Toplumsal ruhun renkleri: “Ramazan ibadetleri”

Ramazan ayında ibadetler; toplumda birlik, beraberlik ve dayanışmayı inşa etme hususunda ve topluma kattıkları manayla, bahçedeki rengârenk çiçekler gibidirler. Renkleri, kokuları ve ahenkleriyle her çiçek bahçemizi güzelleştirirken, ibadetlerde sağladıkları faydalarla mana dünyamızı ve İslam toplumunu renklendirirler.

Mesela sufilere göre, en önemli ibadet namazdır. Çünkü namaz, insanı kendi gerçeğiyle karşılaştırır. İnsanın bir kabuğu, bir de özü vardır. “Namaz, ilâhî aşkın nuruyla insanın dış kabuğunu yakarak onu saf özüyle karşılaştırır. Ateşin demiri eğriliklerden doğrultması gibi, insanı da günah ve haramların yol açtığı eğriliklerden ilâhî aşkın ve isimlerin ateşiyle düzeltir.” (1) İnsanın ve toplumun; Rabbimizin “Hay” ismiyle, hayata kattığı manayı kavraması ve kendi gerçeğiyle karşılaşması için namaza ihtiyacı vardır.

Namaz, Allah dışındaki her şeye algılarımızı kapayış olduğu gibi, aynı zamanda namaz Allah’a içten gelen bir yöneliş, kıyamette O’nun huzuruna çıkacağımızı hissediştir. Ebu Said el-Harrâz’a “Namaza nasıl girileceği sorulunca şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’ya, kıyamette kendisine yöneleceğin gibi yönel. O’nunla senin aranda hiçbir tercüman olmadan huzurunda bulunulduğunu ve O’nun münâcaatta bulunduğunu düşün. En büyük melikin huzurunda durduğunu bil.” (2)

Namaz ibadeti, hesap gününde Allah’ın huzurunda hesaba çıkmadan önce, hesap anını kula ve namaz kılan toplumun ruhuna yaşatır. Hesap bilincini yaşayış, toplumların hem Allah’a hem de birbirlerine karşı sorumluluk bilinci ile hareket etmelerini sağlar. Böylece toplumlar, kendilerini hatalarından dolayı hesaba çekerler ve hatalarını tekrar etmeme kararlılığı kazanırlar.

Namaz esnasında günahları affedilen ve nefsi hatalardan temizlenen bir toplumun ferdi için, namaz sevgisi her an gönülde olması gereken doğal bir haldir. “Namazda iken hatırladığın bir şey olur mu?” sorusuna bir mutasavvıfın verdiği cevap “Namazdan daha çok sevdiğim bir şey var mıdır ki, namazda iken aklıma o düşünce gelsin?”olmuştur. (3)

Tasavvuf ehline göre, namazda dikkati dağıtan her şey, engellenmesi gereken bir durumdur. Mutasavvıflar, namaz sevgisiyle beraber namaza kalbî, zihinsel ve ruhsal odaklanma olan huşunun beraberliğine dikkat çekerek sevgi ve bilincin insanı huşuya yönlendireceğini ifade etmişlerdir. Namaz, sevgiden beslenirse ve namaza odaklanma sağlanabilirse, toplumda sevginin inşası da mümkün olabilir. Böylece Rabbini seven ve Rabbini sevdiği için O’nun kullarını da seven bir toplum inşa edilebilir.

Oruç ve ahlak inşası

Oruç da namaz gibi, toplumda Allah sevgisinin, ahlak güzelliğinin ve sorumluluk bilincinin inşasında farklı bir renk ve neşveyle İslâm bahçesini ve toplumu renklendirir.

