Türk Edebiyatında Deneme – 2

İzlenimci eleştirinin edebiyatımızdaki temsilcisi Nurullah Ataç olarak kabul edilir. Onun bütün yazıları deneme niteliklidir. Dergilerde isimli derlemede dergi haberlerini bile eleştirirken öznelliğini korur. Onun denemelerini Fahir İz yorumlar.

” Onun bir çığır açıcı, yol gösterici, fikir kımıldatıcı, iyi ile kötüyü ayırt edici olarak birleştiği Şinasi ile Gökalp’tan ayrı bir yanı da var:

 Eski Osmanlı kültürü ile Batı kültürünü iyice sindirmiş olan, Avrupa’daki yeni akımları günü gününe izleyen, durmadan okuyan, düşünen, gelişen Ataç, çağının en güzel Türkçesi ile en iyi denemelerini yazdı. Onun çevresini kendi amacına kazanması, genç kuşakları inandırıp etkilemesi, yalnız kişiliği, yalnız ülküsüne içten bağlanışıyla değil, verdiği güzel örneklerle de oldu.” (Fahir İz, Söyleşiler s. VHI)
Nurullah Ataç, izlenimci eleştirilerinde çok zaman belgeden kaçınan, kişisel kırgınlıkları, fikri zıtlıkları önemseyerek yorumlar yapan bir eleştirmendir.

Prof. Dr. Himmet Uç - KonuşmaAsım Bezirci onun bu tavrını örneklerle değerlendirir. Onun başarısı karşısında muhalif bulunmayan bir dönemden ileri gelmektedir. Prospero ile Caliban, Okuruma Mektuplar’da amirane yerine göre dayatmacı konuşur. Mesela Tecer’in ” Besbelli ölümüm sabahleyindir” mısraı ile düpedüz alay eder. Üstelik o zaman Tecer yaşamaktadır. Sadece onun ile yaşayan bir dili savunur. Hem de mutlakçı bir tabiatla. Kullandığı birçok yeni kelime onunla birlikte ölür.

Tahsin Yücel günümüz eleştirel deneme yazarlarındandır.

 Tartışmalar isimli kitabında dil ve edebiyat sorunlarını bir iki de romanı eleştirir. Türkçe konusundaki hassasiyeti saygı değer bir tutumdur. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ından hareketle kullandığı dilin, Türkçenin yetersizliğini örneklerle anlatır. Nesnel bir eleştirmendir. Metinlere dayanmak onun eleştirisinin ana eksenidir.

Yazın Gene Yazın” da edebiyat ve sorunlarını örneklerle yorumlamaya bir ölçü koymaya çabalar. Nesnelliği elden bırakmaz.

” Büyük romancıları hep ağırbaşlı yazarlar olarak düşünmek, yalnızca Flaubert’i değil, neredeyse hiçbirini anlamamak ya da bu da aynı kapıya çıkar, neredeyse hepsini yanlış anlamaktır. Öyle ya ilk büyük romanlar Pantegruel, Don Kişot, Gil Blas de Santillane’ın Öyküsü, gülmece payının fazlasıyla ağır bastığı romanlardır. Romanın yazın türü olarak doruk noktasına ulaştığı XIX yüzyılda da büyük romanlarda alay ve gülmece payı gittikçe artar.” (Yazın Gene Yazın s. 47)

Daha hacimli olan Alıntılar isimli kitabında ise değer olarak diğerlerine oranla daha kısa, bir çırpıda vücut bulmuş eleştirel denemeler yer alır. Ama yazar hiçbir zaman hırçın, dayatmacı, kinci, amirane, hâkimane konuşmaz.

 Mizaç olarak Tahsin Yücel eleştirinin istediği ciddiyeti ve nesnelliği koruyan bir yazardır. O da Enis Batur gibi Batı ile kıyaslayan bir eleştirmendir.

Ama doğu dünyası ile Türk edebiyatı ile aynı oranda ilgileri olduğu söylenemez. Türk edebiyatı konusunda son yüzyılın belli bir süresini eleştirel gözlük altına alır.

 Edebiyatımızın bütün dönemlerini ele alan bir eleştirmenimiz yoktur.

Adalet Ağaoğlu aydın sorunlarını topluma yansıtan bir romancıdır, aynı zamanda bir denemecidir. Serinkanlı bir tutumla nispeten belgelere dayanarak yazdığı denemelerinde edebiyatımızın sorunları, eserleri ve şahıslar hakkında konuşur.

Yakup Kadri Ankara romanında Cumhuriyete geçiş yıllarımızı anlatır.

