Tevbe ve İstiğfar

Avustralya’da bir televizyon kanalında yapılmış olan konuşmanın metnidir.

Eşsiz, olgun ve engin dinimiz, bizlere hayatın boş, manasız ve gayesiz olmadığını ihtar ediyor. Bu konuda pek çok dinî, felsefî ve ilmî delil de bulunmaktadır. Bunlara göre insanoğlu dünyaya, denenmek ve imtihan edilmek üzere gönderilmiştir. Kim bu dünya hayatını iyi değerlendirir, ahlâka ve dinî emirlere uygun bir şekilde yaşar, diğer insanlara ve yaratıklara iyiliklerde bulunur ve yararlı olabilirse yüce Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu kazanacak, böylece de sonsuz güzelliklere ve mutluluklara kavuşacaktır. Şu kadar var ki bu tarz yaşamak herkes için kolay olmamaktadır. Hele bugün, pek çok insanın, hatta birçok inançlı kimsenin, bu önemli konu ile ilişkisi zayıf bir durumdadır. Yaşam kavgası ve menfaat hırsı, hayatı aslî ve ulvî gayesinden saptırmıştır. Çalışma, direniş, zevkler ve üzüntüler arasında büyük çoğunluk kendi rûhî ihtiyaçlarını göremiyor. Hayatın, ölümün, sonsuzluğun mahiyeti hakkında dışardan ve kendi içinden gelen uyarıları duymuyor veya bunlar üzerinde derin düşünemiyor.

Halbuki bu çıkmaz yoldan, yararsız gidişten derhal dönmek selim aklın ve sağlam imanın ilk şartıdır. Çünkü ortada insanın hem dünyadaki hem de âhiretteki huzur ve sükûnu, kazanç ve mutluluğu bahis konusudur. Bunlar için yanlış ve eğri yolu bırakıp doğruyu bulmak gerekmektedir.

İşte bu doğru yola dönüşe, din lisanında tevbe adı veriliyor. Tevbe, herkesçe bilinen günlük konuşmalarımıza girmiş, dilimize iyice yerleşmiş bir sözcüktür. Nitekim kötü bir şeyden vazgeçmeyi kararlaştırdığımız zaman “tevbeler olsun” veya “tevbeler tevbesi, bir daha o işi yapmayacağım” diyoruz.

Değerli kitabımız ve rehberimiz Kur’an, pek çok âyetiyle bize tevbeyi emretmektedir. Mesela Tahrîm sûresi 8. âyette: “Ey iman edenler! Allah’a tevbe-i nasûh ile tevbe ediniz.” yani, çok samimi ve kesin bir dönüşle yöneliniz diye buyurmaktadır. Anlaşılıyor ki içten bir tevbe, üzerimize –tıpkı namaz ve oruç gibi hatta onlardan da önde gelen– bir borç ve ödevdir. Âyette geçen tevbe-i nasûh, “Sağılmış sütün tekrar geri döndürülüp memeye sokulmasının imkânsızlığı gibi” bir daha asla bozulmayacak şekilde, kötü gidişten vazgeçmek olup bu canlı benzetme bizzat Peygamberimiz tarafından ifade edilmiştir.

Böyle kesin ve kararlı bir tevbe, çok şefkatli ve çok lütufkâr olan yüce Allah’ın sevdiği ve sevindiği bir dönüştür. Peygamber Efendimiz (sas.) ulu Allah’ın bu memnunluğunu, kızgın çölde, su ve azık yüklü bineğini elden kaçırıp ölme derecesine gelmişken birden o bineğinin yanına geldiğini gören bir yolcunun sevinmesi hâli ile kıyaslayarak anlatmıştır.

Dinî edebiyatımızda, “Tevbe sayesinde af olunmayacak günah yoktur.” sözü meşhurdur. Gerçekten de yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’inde “Bana dua ediniz, dualarınızı kabul eylerim.”1 buyurmuş. Ayrıca her türlü günahın affedilebileceğini, o halde kendisinin lütuf ve rahmetinden hiç kimsenin ümit kesmemesi gerektiğini kesinlikle belirtmiştir.

Aksine tevbeye yanaşmamak ve hatalı yolda gitmekte ısrar etmek, mesela adam öldürmek, yol kesmek, hırsızlık etmek kadar, büyük bir günah olarak belirlenmiştir. Bunun gibi tevbenin, ilerdeki bir zamana atılması, ihtiyarlığa, emekliliğe bırakılması da yanlıştır. Bunu da bilmeliyiz Allah küçük günahları bağışlar ama, inkȃrı ve şirki hariç, insan haklarını de bağışlar, cehennemde cezasını çektikten sonra, ve sonradan takvaya ulaşan kimselere, Allah onlara haklarını ödemek sureti ile günah çektirmeden bağışlayabilir.