Abdülkadir Geylânî, orucu iki kademeye ayırmıştır. O, zahirî ve batınî oruç yerine, şeriat ve tarikat orucu tabirini kullanmıştır. “O’na göre şeriat orucu; gündüz yiyecek, içecek ve cimadan uzak durmaktır. Tarikat orucu ise; kişinin, bütün azalarını, zahirî ve bâtınî olarak haram, yasak ve kötü olan şeylerden uzak tutmasıdır. Kendini beğenme, kibir, cimrilik orucun savaş açtığı olumsuz özellikler grubuna girer. Zira bunların hepsi, tarikat orucunu bozar.” (4)

Bütün bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, namazın zahirî ve batınî olmak üzere iki yönü olduğu gibi, orucun da zahirî ve batınî olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. Namaz ve orucun zahirî yönü önemli olmakla beraber asıl amaç, onların batınî yönünü uygulamak ve yaşamaktır. Ahlak güzelliği ve ruh huzurunu hedefleyen namaz ve oruç, İslâm toplumunu ahlak ve ruh duyarlılığı kazandırarak güzelleştirirler.

Sûfiler, oruca çok özel bir mana verip masivâdan el etek çekmeyi ve kalbin orucu ile Hak’tan başkasını gönle koymamayı da oruç başlığı adı altında ele almışlardır.” (5) “Bu manada Allah’ın seçkin kulları için ömür, bütünüyle bir oruç demektir. İşte bu hikmete binaen ömürleri boyunca bu kimseler, Allah’tan uzaklaştıran şeylerden uzak kalmakta ve bunlardan sakınmaktadırlar. Mâsivadan el-etek çekerek perhize giren seçkin kullar, oruçlarını da Allah’ın muhabbetine erişinceye kadar devam ettirirler.” (6) Allah dışındaki her şeyden uzak kalarak terbiye edilen toplumlar, hem birlik beraberliği sağlamada hem de ahlakî güzelliği yakalamada örnek olabilirler.

Hem fizyolojik güdülerini, hem duygularını ve heveslerini kontrol altında tutan toplumlar için oruç, onları huzura doğru taşıyan bir ibadet niteliğindedir. “Oruç, kalbin murâkabesine toplumu yönlendirir. O, murâkabeyi canlı tuttuğu sürece, hakiki oruçtur. Çünkü kalbin murâkebe ile kontrol altına alınması, onun olumsuz düşüncelerle olan alâkasını ve kötülüklerle olan bağlantısını keser. Ebu’l-Abbâs Câfer, murâkebeyi bu anlamıyla ele alarak “Hakk Teâlâ’nın sana nazar etmekte olduğunu düşünerek kalbine gelen her tür düşünceden kalbini korumaktır.” şeklinde tanımlar.” (7)

Toplumlar, orucun kendilerine kazandırdığı ahlakla; bedenlerini zihinlerini ve gönüllerini bütünüyle Allah’ın rızasına aykırı her şeyden korurlar. Böylece Allah’ın kendi kalplerine nazar etmekte olduğu düşüncesiyle, kalplerinin ve ruhlarının muhafazasını oruç ibadeti vasıtasıyla sağlarlar. Bu manada oruç ibadeti, Allah’ın bizim gönüllerimizi her an kontrol ettiğine dair bir bilinç kazandırarak kalplerimizi kötülüklere karşı bir kalkan gibi korur.

Sufiler açlığı bir ganimet bildikleri gibi, onlar şeytanın tok bir insana vereceği vesveseyi de çok etkili bir dille ifade ederler. Onlar, şeytanın ayaktaki tok adamın boynuna sarılıp içine girip istediği gibi vesvese verdiğini ifade etmişlerdir. Onlara göre açlık, kalbi sâfileştirir, hevâyı öldürür, ince ve sırlı ilimleri te’min eder. Bu manada Zunnûn el-Mısrî “Doyana kadar yiyip, kanana kadar içtiğim bütün zamanlarda, ya Allah’a isyan etmiş ya da bir masiyete niyetlenmişimdir.” (8) demiştir. Bu nedenle insanın Allah’a ve ibadetlere duyduğu açlık, ne kadar değerli ve önemliyse ruhu beslemek üzere oruç tutması da, o kadar değerlidir. İnsanın bedensel açlığı, nefsi terbiye eder. Allah’a kavuşmaya yönelik açlığı da, gönlü terbiye eder; ruhu doyurur.