Adalet Ağaoğlu ise daha oturmuş, kültürel açıdan kimliğini ispat etmiş bir Ankara’yı anlatır, Ölmeye Yatmak’da.

Romanı hakkında denemelerinde de konuşur.

” Ölmeye Yatmak gerçi 1973’de yayımlandı, ama romanın benim kör tutkulu aşkım Ankara’yı bir isyan bayrağı ya da yeni edinilmiş bir mercek gibi adım adım dolaşışı 1968’dir. Her zaman belli bir arayla belleklerimizde gezinecek olan o büyülü zaman… İyicil bir anne gibi her karanlık gecede ” Sabah olunca… Sabah olunca…” diyerek çocuğunu avutmuş olan bu kentin umuduna artık inanmıyordum. Tutkuma başkaldırım ve yalnız ruhu, ülküsü ile değil Ankara’nın coğrafyasıyla da kıyasıya bir hesaplaşmanın ihtiyacını duydum. Romanın baş kişisi Aysel’in sabahın dördü ile tanyeri arasındaki birkaç saatlik Ankara yürüyüşüdür bu. Tarihiyle, coğrafyasıyla neredeyse özdeşleştiği bu kentin, hem Gençlik Park’ına, hem Anıtkabir’e bakan, başkentin yepyeni gökdelen otellerinden birinin üst katlarındaki odasında tepeden tırnağa silkelenişidir.” (Karşılaşmalar. s. 57)

Romancının haysiyetini de savunur

 “Ne zaman, bugünkü Türk romanlarından herhangi birini olumlamak İçin ” Tıpkı filanca İngiliz, falanca Güney Amerikalı romancı gibi yazıyor” olumsuzlamak için de yine “Falanca Alman romancısına özeniyor” biçiminde benzetmeleri bir yerlerde okusam, aklıma bunlar geliyor. Başka hiçbir ülkede, ne aşağılamak, ne övmek için kullanılır bu ölçüt.” (Aynı eser s. 93)
Adalet Ağaoğlu, Tanpınar’ın da zihnini meşgul etmiş olan eşik üzerinde, hayatımızın bu çok anlamlı mekânı ile ilgili yorumları vardır. Ama o Tanpınar’dan daha başka bir şekilde konuya bakar. ” Mikhail Bakhtin’in Karnavaldan Romana adıyla yayınlanmış seçmelerinin önsözüyle Sibel Irak’ın ondan aktardığı gibi: ” Eşik her zaman dönüşümlere gebe bir konum olduğu için, anın açık uçluluğunu, zamanın doğurganlığını da içinde taşır. Anlatıcı yazar (roman yazan diyelim) kahramanın bu konumunu (kahraman için eşiğe ilkin kendisini atan kişi diyelim) başka bir anın, başka bir mekânın sağladığı bir uzaklıktan bakarak betimlenemez. Ne deneyimlerini biriktirip olgunlaşmış bir bilinç olarak geçmişe bakan anlatıcı -kahramanlar, ne da kahramanın zaman ufkunu aşan bir anlatı perspektifi söz konusudur. Bu yüzden, anlatıcı yazarla kahramanlar arasında da tam bir eşanlılıktan söz edilebilir. ” (Öyle Kargaşada Böyle Karşılaşmalar, s. 139)

 Yakup Kadri’nin Kiralık Konak romanının filme alınması onun sinema ile romanın farklarını belirten bir yorumuna neden olur .(Geçerken s.69)

 Romancılar üzerinde konuşur.

” Belli bir akım oluşturmayan ya da nesnel koşullan gereği, yönsemesi şu anda belli bir akım oluşturmamak olan bu, birbirinden ayrı yönelişler, ancak örnekleri üstünde tek tek durularak anlaşılabilir. Dursun Akçam’la Talip Apaydın romanları birbirine benzer. Fakir Baykurt’a benzemeye çalışanlar çoktur. Attila İlhan, Oktay Rıfat’a hiç benzemez. Ben, Attila İlhan’a benzemem; Selim İleri bana benzemez, Ferit Edgü, Oğuz Atay hem hiç kimseye hem birbirlerine benzemezler. Belki hepimiz Batı’dan bir şeylere benzetilebiliriz, ama o kadarıyla. Batı da birbirine benzer zaten. Aynı çağı yaşarken anlam ve teknik farklılıkları sonsuza dek de değişiklik gösteremez.” (Geçerken s. 118)

Edebi denemelerde nesnellik açısından ikinci grup oluşturan Adalet Ağaoğlu,

 Asaf Halet Çelebi, Ahmet Muhip Dranas, Tank Buğra, Cahit Sıtkı, Orhan Veli ve Salah Birsel hareket noktalan bir olan denemecidirler.

