Uçurum

Ruhumu geride bırakan zamana nasıl yetişsin güz? Başka şehirlere yağarken yağmur, bu kentin yağmuru özleyen toprağı nasıl hisseder kendini ve nasıl özlemez ıslanmayı? İnsana dair ne yazarsam yazayım içinde mevsimleri, şehirleri, rüzgârları olan, uzaktan bakıldığında bir kalbi olduğunu hep unutan fakat eksik kalan yanlarıyla yaşamak eyleminin öznesi olmaya çalışan biriyle karşılaşıyor ve ona dair söylenenlerin bir şekilde eksik kaldığını fark ediyorum..
Kalabalıklardan uzaklaşıp toprağa yönelirken aynı zamanda fıtratına yakınlaşan, ‘herkes gibi’ olmak yerine onurlu yalnızlığı tercih eden, sınandığı günahın kollarından kaçıp merhametli bir el arayan insan, yüklemsiz bir cümle gibi tamamlanamıyor. Galiba virgüller de bir gün son noktaya dönüşeceğini unutarak yaşıyor değil mi? Noktalı virgüller mütemâdiyen hatırlatmalı onların da ölümlü olduğunu..
Aradığımız bir şeyler var hep, hakikat gibi, adalet gibi, insanlık gibi.. Kaybettiklerinin peşinde geçip giden ömrünü daha anlamlı hale getirmenin, başka mutluluklara sebep olmanın, başka hayatlara dokunmanın derdinde değilsek eğer bir robottan farkı kalmıyor hiçbirimizin..
Gurbeti ve hüznü taşıyan trenlerin camına çizilen hayaller de daha hızlı tükeniyor artık. Hayatında ilk defa deniz gören bir çocuğun heyecanı ile ona kayıtsız kalan babanın dünyası arasındaki uçurum giderek büyürken kıymet bilmenin ne büyük değer olduğunu bir kez daha anımsıyorum. Büyükler farklı ırktan ya da renkten olduğu için kavga ederken onlar siyah ve beyaz ellerini sımsıkı tutuyorlar. Oyuncakların dünyasından bakarken hayatın çizgi filmine umut dolu gözlerle, futbolu ya da sosyal medyayı çocuğunun yaşama sevincine tercih eden anne babalar, neleri kaçırdığının farkında mı bilmiyorum. Engelli evladıyla sınanan ya da evlat yetimi olan biri için ne kadar anlamlıdır kim bilir yürüyebilmek, konuşabilmek.. Yatağa bağımlı çocuğunun bakışlarını dünyalara değişmeyen anneleri hatırlıyor, sevginin ne çok şeyi değiştireceğine olan inancımı diri tutuyorum.
Vapurda bir aile var karşımda. Ergen tavırlar, kırıcı sözlerle annesine bağırıyor modern çağın derin yalnızı. “Beni anlamıyorsun” diyor. Asgari ücret değerinde spor ayakkabısı alınmamış, çok mutsuzmuş beyefendi şu an tek derdi buymuş! Ne ucuz dertlerin peşinden koşuyorlar değil mi? Ebeveynler ve evlatlar arasındaki uçurum giderek büyürken, geleceğe, değişime dair ümitsiz kalmak yerine onlara nasıl farkındalık bilinci kazandırabileceğimizi konuşmak zorundayız..
Paragraflar arasına perde çekip bir başka sahneden bahsedeceğim. Bu sahnede kimler mi var? Zor şartlarda çalışmalarına rağmen emekleri sömürülen maden işçileri ve onları gece yarılarına kadar bekleyen kızları. Çocuğunun gururu kırılmasın diye yıl sonu etkinliği gibi törenler için üç beş velinin isteği ile alınan kıyafetlere merdiven silerek kazandığı parayı veren annelerden bahsediyorum. Ahlâklı ve liyakat sahibi olsa bile güçlüden yana olmadığı için, işveren gibi düşünmediği, onunla aynı partiden, aynı cemaatten olmadığı için işe alınmayanlar, çağın diplomalı işsizleri var bu sahnede. Herkesin eğitim ve ekonomi uzmanı olduğu bir toplumda gelir düzeyleri arasındaki uçurum giderek büyürken, markette çalıştığı sırada ücretli öğretmenliğe kabul edildiğini öğrenince gözyaşlarıyla sevinen eğitimciler ve onların yetiştireceği sevgi çiçekleri var. Üniversitede okuyan oğlu daha mutlu olsun diye bulaşık yıkayan anneler ve mezun olmasına rağmen iş bulamayıp aynı lokantada garsonluk yapan gençler var hayatın bu sahnesinde. Tezgahına el koyan zabıtaya not bırakarak intihar eden seyyar satıcılardan mı bahsedelim yoksa kentin en kalabalık semtinde kağıt toplayan çocukların yorgun bakışlarından mı?
Okunması zor bir toplumuz. Bunu kabul edelim. Dramatik öykülerden bahsetmek istemez hiç kimse fakat acıları yönetemiyoruz. İdeolojisi olmamalı yoksulluğun. Birilerinin beğenmediğini başkaları hayal bile edemiyor. Yüksek gökdelenlerin bir arka sokağındaki gecekondularda yaşama tutunan insanlarla karşılaşıyoruz. Ve hikayeler arasındaki uçurumu görüp yüzleşmek yerine sanal gıybet halkaları büyütüyoruz. Hayatında hiç yırtık ayakkabı giymemiş, hiç üşümemiş, hiç aç uyumamış, yoklukla değil varlıkla sınanan insanlar, arka sokaklarda yaşanan trajediyi görmek, herhangi bir babanın çaresizliğini anlamak yerine ait olduğu tarafın menfaati uğruna insanlıktan uzak bir anlayışla bakıyor topluma. Adını bilmediğimiz coğrafyaların yetimlerine uzanıyor belki ellerimiz, fakat yanı başımızdaki ihtiyaç sahibini göremiyoruz bazen..
Aramızdaki uçurumları ortadan kaldırıp köprüler inşa etmeli, farklı fikirlere, ırklara, renklere karşı sevgiyle yaklaşmalı, her olaya hikmet penceresinden, her insana ayet gözüyle bakmalıyız. Zerre kadar iyilik ve kötülüğün, dünyaya dair sorumluluklarımızın, yaptıklarımız ve yapmamız gerekenlerin hesabının sorulacağı o gün için hep sahih dertler biriktirelim. “Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez” diyen Neşet Ertaş’ın derdinden bahsediyorum aslında sevgili dost. İnsan yeryüzünü cennete çevirmeli diyorum.  Kalpten kalbe, nefretten sevgiye, zulümden adalete ve merhamete uzansın yollar. Ve biz hep o yolun yolcusu olalım..
Ahmet Polat 
habervakti.com