Uçsuz Bucaksız Kâinatta Bizim Ne İşimiz Var?-1

Muhteşem bir tablo olan gökyüzü-yeryüzü ve kâinat, insan denilen sanat-sever canlının zihni ve duyguları önüne serilmiş. Bütün insanlık binlerce yıldır bu muhteşem ve muazzam sanatın hayranı ve âşığı olarak düşünüyor, geziyor, konuşuyor ve yazıyor. İnsan ve kâinat, İlâhî ahlakın ve güzelliklerin ifadesi olan Esmâ-yı Hüsna ile kurulmuş iki âbidedir. Hem Allah’ın maksadlarını gösteren ve okutan iki İlahî kitaptır. Hem sonsuzluğa açık iki evrensel ruh ve programdır.

İnsanın aklı, geçmiş ve geleceği görüyor. Geleceğin endişeleri, geçmişin üzüntüleri her insanın aklının ayrılmaz hediyeleridir. Bu ezel ve ebede uzanan yapısı ile akıl, kâinat kitabı ve yazılımını okumaya, anlamaya ve yutmaya çalışıyor. Nasıl ki bir programı, onun altyapısı ve çözücü programı olmayan bir bilgisayar tanımıyor, okuyamıyor, algılayamıyor. Aynen öyle de insanın zihin-his-fizik cepheleri ile kâinat arasında da aynı ilişki vardır. İnsanın karanlıktan ve belirsizlikten korkan hislerini düşünürsek, dış dünya ve içindeki her şey —akıl kavramasa ve kuşatamasa dahi— insanın his dünyası ve fizik âlemi açısından belirgindir. Aksi halde insan korkudan ölürdü.

Evet insan, fizik ve his yönünden âlemle bir bütündür. Bir fok balığına veya balinaya yapılan zulmü görünce kalbi sızlar, yüzü ekşir, bedeni irkilir. İsterse bu olayı bilgisayar ekranından izlesin. Hem yüzlerce yıl önce yaşanmış bir işkence veya öldürme sahnesini şu an tasvirli bir şekilde duysa ve dinlese, o anda yaşıyormuş gibi üzülür, ağlar ve acı çeker. Hazır an ve geçmiş zaman böyle bir kalb ve nefs için dipdiridir.

Bitkiler ve hayvanlar da, aynen insanın fizik ve his cephesi gibi bu âlemle barış içinde ve bütünlük arz ederek yaşarlar. Onların âlemle bütünmüşçesine şuurlu tavırlarının, akıllıca hareketlerinin —oysa akılsızdırlar— sırrını Allah şöyle açar: “Rabbin bal arısına vahyetti; vahiyle onu sevk etti…” (Nahl Sûresi, 68-69) Hem yine der: “Her şey namazını ve tesbihini bilir.” (Nûr Sûresi, 41) Bilmek akıllılarda olan bir iş olduğunda göre bu âyet der ki: “Her şey bilinçaltı bir şekilde, kalben ve hissen, bir ilim ve komut olan vahyi alır. O vahiyle bu canlılar dünyasında bütünlük içinde yaşar ve vazifelerini yapar.” On binlerce kuşun havada çarpışmadan dans etmesini, milyonlarca somon balığının binlerce kilometre göç edişlerini, aynı cins ağacın aynı gün farklı mekânlarda çiçek açmasını v.s. çevremizdeki milyonlarca külli vakayı göz önüne getirirsek bu muazzam hakikati gözlerimizle görürüz.

Evet dış dünya ve insanın duygusal-fiziksel cephelerinin uyumu ve barışıklığı, tefekkür eden her aklın gözüne kâinat-insan arasında, aynı hakikati farklı surette görüyormuş imajını verir. Kâinat büyük, muhteşem ve kuşatılmaz boyutu; insan ise, küçük, güzel ve kuşatılır hali gösteriyor. Kur’anın ağaç-meyve modeliyle anlattığı bu ilişkiyi fark eden kozmogoni ve kozmoloji âlimleri kâinata, “Büyük İnsan”; insana, “Küçük Âlem” demişler. Bu ilişkiyi Bediüzzaman Said Nursi özetle, mealen şöyle ifade eder: “Bu yaratılış sistemi bir ağaca benzer. Elementler, bu ağacın dalları; bitkiler, yaprakları; hayvanlar, çiçekleri; insanlar ise meyveleridir. Diğer ağaçlardan farklı olarak bu ağacın meyveleri, şuurludurlar. Nasıl ki bir meyve, kalbindeki çekirdekle, ağacın dallı-budaklı muhteşem yapısıyla sergilediği hakikati, kendi içinde taşır; manevi hayatıyla da içten içe bu hakikati okur ve hisseder. Aynen öyle de insan, bu kâinat ve yaratılış ağacının şuur sahibi meyvesidir; kâinatta görünen muazzam hakikati kendi kalb çekirdeğinde taşır; manen hisseder ve yaşar.” (Sözler, 31. Söz, 3. Esas; 32. Söz, 2. Mevkıf; 2. Şua, 2. Makam)

İnsan kendinde o ağacı tanıtan ve minyatürü olan bir fizik yapı, yaratılış ağacının bütün sanatlı güzelliklerine uzanan sınırsız duygular, kâinat denilen hikmet ve ilim kitabını merakla inceleyen muhteşem zihnî güçler taşır.

Hem insan özellikle yeryüzünde yaratıldığı ve Allah’ın yeryüzü halifesi olması hasebiyle üzerinde yaşadığı yerküre ile arasında çok benzerlikler taşıyor. Mesela insanın kafası, göz-kulak-ağız-burun gibi farklı tat, koku ve yoğunlukta sıvıların aktığı haliyle kaplıca, maden suyu ve normal suyun menbaı olan dağlara benzer. İnsanın kaslı gövdesi, damarları ve kan dolaşım sistemi ile yeraltı su nehirlerini, petrolleri ve ılıcaları içeren toprağa benzer. İnsanın kemikleri, iskeleti sağlayan ve etlerini üstünde tutan sert yapısıyla yerkürenin sırtında toprakları taşıyan kayalarına ve taş tabakalarına benzer. İnsanın tüylü derisi, canlı ve hisseden yapısıyla yeryüzünün canlı, yeşil, ekolojik örtüsüne benzer. İnsanın vücut kılları, dünyanın ormanlarına; vücudunda yaşayan mikroplar ve virüsler ise, yeryüzünün dış ve içindeki canlı floraya benzer. Bu yüzlerce ilişkiler, insanı dünyanın minyatürü olarak gösterir.

Gökyüzü ise insanın, gece ve gündüzü, dört mevsimi, fırtına ve şimşeği, yağmuru ve karı, güneşi ve sıcaklığı yaşayan duygusal yönlerinin benzeridir. Bu benzerlikten ötede ayrıca atmosfer hadiseleri ile insanın duygularının birebir bağı da vardır.

Uçsuz bucaksız görünen uzay ise, insanın zihin ve akıl yönünün genişliğini, derinliğini ve zenginliğini bildirir. Hatta güneş-ay-gezegenler, ışık verici ve yol gösterici hüviyetleri ile insan zihninin aydınlık seviyelerinin bilinçaltı ve bilinçdışı sembolüdürler. Ârifler, bir yıldız ve gezegen; âlimler, bir dolunay ve hilal; hikmet sahipleri ise, ışıl ışıl ve sıcak bir güneş hüviyetindedirler. Kur’an bu sembolik yönü Hz. İbrahim’in kıssası ve Hz. Yusuf’un rüyasını anlattığı En’am ve Yusuf Sûreleri ile açar.

Devam edecek…

Eymen AKÇA