Siyasetten uzak sanatı ve edebiyatı, portreleri değerlendirirler.

Orhan Veli kendi sanatını, farklılıklarını savunur.

Salah Birsel Beyoğlu’ndan geçen üdebanın sanki günlüğünü tutar,

 Asaf Halet üdebamızın pek görmediği klasik edebiyatımızın konularını değerlendirir, Dranas’ın yazıları tatsız ve kuru yazılardır.

 Tarık Buğra gazeteci gibi, ayrıca edebiyat muhabbetiyle konuşur.

 Cahit Sıtkı’nın bir tutam yazısı değer hükümleri itibariyle ciddi yorumlar taşır.

Asaf Halet Çelebi Hüsnü Aşk’ı müstesna bir dille ve yorumla tanıtır.

Sade Galip Dede’nin değil, Türk edebiyatının da büyük eseri olan Hüsn ü Aşk, hacminin yüz misli tutacak bir tahlil ve tenkit işine layık olduğu kadar, bin tane Mesnevi’den küçültülmüş denecek derecede sıkıştırılmış en mühim şiir abidelerinden biridir.

Yirmi beş yaşında iken bu muazzam şah eseri ibda eden Galib, kendisinden evvel gelenlerden hiç kimseyi taklit etmeğe tenezzül etmedi. Ne İran, ne Türk şairleri, hatta ne de şarkın tanınmış efsanelerine başvurmak aklından geçmedi.

Binlerce şark şiirine ilham kaynağı olan Yusuf Züleyha, Hüsrev-Şirin veya Leyla -Mecnun gibi meşhur lejantlardan zevk alacak onları yeni baştan tanzim edecek bir istidat ve kabiliyet olmaktan çok üstündü. Onun için hiç kimsenin yürümediği bir yol seçen Galip Dede, en tehlikeli olan tam mücerret bir mevzuu beğendi. Büyük şiirin lejantını kendi uydurdu.” (Bütün Yazılan s. 127)

Mevlana’nın giyimi ile ilgili konuşmaları çarpıcıdır. Mevlana başına  sol omuz üzerine sarkan bir destar sarardı. Bu destar Şems’in ölümüne kadar beyazken sonraları matem alameti olarak duhani duman rengi, siyah denilecek kadar koyu mor, renkle değişmişti.

Peygamberin de böyle giydiği nakledilir. Mevlevi külahından biraz daha alçak olan üstü dar altı geniş doğulmuş deve tüyünden yapılan bu serpuşu bazen Peygamber de giyerdi. Bunu bana merhum Mevlevi Şeyhi Ahmet Remzi Dede Efendi de şimdi ismini hatırlayamayacağım klasik siyer kitaplarından birinde göstermişti” (Bütün Yazıları s. 287)

Çelebi’nin yazıları kimlik dağıtma kurumudur.
Dranas’ın kısa deneme yazılan içinde Tanpınar’ın yaşadığı dönemde nasıl kıymetinin bilinmediği konusundaki yorumlan iç burkucudur. ” Sessiz sedasız, daha garibi, şaşırtmaksızın, ışıkla gölge arası bir kuytulukta yok oluvermek gibi bir ölüm silik ve uzak. Hamdi’nin hayatındaki gibi ölümdeki kaderi de bu oldu. Kendi ölümüne şahit olabilseydi, başlangıcına devamına uygun bu bitişi kendi de beğenir, kusursuz, hatta mükemmele ulaşık şekilde tamamlandım diye memnunluk duyardı. Anlamlarını başkalarına bıraktığı, sadece kelimelerine ve kelimelerin terkibiyle imajlarına önem verdiği şiirlerinin her el atana açılmayan kapılarından birinin ardında kaybolur gibi yok oluş. Bu yüzden, dün gece kitabını karıştırırken şiirlerinin penceresinden yan aydınlık yan karanlıkta, yitik ve pejmürde yüzü ile hep beni seyrediyormuş gibi bir duygu geldi içime. Yaşarken yaşıyor gibi değildi, ölünce de ölmüş gibi olmadı. Bana gelen duygu bu.

 Ölüm haberini gazetede okuduğum zaman içimin burkuluşunu adeta elimle tutarak Hamdi’ye yaraşır bir cümleyle Hamdi’sizliğim başladı, diye düşündüm ama içimin burkuntusundaki acılık bir başka acılıktı, belki de tada benzer bir şey. Ölüm ilk defa, uysal, yatkın, dostça yaklaşmıştı bana. Hamdi’li ölümün adeta bir lezzeti var gibiydi.

