a hasım olarak gören bu anlayış, Risale-i Nur talebelerine sadece kitap okumamayı emretmekle yetinmez, onları bir de kalemlerini kırmaya çağırır. Kur’ân’ın üzerine yemin ettiği kalem, burada düşman ilân edilmiştir; çünkü yazılacak her kitabın Risale-i Nur’a rakip olma ihtimali vardır. Tabii, bu, “Risale-i Nur talebesi kalemini kırar” sözünün görünüşteki gerekçesidir; asıl sebep ise, bizce, nefs-i emmârenin herkesi cehalette kendisiyle eşit hale getirme arzusundan başka birşey değildir. Başka türlü düşünmek, üstelik buna Risale-i Nur’dan mesnet aramak, bu harikulâde esere ve müellifine iftiradan başka bir anlam taşımaz.

***

Risale-i Nur Külliyatı, ilk telif yıllarından bugüne kadar nice hayatları değiştirmiş, insanlık âleminin medar-ı iftiharı bir muhteşem eserdir. Ve bu mahiyetiyle, bir rehber kitap olmaya ve hayat boyu tekrar tekrar okunmaya lâyık olduğundan şüphe edilmemelidir. Hattâ tekrar tekrar okunmadığı takdirde ondan yeterince istifade edilmeyeceğini de rahatlıkla söyleyebiliriz; bu da büyük kitap olmanın bir sonucudur.

Ancak bu gerçeği tesbit etmek ve buna uygun şekilde hareket etmek başka, Risale-i Nur’u tek kitap olarak bellemek ise çok daha başka şeylerdir. Risale-i Nur Külliyatı gibi bir hazineye yakışan şey, bir taraftan ilim ve irfanla yoğurulmuş nesiller yetiştirirken, diğer taraftan da bu nesillerin elleriyle insanlık âlemine yeni ilim ve irfan hazinelerinin armağan edilmesine kaynaklık etmektir. Ama kitabın da, müellifin de artık bu konuda yapabilecekleri birşey yoktur; çünkü miras artık bugünkü nesillere devredilmiştir. Bundan sonrası şimdiki ve gelecekteki Risale-i Nur talebelerinin vizyon ve gayretine bağlıdır.

İstikbal için biri zor, diğeri kolay olmak üzere iki yol görünüyor:

Ya Risale-i Nur talebeleri ellerindeki hazineyi kendilerine çok geniş ufuklar açan ve aynı zamanda da bu genişlikle orantılı vazifeler yükleyen bir anahtar olarak görecekler ve ondan aldıkları ilhamla beşer âlemini ilmin, irfanın, sanatın, hayatın her sahasında verecekleri eserlerle donatacaklar …

… Veya, şimdi ekseriyetin bir ölçüde, “ana akımın” ise bütün gücüyle yaptığı gibi, başka kimsenin eline geçmesin diye bu irfan hazinesinin üstüne oturup onu anlamayı, anlatmayı, açıklamayı, hattâ lügate bakmayı bile yasaklayacak bir kıskançlıkla onu tarihe gömecekler.

Zahiren bu şıklardan birincisi zor olan şık gibi görünüyorsa da, gerçekte zor olan ikinci şıktır. Hattâ buna imkânsızı başarmak da denebilir. Çünkü bu şıkkın mahiyeti, harikulâde bir irfan hazinesinden cehl-i mürekkep üretmek gibi imkânsıza yakın bir iştir. Şu kadar var ki, bunun asıl zorluğunu insanlar değil, şeytan omuzlamış bulunuyor. O her gün yeni tuzaklar üretiyor; bize ise onun işaret ettiği mayına basmak kalıyor.

Bugün, Üstadın bu muhteşem hazineyi devredişinden altmış yıl sonra, hâlâ Risale-i Nur dışında kitap okumanın caiz olup olmadığını tartışıyor olmamız bu tuzaklardan biri değilse nedir?

[Devamı var]

ÜMİT ŞİMŞEK

Önceki bölüm:
https://yazarumit.com/mehdilik-sevdasi-ve-risale-i-nura-maliyeti/

[1] Kastamonu Lâhikası, 48. Mektup http://erisale.com/#content.tr.9.98

[2] Kastamonu Lâhikası, 114. Mektup http://erisale.com/#content.tr.9.225

[3] O yılların tafsilâtı için bkz. Kastamonu Yılları, İstanbul: İstanbil İlim ve Kültür Vakfı, 2009.

[4] Bkz. (1) https://yazarumit.com/nasil-meal-okuyalim-1/ ; (2) https://yazarumit.com/bir-kuran-okuma-rehberi-olarak-risale-i-nur/ 

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: