Yalancı İştah Adamı Obez Yapar

Doğrusu bedenimizdeki fazla kiloların da bir israf türü olduğu gerçeği pek de göz önünde tuttuğum bir düşünce değildi. Ta ki mayıs ayında Philadelphia’da 165’incisi gerçekleştirilen Amerikan Psikiyatri Birliği toplantısında duyduğum bir sözün peşine düşene kadar. Orada duyduğum bir cümle, dimağımda yeni bir yol açtı.

Genelde böyle olur, sarf edilen bir ton lafın arasından sadece bir cümle şimşek gibi çakar zihnimde, bir şeyler aydınlanır birden bire. Öyle sırtımda gerekli gereksiz bütün bilgileri yüklenip dönmem toplantılardan.

Obezitenin kognitif terapisiyle ilgili bir paneldeydim. Konuşmacılardan biri, kilo sorunu yaşayan kişilerin “gerçek açlık hissi” ile “yeme arzusu” ya da “can çekmesi”ni ciddi şekilde birbirine karıştırdıklarını söyledi. Bu kavramlaştırma bana hiç de yabancı değildi. Bunu daha önce bir yerde okumuştum, ama nerede? Düşündüm taşındım, hafızanın derinliklerinden bir türlü yüzeye çıkmadı o bilgi, gömülü kalmıştı orada.

Türkiye’ye döndüm. Said Nursi’nin 1921 yılında yazdığı “Lemeat” isimli eseri okurken, gözlerim fal taşı gibi açıldı. Daha sonra yazdığı “İktisat Risalesi”nin de çekirdeğini teşkil edecek olan, “Zâika (tat alma duyusu) telgrafçıdır; telziz (lezzetlenmek) ile baştan çıkarma” başlıklı bölümde tam da toplantıdaki kavramdan söz ediliyordu. Obezitenin kognitif terapisiyle ilgili son zamanlarda adından sıkça söz ettiren Judith Beck’in daha önce görüp de içeriğini pek beğenmediğim “Beck Diyet Çözümü: Düşüncelerinizi Kilo Vermeye Odaklayın,” isimli kitabını aldım bir koşu.

İnsanın yeme içmeyle ilişkisinde tat alma, koku ve görme duyusunun önemini yazan Zamanın Bedii, “Rezzâk-ı Hakikî”nin rızıkları en güzel biçim ve formda, enva-i çeşit tat ve kokuda yaratarak, muhtaçlar için cazip hale getirdiğini söyler. Ayrıca tat, koku ve görme duyusu rızıklar için bir nevi izinnamedir. Mesela kötü kokan bir yiyeceği yemekten kaçınırız. Biçimli ve güzel görünüşlü yiyecekler iştahımızı daha çok açar. Hele mis gibi kokan bir yiyecek gibisi yoktur. Bu tatlı ve güzel yiyecekleri ilk gördüğümüz andan itibaren vücuttaki salgı sistemi harekete geçer.

Zamanın Bedii, “Zevki baştan çıkarma. Hem, telziz (lezzetlenmek) ile aldatma,” diyerek yeme içmeyle ilgili çok önemli bir uyarıda bulunur. Vücudun ihtiyacı olan rızkı temin amaçlı değil de, sırf ağızdaki tat ve lezzeti tatmin amaçlı yendiğinde, “sonra o da unutur doğru iştiha nedir. Bir iştiha-yı kâzip (yalancı iştah) gelir, başına çatar.” Halbuki “Hakikî lezzet hakikî iştihadan çıkar; doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan.”

Yalancı iştah kavramı hakkında biraz daha bir şeyler öğrenmek için J. Beck’in kitabındaki tanımlara başvurdum. J. Beck, gerçek açlığı ya da gerçek iştahı, “Oruç tutmada olduğu gibi hiçbir şey yemediğimizde midemizin boş olma halinde hissettiğimiz hal,” olarak tanımlıyor. Uzun bir süre yemek yemediğimizde kurt gibi aç oluruz ya, midemizde bir boşluk hissi oluşur, karnımızdan gurultular eksik olmaz, işte böylesi bir andaki iştah Zamanın Bedii’nin “doğru iştah” dediği şeydir.

Bediüzzaman’ın “iştaha-yı kâzip” dediği yalancı iştahı da; gerçekten aç olmadığımız halde ortalıkta yiyecek gördüğümüzde ya da hayalimizde canlandırdığımızda ya da yeteri kadar doyduğumuz halde yemeye devam etme arzusu; başka bir ifadeyle hakiki anlamda aç olmadığımız halde, sırf canımız çekti diye yiyip içme olarak tanımlamak mümkün. Tıka basa yediğiniz bir yemek sırasında, “Karnım doydu ama canım şu tatlıdan ikinci bir porsiyon daha yemek istiyor,” diyorsanız, “yalancı iştah”tan mustaripsiniz ve sadece canınız çektiğinden ya da sadece yeme isteğinden yiyorsunuz demektir.

Bir de “aşırı yeme isteği”nden söz edilir. Bu da, mesela tatlı gibi, belli bir yiyecek için, gibi fiziksel ve duygusal olarak yoğun bir arzu duymaktır. Bu hamilelerin aşermesine benzer.

İşte, bu yalancı iştah, yalnızca “ağızdaki kuvve-i zâikayı (tat alma duyusunu) okşamak” amaçlı yemek yenmesine, yani israfa neden olmaktadır. Bedenimizi birer “yağ çöplüğüne” dönüştüren aşırı kiloların da başlıca sebebi, sırf canımız çektiği için yememizdir.

J. Beck, aşırı kilolu insanların bu üç duygu arasındaki farkı bilmeyip canı bir şey çektiğinde bu arzuyu doyurmak zorunda kalmanın etkisinde kaldıklarını yazar. Bunun önemli bir nedeni de, kilo vermekte zorlanan aşırı kiloluların “açlığa dayanma güçlerinin” olmadığıdır.

Diyet yapmakta zorlanan kişiler acıktıklarında, aşırı açlık sancıları çekerler. Bu his açlık halinin acilen giderilmesi gerektiği duygusunu uyandırır, çünkü açlık hissine dayanamayacakları vehmine kapılırlar. Hemen yiyecek bir şeyler aramaya koyulurlar, buzdolabını açtıkları gibi yiyeceklere ayaküstü saldırırlar. “İhtiyaç” ile “istek, arzu” arasındaki farkı karıştırmaya başladığımızda israfın kapısını da aralamış oluruz. J. Beck’in de dediği gibi, “Pek çok kişi bir haftadan daha uzun süre yemek yemediği halde ölmemiştir.”

Önümüzdeki hafta, açlığa tahammülsüzlüğün iki nedenine yönelik analizlerimi yazmaya çalışacağım nasip olursa.

Mustafa Ulusoy / Zaman