 Şiirlerinin tadı sinmişti, belki ölüme de, ama ne olursa olsun, bu marifeti göstermekte acele etmesine mahal yoktu. Hayatta, saçından tırnağına kadar vücudunu dahi düşünceye koymuş olmanın sonsuz tembelliği içinde yaşamaya alışkın Hamdi’nin ölüme girişteki bu tezliğini bir türlü akıl almıyor. En acele etmemesi gereken tek konu buydu.” (Yazılar, s.537)

Salah Bilsel, Cumhuriyet döneminin en velûd deneme yazarlarındandır.

Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu’nda üslup endişesi taşımayan Ahmet Rasimvari üdebanın hayatından garip kesitler sunar. “

Bedri Rahmi herkese Reis diye seslenir. Ama daha çok sevdiklerine söyler bu sözü. Onu sevenler de birbirlerine Reis demeyi alışkanlık haline getirmişlerdir. Bedri o vakitler Tan gazetesinde Yukule’ye Mektuplar adı altında düzyazılar da yayınlamıştır. Çokları bu yazılan şiirlerine yeğler. Bedri’nin lafı açıldı mı hemen onlardan söz etmeye başlarlar. Nisuaz’da Sabahattin Kudret camın önüne oturur gözüne kestirdiği kızların ardına düşmek için hemen caddeye fırlayacak biçimde tetikte bekler” (Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu s. 93)

Sait Faik’in hikâyelerini oluşturan dünyasını anlatır

” Sait’in tanımadığı insan yoktur. Caddede yürür, kahvede, meyhanede mayalaşırken boyna sağa, sola merhabalar yağdırır. Bu selamlardan herkes, işportacıdan tutun da kolacı çıraklarına değin bütün o küçük insanlar topluluğu, o yaşamlarını elle kazananlar, o bir gün çalışmazsa aç kalan işçiler, çocuklar, yaşlılar, sakatlar, fahişeler, ozanlar yani o halkın ta kendisi olan yaratıklar nasibini alır. Sait bu selamlarla o canlı ve gerçek kişilere sanki şunu söylemek ister. Ben de sizdenim ha! Benim sizden ayrılan bir yanım yok” (aynı eser s 187).

Cahit Sıtkı günlük bir dille ama temiz ve arı bir dille denemelerinde bazı şahsiyetler ve eserler üzerinde konuşur.

Abdülhak Hamit’i ve eserini nasıl tanıdığını ve hayatında onun yerini bir roman kahramanını anlatır gibi canlı bir edayla anlatır.

 ” İlk edebiyat dersimde adını duyduğum ilk Türk şairi Abdülhak Hamit oldu. Mektepte hocanın telkinine evde babamın da telkini inzimam edince Hamit kafamın içinde Kaf Dağlarının arkasında ikamet eden devler gibi bir şey oluverdi. Edebiyat derslerim ilerledikçe ona Şair-i Azam, Dahi-i Azam sıfatlarının da verildiğini duydum. Çocuk saffetimle Hamid’e körü körüne inanışım, edebiyatı mektep dersi olmak sefaletinden kurtarıp gönlümde bir kara sevda, kafamda bir fikr-i sabit, hayatımda bir tek gaye haline getirinceye kadar devam etti. Vakta ki birçok şairlerin sofrasına oturarak o sagardan içip yandım, o iksir ile düştüm, anladım ki Hamid’e inanmak şöyle dursun, onu tanımış bile değilim.

Ondan sonradır ki kendisine Türk şiirinde en büyük payeler tevcih edilen, en murassa nişanlar takılan bu yarı reel yarı efsanevi şahsiyeti tanımak bende bir an evvel tatmini gereken bir ihtiyaç halini aldı ve bunun üzerine Eşber’in ordusuna gönüllü yazıldım, ummanlarda Davalaciro’nun bahtsız sırdaşı oldum, geldim Makber’ın başında Hamid’le bereber çömeldim, velhasıl hepsini değil de eserlerinin çoğunu okudum.” (Yazılar s.50)

Yahya Kemal’in gazellerinin farkını gösterir.

 ” Yahya Kemal de gazel yazar Edip Ayel de, ikisi de gülden bülbülden bahseder, ikisinin de tarihten ilham aldığı olur. Fakat Yahya Kemal şekli anlamış ve bu anlayışını şiirlerinde muvaffakiyetle tatbik etmiş müstesna bir şair olduğundan şiirlerini hayranlıkla okuruz.

 Edip Ayel’inkilere bir göz atmak lüzumunu bile duymayız.” (Yazılar s. 66)

Cemil Meriç’in denemeleri kendine özgü,

 Batı fikir hayatı ile karşılaştırmalı, Batı’nın bize yansımalarının eleştirildiği, zaman zaman objektif, bazen dayatmacı, duygusal, alaycı yorumlarla, sağlıklı endişelerle doludur.

