Yağmurun olsun o senin, güneşin olmasın

Çok mu fazla şey istiyoruz birbirimizden? İnsan insana bu yüzden mi yük geliyor? Fazla değil bence. Fakat önceliklerimiz karışmış. İnsan insanın gözünde gizemini yitirmiş. Aşkla ve hayretle arada bir uyansa da sonra tekrar ülfete bağlanıyor. Ölüyor. Beşiktaş’ın kazanması yanında yeğenimizin maç kazanmasının bir ehemmiyeti yok. Bilmem hangi lokantada yenen meşhur kuru fasulyenin sıradışılığı karşısında evdeki kuru fasulye çaresiz.

Her ne ki, sıradanlaşıyor, artık öncelik sırasından çıkarılıp ‘önemsenmez’ listesine alınıyor. İnsan garanti gördüğü şeyi önemsemez. Parçası saydığı şeyi ayrıca bir dikkatle kollamaz. Birşeyin ‘hep öyle olduğunu’ ve ‘ister istemez öyle olacağını’ düşünüyorsa dua etmeyi bırakır onun için. Peki iman duayı nasıl tetikler? İman, bir yönüyle, hayattaki hiçbirşeyin Allah öyle dilemedikçe ‘ister istemez öyle olmayacağının’ farkında olmaya yaslanır. Bunda yaşanacak şuur açıklığının arttırılması eylemidir iman. Talimidir namaz, oruç ve diğer ibadetler. İradî farkındalıklarla (farkına varmaya zorlamalarla/hatırlatmalarla) uyanıklığın refleks haline getirilmesidir. Fakat bu şuurdan uzaklaşıp deterministleştikçe, yani herşeyi sebep ve sonuç ekseninde ele aldıkça, imanın şu güzelliği kendini gizler ve dua dilimizi terk eder. “Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.

Hem meselâ, sair umur-u lâzımeye muhalif olarak, yağmurun evkat-ı nüzulü o kadar mütehavvildir ki, mugayyebat-ı hamsede dahil olmuştur. Çünkü vücutta en mühim mevki hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için, elbette o âb-ı hayat, o mâ-i rahmet, gaflet veren ve hicap olan yeknesak kaidesine girmeyecek. Belki, doğrudan doğruya Cenâb-ı Mün’im, Muhyî ve Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, perdesiz, elinde tutacak, ta her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak.

Bu, insan adına kendi fıtratından bir uzaklaşmadır. Bakara sûresindeki ifadesiyle katılaşmadır. Kalplerin katılaşmasıdır. Katıyı, sıvıdan ‘aldırmazlığı’ ile de ayırabilirsin. Sıvı, içine atılan taşa, hatta en küçük bir dokunuşa veya bir yerden bir yere taşınışa tepki verir. Bir şekil alır. Yüzünüze heyecanlı bir damla sıçratır veya dalgalanır. Sürekli genişleyen bir tebessüm eder. “Bana dokunduğunu hissettim!” der. Ama katı… Katı, ona kıyasla çevresine kibirle bakar. Daha az etkilenmek daha güçlü olmaktır sanır. Halbuki insanın hilkatindeki bir üstünlükten bahsedeceksek, bu üstünlük ‘hissetmezlik’te veya ‘değişmezlik’te değil, alınganlıktadır. İnsanın da dörtte üçü sıvıdır. Tıpkı dünya gibi…

(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.

Sevilmeyen ve sevmeyen insanların tabiatlarının sertleştiğini düşünüyorum. Çünkü sevmek de sevilmek de daha kolay etkilenir olmayı/yumuşamayı içinde barındırıyor. Birisinin kalbine girmesine, ona ihtiyaç duyarak, izin veriyorsun ve o artık içerideki domino taşlarını istediği gibi devirebiliyor. Büyük yetki!