Tevbe, olgun ve ergin insan olma yolunun birinci basamağıdır. Bu yüzden bütün eski tasavvuf kitaplarında da ilk iş ve ön şart olarak ittifakla tevbenin zikredildiğini görmekteyiz. Çünkü tevbe, yaşam rotasını ters yönden çevirmek, iyiye, doğruya ve güzele yöneltmek demektir.

Bilhassa bu fesadi ümmet zamanında bu millettin halis tevbesi Allah indinde  çok makbula geçer ümidindeyiz

Evet,  temelli ve köklü tevbenin yanı sıra biraz değişik bir tür daha vardır ki buna “istiğfar etmek” denilir. İstiğfar, inanç bütünlüğü ve iyi niyete rağmen yapıverdiğimiz kusur ve günahlardan dönüşü ve bağışlanmayı dileyişi ifade eder. Bunun makbuliyeti de: İstiğfar ettiğin günahı bir daha işlememek şartı aranır.

Her zaman görüyoruz ki bazı beşerî zaaflarımız var. Vakit vakit bencillik ve ihtiraslarımıza kapılıyor, şeytana uyup günah işliyor, hata ve isyanda bulunuyoruz. Böyle yanılmalardan kendimizi çekip kurtarmak da dinin emridir. Kendi iç dünyamızı iyi gözlemeli, ihtiraslarımıza hakim olmalı, hatalı davranışlarımız olmuşsa hemen arkasından pişmanlık duyarak bir daha o suçu işlememeye azmederek yüce Rabbimiz’den özürler dilemeli, yani istiğfar etmeliyiz.

Karşılığında, affolunmakla beraber sevap da vâdedilmiş bulunan istiğfar, büyük ve küçük, olgun ve basit her mü’min kul için gerekli ve geçerlidir. Çünkü kusursuz kul olmaz. Sevgili Peygamberimiz, bizleri davranışlarımızı kontrole, kendi hatalarımızı araştırıp suçumuzu bulmaya ve onlar için istiğfar etmeye teşvik buyurmuş ve “Ben bile günde yetmiş kez istiğfar etmekteyim.”2 demiştir.

Tevbe, istiğfar ve diğer dilekler her zaman yapılabilir. Yine de bunlar için daha elverişli bazı aylar, günler ve saatler olduğu hadislerde açıklanmıştır. Mesela kutlu Ramazan ayı, tevbe ve istiğfarların kabulü için en uygun bir zamandır. Ayrıca Kur’an âyetlerinde ve Peygamberimiz’in hadislerinde duaların dilek ve istiğfarların kabulü için gecenin sabaha yakın zamanlarının, yani seher vakitlerinin en uygun zaman olduğuna dair işaretler bulunmaktadır. Gerçekten de seher vakitlerinin ibadet yönünden ayrı bir tadı vardır. Bu saatlerde insanın, ruhunu dinlemesi, tefekküre dalması ve yüce Yaradanı’na içtenlikle yakarması daha kolaydır. Onun için Yunus Emre;

Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâm Seni
Seherlerde kuşlar ile çağırayım Mevlâm Seni.3

demektedir.

O halde, önümüzdeki bu fırsatları iyi değerlendirmeliyiz. Vakit geçirmeden Hakk’a, doğruluğa ve olgunluğa yönelmeli, davranışlarımızı düzeltmeli, içimizi tevbe ve istiğfarlarla temizleyip gönüllerimizi nurlandırmalıyız.

İçsen bu sudan, bir daha, dostum; susamazsın…
Bir hâl gelir… ağlayamazsın, susamazsın!4
*
——————————————————————————–

Dipnotlar
1. 40/Mü’min, 60.
2. Buhârî, “Deavât”, 3; İbni Mâce, “Edeb”, 57, hadis no: 3816; İbni Hibbân, III, 204, hadis no: 925; Nesâî, “Hac”, 12, hadis no: 123; a.mlf., es-Sünenü’l-kübrâ, VI, 114, hadis no: 10270; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, I, 723, hadis no: 2070.
3. Yûnus Emre Dîvânı, IV, 240.
4. Arif Nihat Asya, Bütün Eserleri Şiirler: 1, s. 218.

Bu faydalı yazıyı sizinle paylaşan: Abdülkadir Haktanır.