 Ansiklopedik hafızası zengindir. Ama bu zenginlik Batı özellikle Fransız edebiyatı üzerindedir. Doğu ile özellikle edebiyatımız ile ilgili konularda denemeler yeterli belgeden mahrumdur. Bütün bu yönleri ile Cemil Meriç farklı bir üslubu ve konuyu ele alış tarzı olan büyük bir eleştirel gözlüktür. Mağaradakiler, Kırk Anbar isimli kitapları bir kitap gibi düzenlenmiş intibaını verirse de ara bölümler ve ana bölümler denemenin göreceli ve inadına hür yapısından kurtulamazlar. Onu, eleştirel mizacını şu satırlar iyi yansıtır.

“Avrupa’nın düşünce sefaletini belgeleyen bir kelime; Kültür.

Kaypak, karardık, samimiyetsiz. Tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mana.

 Kelime değil, bukalemun. Kroeber ile Klukhohn, kültürün şimdilik 161 tarifini tespit etmişler.

 Bu uğursuz kelime dilimize iki ayrı kaynaktan girmiş: Fransızcadan, Amerikanca’dan. Fransızca kültürün Türkçe karşılığı: İrfan.

Amerikanca kültürün: Medeniyet.

İrfan nedir?

Bugünkü Avrupa için, bazen bir fikirler hamulesi, bazen modanın gerektirdiği bir cila. Ama her zaman imtiyazlı bir zümrenin kendinden olanları tanımasına yarayan bir klişeler yığını” . (Mağaradakiler s. 38)

Politika-edebiyat ilişkisi içinde deneme yazanlar ise İsmail Habib Sevük, Yılmaz Karakoyunlu, Attila İlhan’dır.

Yılmaz Karakoyunlu Pembe Donlu Köstebek isimli siyasi denemelerinde zengin tarihi ve edebi bilgilerle günü aşamayan siyasi haberlere bir estetik ve zenginlik getirir. O günlerin getirdiğini günlerin götüremediği haline getirebilir.

” Osmanlı devletinin kuruluşunda ahiliğin yanı sıra, kaynağını Orta Asya’dan alan ve Ahmet Yesevi sufiliğine dayanan kadronun da etkisi büyüktür. Yesevi tarikatının temsilcileri olan Alperenler, Osmanlı devletinin temellerinde sufıliğin ilkelerine yer vermişlerdir.

Konur Alp, Turgut Alp, Hasan Alp, Abdal Murat, Geyikli baba gibi tanınmış Alperenler, Orhan Gazi zamanında savaşlarda Yeniçerileri yöneten önemli komutanlar ve tarikat şeyhleri olarak görevler üstlenmişlerdi.” (Pembe Donlu Köstebek s. 45)

Tarihimizdeki iltifat geleneğini de sorgular

“Yüce Allah’a şükranların ifade edildiği tevhidler ve münacatlar ile Peygamberimizi öven naatlar dışında devlet adamlarını göklere çıkaran methiyeler veya yerin dibine batıran hicviyeler ile süslenen zengin bir külliyat vardır. Hele kasideler Osmanlı Sarayının yağ çekme edebiyatının muhteşem örneklerini oluştururlar. Zaman zaman devlet büyüklerinin bu kasidelerle ilahlaştırıldığı bile olur.” (Aynı eser s. 127)

Siyasi denemenin ustası Attila İlhan’dır.

Gerçekçilik Savaşı isimli eserinde Cahit Sıtkı’yı yerden yere vurur. Muhtevayı esas almayan, toplum için olmayan edebiyatı kabul etmez. Sanatçının yüzünü topluma dönünce kişiliğini bulduğuna kanidir.

Yaşar Nabi’nin Fikret ile ilgili yorumlarına katılır.” Tevfik Fikret asıl şahsiyetini içtimai mevzulara alaka göstermeye başladıktan sonra buldu. Bugün Fikret’ten en çok okunan, büyüklüğünü meydana getiren şiirleri devrinin kötülüklerine isyan eden ileriye ümitle bakan gelecek iyi günleri hasretle anan, fazilet ve doğruluk telkin eden manzumeleridir.” (Gerçekçilik Savaşı s. 67)

 Değerlendirmeleri muayyen bir dünya görüşünün esas alındığı yorumlardır. Ama büyük oranda sağlıklı edebiyat eleştirileridir. O kendine has bir milliyetçilik penceresinden olaylara bakar. Hangi Edebiyat yürürlükteki edebiyatı bir millete ve topluma heyecan ve doku vermekten uzak gördüğünü biraz da alay ve üzüntü içinde anlatır. Sağdan çok solu yargılar.