Sufiler, açlığı kendileri için büyük bir ganimet bilirlerdi. Onlar açlığı Allah’a niyazla, manevî tecrübeyle ve ilâhi aşkla özdeşleştirmişlerdi. Yahyâ b. Muâz “Eğer açlık çarşıda satılan bir şey olsa, ahiret taliplerinin çarşıya çıktıklarında, ondan başka bir şey satın almamaları gerekirdi.” derdi. (9) Açlık, gönlü Allah’a yaklaştırdığı mideyi ise dünya nimetlerinin peşinde koşmaktan kurtardığı için ahireti dileyenlerin en çok isteyeceği nimettir. Açlık, Allah’ı dileyen müritler için Rablerine bir niyaz ve yöneliş; Allah’a tevbe edenler için Allah dışındaki her şeyden uzaklaşma tecrübesi; dünya nimetlerinden gönlünü ve zihnini özgürleştirenler için bir yaşam tarzı; ilmini yaşayan Allah âşıkları için ilâhi aşkın kaynağıdır.

Zekât çiçekleri

Zekât da diğer ibadetlerin içerisinde güzelliğiyle ve eşsiz huzuruyla gönüllerde açan bir çiçek hükmündedir. “Zekât, Allah ile kullar arasındaki perdeleri kaldırarak melekî gücü kulların gönlünde üstün kılmıştır. Böylesine yücelen toplumlar için, malın zekâtı olduğu gibi makam, mevki ve itibarın da zekâtı vardır. Çünkü bu da, tam bir nimettir. Zekâtın aslı ve hakikatı, nimetin cinsinden olmak üzere nimetin şükrünü eda etmektir. Sıhhat, büyük bir nimettir. Her organın, bir zekâtı vardır. Bu da, insanın bütün organlarını hizmete hasretmesi, ibadetle meşgul bir halde bulundurması, nimetteki zekât hakkını ödemiş olmak için, hiçbir oyun ve eğlenceye meyletmemesidir.” (10)

Bu bağlamda makam ve mevkinin zekâtı, o makamda bulunulurken yapılan hizmetin hakkını vermektir. İtibarın zekâtı; itibarını dürüstlük, istikamet ve iyi niyetle korumaktır. Sağlığın zekâtı, organlarını rıza yolunda kullanmaktır. Gönlün zekâtı, gönlü güzel hislerle doldurmaya alıştırmaktır. Zihnin zekâtı, zihni güzel düşüncelerle terbiye etmektir. Bu düşünce tarzıyla, aslında her nimetin zekâtı kendi cinsinden verilmiş olacak ve toplumsal değerler güzel ahlakla yüceleceklerdir.

Her nimetin zekâtını, nimetin cinsinden veren kişiler, zekâtlarını mallarının en beğendikleri ve kaliteli buldukları kısmından vermelidirler. Verdiği şeyler, insanlar tarafından biriktirilebilecek, sahiplenilecek ve beğenilecek türden olmalıdır. Kişiler, zekât verdikleri malda Rabb’in rızasını tercih etmelidirler. Allah Teâlâ da bunu emretmiş ve şöyle bir misal vermiştir: Kazandıklarınızın güzellerinden infak edin.” (11) Kişiler, kazandıklarının güzellerinden verirlerse, onların da dünya ve ahirette kazandıkları kendileri için hayırlı olur. Toplumlar, bu gerçeğe göre zekâtlarını verirlerse, mana âleminde çok büyük kazançlar elde ederler.