“Platonik zordur, herşeyi üzerine alınırsın…” derler ya, bunda bir hakikat var. Aslında her aşkta bu sır var. Tendeki katılığın terkidir âşık olmak. Belki bu yüzden, etkilenmemeyi güçlülük sayanlar için korkulacak birşeydir. Ve bu yüzden bir erkek kadın kalbindeki gücü anlayamaz. ‘Şefkat kahramanlığı’ nedir bilemez. Kadın onun için hep kendisine kıyasla aciz bir canlıdır. Çok fazla alınır. Çok fazla endişelenir. Çok fazla umursar. Çok fazla düşünür. Çok fazla dahil olur. Çok fazla vehmeder. Çok fazla… Bu ‘aşağı’ olmanın delili mi peki? Fakrın penceresinden bakarsan, ağaç taştan, insan ağaçtan daha zayıftır. Çünkü ihtiyaçları daha çoktur. Ama aynı zamanda daha da kıymetlidir.

Duygularımız, hatta onun öncesinde ihtiyaçlarımız, bizim dünyaya dahil oluş biçimlerimiz. Muhtaçlığımız kadar bilme şeklimiz var. Arzumuz kadar hayalimiz. Duygularımız kadar etkilenişimiz. Allah ‘muhtaç ederek’ bize öğretiyor. İhtiyacı olmayanı terbiye edemezsin. Güneşin doğuşu kadar bize ‘garanti’ gelseydi yağmur onun için dua eder miydik? Dışımızdaki dünyayı renkleriyle ayırabiliyoruz. Yedi renk ve onların belli oranlarda karışmalarından oluşmuş ara renkler. Duygular da yine bu tarz bir işlev görüyor bizde. Kızıyoruz, seviyoruz, nefret ediyoruz, hoşlanıyoruz, neşeleniyoruz. Hepsi birer renk. Ve her bir varlık bu misalî âlemde bir renge bürünüyor. Bu renk ve duygu benzerliğinden dolayı belki de kederi-siyaha, hüznü-sarıya, masumiyeti-beyaza benzetiyoruz.

Erkeklerde ‘duygularını belli etmeme’ bir ölçüye kadar mazur görülür. Daha çok içerde yaşamayı severler hâdiseleri. Taşırmak istemezler. Taştığında zayıfladığı zannına kapılır. Daha evvel hiçbir evladının başını okşamadığını söyleyen bir sahabiye Efendimiz aleyhissalatuvesselamın yaptığı uyarıda da bu vardır sanki: “Allah senin kalbine merhamet koymamışsa ben ne yapabilirim?” Bir çocuk başını okşamakla olsun, duygularını belli etmenin zaaf olduğunu düşünen erkek, namazda veya duada Allah’a kendini nasıl açık edecektir? Kula teşekkür etmeyen Allah’a nasıl şükredecektir? Nasıl Rabbine içini dökecektir, böylesine talimsiz. Yine belki bu yüzden annemin dilini dilimden daha dualı bulurum. Ben ondan daha çok Allah’a dair okuma yapmışken (ki onun okuma yazması da yoktur) o benden daha çok Allah’a düşkündür. Çünkü o paylaşabilir. Ben erkeğim. Benim duvarlarım var. Ben hâlâ korkuyorum.

Hatırlayalım. Eşler arasındaki gerilimlerin en büyük nedenlerinden birisidir: Kadın gün boyunca yaşadıklarını veya düşündüklerini anlatır da anlatır. Bir sonuca varabilmek için değil, sırf paylaşmış olmak için, anlatır. Bu erkek için tamamen yabancı bir düşünme biçimi. Birşey sırf ‘paylaşmış olmak için’ nasıl anlatılır? Bir sonuca götürmeyecekse, bir yere varılmayacaksa, daha doğrusu zâhiren görülen/elde edilen bir kârı yoksa, bir eylemin erkek için anlamı nedir? Yoktur. Veya çok azdır. Paylaşmak araçtır erkek için. Kadın için amacın ta kendisi. Bu yüzden erkek sıradanlaştırdığı veya parçası saydığı kadının anlattıklarını daha az önemser. (Nitekim evlendikten sonra erkeğin değiştiğini söyleyenler de aslında bunun şokunu yaşayanlardır.) Önemsememek hem karizmatik hem kırıcıdır. Dost alınır. Düşman şaşırır. Kimi dinlediğinle ortaya çıkıyor biraz da kimde dinlendiğin. En iyisi, yağmurun olsun o senin, güneşin olmasın. Hayret etmeyi bırakma ki duyacakların bitmesin.

Ahmet AY – risalehaber.com