İsmail Habib O Zamanlar isimli deneme kitabında neleri anlattığını kitabın başında belirtir.

” Bu kitapta toplanan yazılara O Zamanlar denmesi kıymetin yazılarda değil yazılan zamanlarda görülmesindendir. Milli Mücadele, İstiklal Savaşı gibi adlar verilen üç dört yıllık zaman bütün mazide yoktu; çünkü Türk milleti bütün mazisinde felaketin o kadar sonsuzuna düşmemişti ki o kadar sonsuz bir şahlanış fırsatı eline geçmişti diyebilelim. O zamanlar Türk milletinin kutsiyetidir. Hepimiz bütün küçük hislerin üstüne çıkarak hepimizin ayakları bu fani dünyanın çatlak maddiyatından ayrılmış, hepimiz büyük davanın humması içinde etten ve kemikten değilmişiz gibi yaşadık.” (O Zamanlar s, 5)

İsmail Habib olaylara zengin hatıralar ve anekdotlar  tarihi olaylar katarak onları zenginleştirir. “Çelebi Sultan Mehmet bir hastalığa tutulmuştu.

Zamanın bütün doktorları çalışmışlar onu tedavi edememişlerdi, padişahta bir iştahsızlık, günden güne vücuttan düşmüş bir za’fiyet vardı.

 Nihayet zamanın hem en iyi doktoru, hem de en büyük şairi olan Şeyhi padişahın marazını keşfetmiş, tedavinin uzviyetten ziyade ruhta aranmasını söylemiş, kazanacağı herhangi bir zaferle padişahın iyi olacağını temin etmişti: Nitekim Karaman oğluna karşı kazanılan bir zafer padişahı derhal iyi etti” (O Zamanlar s. 58)

Denemeler o günlerin heyecanını, coşkusunu verecek yazılardır.

Halikarnas Balıkçısı coğrafya, mitoloji, kısmen tarih bilgileri üzerine inşa ettiği denemelerinde farklı bir çeşni ve perspektiften konuşur. Merhaba Anadolu, Düşün Yazıları, Anadolu’nun Sesi, Sonsuzluk Sessiz Büyür, Anadolu Efsaneleri, Anadolu Tanrıları, Hey Koca Yurt, Arşipel, Bulamaç onun deneme kitaplarının isimleridir.

Hey Koca Yurt, Anadolu’un kadim tarihi, mitolojisi üzerine yazılardan oluşur.

Özdemir İnce’nin Gördüğünü Kitaba Yaz isimli deneme eleştiri kitabı siyaset, sanat, edebiyat üçgeni içinde kaleme alınmış orta düzeyde nesnellikler ihtiva eden bir eserdir.

Murat Belge’nin denemeleri Roman Üstüne,

Dünya Romanında Son Durum, Sanat ve Politika, Sanatçılar ve Sorunsallar, Eski Edebiyattan, Metin İncelemeleri, Epik Üstüne, Denemeler Değinmeler, İki Konuşma başlıkları altında, Edebiyat Üstüne Yazılar adıyla neşredilmiştir.

 İlk baskısı 1994 de çıkan eserde Murat Belge nesnel ve objektif bir kriter kullanır. Eserin önsözünde eleştirilerine hâkim olan felsefeyi anlatır

“Bütün bu tavır alışlarda, katı ve dogmatik olmayan bir konum oluşturmak istedim. Ayrıca ele aldığım eserin yakınına sokulmaya, birtakım kuşbakışı yargılarla değerlendirmeler yapmaktan kaçınmaya çalıştım. Bu Marksist eleştiri geleneğinde beni tedirgin eden bir üsluptur. Son analizde sanata dışsal bir yükseltide durup, falanca iyi, filanca kötü diye genellemeler yapmak. Ama sanat ürününe istediğim yakınlıktan bakmanın yöntemini Marksist gelenekte bulamadım doğrusu.

Dolayısıyla başka eleştirel disiplin ve okullar içinde aradım metne yaklaşma yöntemlerini. Örneğin Anglo Sakson eleştiri geleneğinin, yazar -anlatıcı-anlatı -metin ilişkilerinden yola çıkan yöntemleri. Bunda bir sakınca olduğuna inanmıyorum. İnsan aklının üretken olmasının tek bir kanalı yoktur, yöntem düzeyindeki eklektizm, bütünün eklektik olmasını da gerektirmez; neyi ne için ve nasıl kullandığını bilmektir sorun.