Toplumlar, zekâtı Allah’ın ikramlarının şükrü olarak görürlerse, verdikleri zekâttan dolayı kibre düşmezler. Verdikleri kişiden, minnet beklemezler. Aksine zekâtımızı verdiğimiz kişi, bizleri Allah’a yaklaştıran bir veli nimettir. Aslında ihtiyaç sahibi, Allah’ın bizdeki zenginlik ve şükür hakkını verdiğimiz hak sahibidir. Bu bağlamda verdiği esnada en güzeliyle veren Allah dostları, zekât verdikleri kişiyi minnet etmesini gerektirecek her tavır ve davranıştan hassasiyetle kaçmışlardır. “Hz. Aişe ve Hz. Ümmü Seleme; herhangi bir fakire bir şey gönderdikleri zaman, elçiye ‘Onun duasını iyice ezberle’ derlerdi. Sonra da o fakirin ettiği duayı aynen tekrar eder ve şöyle derlerdi: “Ta ki sadakamız, yalnız bize has olsun. Sadaka veya zekât verdiğiniz fakirden size dua etmesini beklemeniz ya da bunu bizzat istemeniz, ondan övgü ve hamd beklemeniz yakışık almaz.” (12) Bu açıdan sufiler, verdikleri için asla bir dua ve minnet beklemezler. Ancak onlar, muhtaç kişinin ettiği duayı da çok önemserler; onun Allah katında geri çevrilmeyecek bir dua olduğuna inanırlar. Ve bu duayı, kabul edileceği ümidiyle kendileri için yaparlar.

Anlaşıldığı üzere toplumsal ruh ve duyarlılığın kazanılmasında ve manevî dünyamızın zenginleştirilmesinde, özellikle Ramazan ayında bütün ibadetler, büyük hizmetler görürler.

Namaz ve orucun zahirî yönü önemli olmakla beraber asıl amaç, onların batınî yönünü uygulamak ve yaşamaktır. Ahlak güzelliği ve ruh huzurunu hedefleyen namaz ve oruç, İslâm toplumunu ahlak ve ruh duyarlılığı kazandırarak güzelleştirirler.

İnsanın Allah’a ve ibadetlere duyduğu açlık, ne kadar değerli ve önemliyse ruhu beslemek üzere oruç tutması da, o kadar değerlidir. İnsanın bedensel açlığı, nefsi terbiye eder. Allah’a kavuşmaya yönelik açlığı da, gönlü terbiye eder; ruhu doyurur.

Esma Sayın

Moral Dünyası Dergisi

Kaynaklar:

(1) Sühreverdî, Ebû Hafs, Avârifü’l-Maarif, Dâru’l-Kitabi’l-Arabiyyi, Beyrut, 1966,  s. 301

(2) Sühreverdî, a.g.e., s. 303

(3) Uludağ, Süleyman, İnsan ve Tasavvuf, Mavi Yayıncılık, İstanbul, 2001,  s. 27

(4) Geylânî, Abdülkadir, Sırru’l-Esrâr, (çev. Mehmet Eren), Gelenek Yay., İstanbul, 2006, s. 75

(5) Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul, 1999, s. 418

(6) Ankaravî, İsmail, Minhacü’l-Fukara, (haz. Saadettin Ekici), İnsan Yay., İstanbul, 1996, s. 169

(7) Yılmaz, H. Kamil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2002, s. 165

(8) Bkz. Sühreverdî, a.g.e., s. 328

(9) Tûsi, Serrâc, el-Lümâ fi Tarihi’t-Tasavvufi’l-İslamiyyi, Dâru’l-Kütübi’l İlmiyyeti, Beyrut, 2001, s. 184-185

(10) Hucvirî, Ali b. Osman, Keşfü’l-Mahcûb, (thk. Mahmûd Âbidî), İntişârât-ı Sâdâ ve Sîmâ, Tahran, 1384, hş. 2006, s. 459; Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, Hakikat Bilgisi, (haz. Süleyman Uludağ), Dergah Yay., İstanbul, 1996, s. 454

(11) Bakara, 2/267

(12) Mekkî, Ebû Talib, Kûtu’l-Kulûb, Mektebetü’t- Dârü’t-Türas, Kahire, 2001, C.3, s. 1233