Sanıyorum eleştirmen olarak tanıdığım kadarıyla değindiğim dogmatik olmama çabasıydı beni tanımlayan. Bu çerçevede kendimi derdini anlatabilmiş saymam mümkün. Ama şimdi bir kitapta toplamak üzere bu yazılan yeniden okurken bir yığın devrimci basmakalıplık ettiğimi de görüyorum.” (Edebiyat Üstüne Yazılar s. 11)

Yazarın eleştirileri bu iddiasını doğrulayacak olgunluktadır.

Son dönemde yayınlanan Orhan Okay’ın

Silik Fotoğraflar isimli eseri sanat, edebiyat, akademik hayat ve tarihimizden önemli simaları yakın bir perspektiften ele alır. Titiz bir dil, berrak bir tespit, kaybettiklerimize karşı Tanpınar, Selim İleri tutumundan farklı bir nostalji ile yaklaşır. Fikir ve sanat hayatımız üzerinde izleri olan gibi yuvarlak ve ruhsuz bir kelime ile değil, manevi ve ruhi hayatımız ve kompozisyonumuzun bütünlüğü üzerinde izi olan kişiler buraya alınmamış seçilmişlerdir. Denemeci biyografi kitaplarından farklı bir üslup ile hatıralarla canlılık, kısmen de hüzün havası içinde konuşur. Muayyen bir dünya görüşü üzerinde sebat edemeyen ve iki yüz yıldır olumsuza doğru değişen bir toplumda muhafazakar aydınlar doğdukları cemiyet ile bulundukları cemiyet arasındaki mesafeyi görünce zorunlu olarak farklı tarzlarda hüznü hissederler.

Yahya Kemal’den aşağıya, hatta Namık Kemal’den itibaren bu acıyı tespit etmek mümkündür. Hocamın Akif ile ilgili değerlendirmeleri makalelerinden ve metin çözümlerinden farklı ve etkileyicidir. “Mehmet Akif öldüğü zaman beş yaşındaydım. Ne ölümünü, ne cenazesinin kaldırılışı hatta ne konuşulanlar hafızamda iz bırakabildi. Fakat daha sonraki yıllarda onun yakınında veya herhangi bir  vesile ile çevresinde bulunmuş olan insanları tanımak bahtiyarlığına eriştim.

Celal Hoca, merhum Mahir İz, kardeşi Profesör Fahir İz gibi Hasan Basri Hoca da bunlardandı. 1964 de vefat eden Basri Bey’in evinde ve derneklerdeki bazı konuşmalarından tanıdım.

1950’li yılların başında Malta taraflarında bir apartman dairesinde oturan Basri Hoca’yı Nurettin Topçu ile ziyaret ettiğimizde Birinci Büyük Millet Meclisi’ne ait çok dikkate şayan hatıralar anlatmıştı. Bunların çoğunu yazmadı, yazamadı” (Silik Fotoğraflar. S. 31)

Küllüğün tarihi ile ilgili konuşmalarında Hilal Görününce romanında Kırım’ın haşmetli günlerini yâd eden ancak kırık mezar taşlarını ve yıkılmış sarayları gören roman kahramanına benzer.

“Önce küllük kayboldu (önce ekmekler bozuldu gibi) Bayezıt Camii naziresine komşu, bu aynı zamanda hem biraz uhrevi, biraz akademik mekânın İstanbul’un yüreğinden çekilmesiyle sanki bu büyük şehrin büyüsü de bozuldu. Arka arkaya gelen yıkım hareketleri sadece mekânlara ve binalara değil, sanki nesillerin hafızasına da musallattı. Bu hafıza dağarcığını artık izi bile kalmamış insanları, mezar taşları, çeşmeleri, asır dide çınar ve atkestaneleri, hatta külhanbeyleri hatta cinayetleri ile yeniden doldurma işi birkaç himmet sahibi yüklenseydi belki de bir toplumsal bunama illetine uğramayacaktır.” (Aynı eser s. 149)

Orhan Okay’ın Kültür ve Edebiyatımızdan isimli eseri de edebiyat meseleleri, eserler ve portreler üzerinde  yazılmış denemelerden oluşur.

Roman eleştirisi yazan yazarlarımız, eleştirmenlerimizin yazılan deneme türüne girer.

Bunlar roman eleştiri denemeleri olacak şekilde yorumlanmalıdır. Bu başlı başına bir konudur. Hilmi Yavuz, Gürsel Aytaç, Semih Gümüş, Fethi Naci, Berna Moran’ın yazılan bu alana girer. Bunların dışında E dergisi, Gösteri Dergisi, Türk Edebiyatı, Adam Sanat gibi dergilerde ve bazı gazetelerde yazı yazan denemecilerimizi de etüdümüze dâhil edelim. Nilüfer Kuyaş, Buket Uzuner, Elif  Şafak bunlar arasında en dikkati çekenlerdir.

Prof Dr. Himmet Uç

BİBLİYOGRAFYA
Ağaoğlu, Adalet, Öyle Kargaşada Böyle Karşılaşmalar, YKY, İstanbul 2002 Ağaoğlu, Adalet, Karşılaşmalar, YKY, İstanbul 1993 Ağaoğlu, Adalet, Geçerken, RK, İstanbul 1986
Ahmet Haşim, Bize Göre,   İkdam’daki Diğer Yazıları, Dergah, Eylül 1991
Ahmet Haşim, Gurabahane-i Laklakan, Dergah, İstanbul 1991
Ahmet Rasim, Muharrir Bu Ya, MEB, İstanbul 1989
Ahmet Rasim, Şehir Mektupları, MEB, İstanbul 1989
Ataç, Nurullah, Dergilerde, TDK, Ankara 1980
Ataç, Nurullah, Prospero ile Caliban, Can, İstanbul, 1988
Ataç, Okuruma Mektuplar, Can, İstanbul 1988
Ataç, Nurullah, Söyleşiler, TDK, Ankara 1964
Aytaç, Gürsel, Edebiyat Yazılan, I, Gündoğan, 1990, Ankara
Aytaç, Gürsel, Edebiyat Yazılan II, Gündoğan Ankara, 1991
Batur, Enis, Yazının Ucu, Y K Y, 1993, İstanbul
Batur, Enis, Smokinli Berduş, YKY, 2001, İstanbul
Belge, Murat .Edebiyat Üstüne Yazılar, Y K Yjstanbul 1994
Beyatlı, Yahya Kemal, Eğil Dağlar, İFC, İstanbul 1975
Birsel, Salah, Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu, İstanbul 1989
Buğra, Tarık, Düşman Kazanmak Sanatı, Ötügen, İstanbul, 1979
Celebi, Asaf Halet, Bütün Yazılan, (Hakan Sazyek) İstanbul 1998
Dranas, Ahmet Muhip, Yazılar, YKY, İstanbul 2000
Ersoy, Mehmet Akif, Makaleler, Kültür BY, 1990, Ankara
Enginün, İnci, Kitap ve Edebiyat, Dergah, 2001, İstanbul
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Kültür Yokuşu, Bilgi, İstanbul 1995
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Tezek, İstanbul 1987
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Bu Anadolu Var Ya, Bilgi, İstanbul 1993
Eyuboğlu, Bedri Rahmi, Delifışek, Bilgi, İstanbul 1987
Eyuboğlu, Sabahattin, Mavi ve kara, Çağdaş, 1994, İstanbul
Eyuboğlu, Sabahattin, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Cem, Aralık 1980, İstanbul
Göçkün, Önder, Türk Edebiyatı Araştırmaları, Konya 1991 Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt, Bilgi, İstanbul 1994 İlhan, Attila, Hangi Edebiyat, Bilgi, Mart 1993
İlhan, Attila, Gerçekçilik Savaşı, BDS, İstanbul 1983
İnce, Özdemir, Gördüğünü Kitaba Yaz, Doman Kitap, İstanbul 2002
Kaplan, Mehmet, Nesillerin Ruhu, Hareket, İstanbul 1967
Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, Mehmet, Dergah, 1978, İstanbul
Kaplan Mehmet, Dil ve Kültür, Dergah, İstanbul, 1983
Karakoyunlu, Yılmaz, Penbe Donlu Köstebek, Ünit, Ankara 2000
Karaosmanoğlu,   Yakup   Kadri,   Erenlerin   Bağından, MEB, Ankara 1970
Kanık, Orhan Veli, Denize Doğru, Varlık, İstanbul 1969
Meriç, Cemil, Mağaradakiler, Ötügen, İstanbul 1978
Okay, Orhan, Kültür ve Edebiyatımızdan, Akçağ, 1991 Ankara
Okay, Orhan, Silik Fotoğraflar, Ötügen İstanbul, 2001
Sevük, İsmail Habib, O Zamanlar, Kültür BY, Ankara 1981
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Yaşadığım Gibi, Dergah, İstanbul 2000
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Dergah, 1976, İstanbul
Tarancı, Cahit Sıtkı, Yazılar, (Hakan Sazyek) Can, 1995, İstanbul
Yavuz, Hilmi, Kara Güneş, Can, İstanbul 2003
Yücel, Tahsin, Yazın Gene Yazın, YKY, İstanbul 1994
Yücel, Tahsin, Alıntılar, YKYjstanbul 1997
Yücel, Tahsin, Tartışmalar, YK Y, 1993, İstanbul