Yeni Bir Neslin İnşası İçin

Başarının ölçülebilir kriterlerinin olduğu ve o kriterleri yakalayan herkesin başarılı sayıldığı bir zaman diliminde yaşıyoruz. Reel ve pozitivist bakış açısına göre zaten öyle olması gereken(!) bu durumun, aslında toplumu içten içe kemirdiğinin farkında değiliz. Bu kriterlere göre kendi “İnsan portresini” inşa eden ve adına “Başarılı insan” denilen, kişilik tiplemesinin çerçevesi hepimizce malum.

Bu tipolojiye göre; bir iş adamıysanız eğer, ne kadar kazandığınız, yıllık cironuzun miktarı, gayrimenkulleriniz önemlidir. Bunların hepsi de ölçülebilir değerlerdir çünkü. Bunları nasıl kazandığınızın, helal-haram ayrımına dikkat edip etmediğinizin, ahlaki değerlerinizin ve insani hassasiyetlerinizin başarı hanesinde kriter olarak değeri yoktur. “Vergilendirilmiş kazancın kutsallığını” sorgulamıyorum bile.

Ne de olsa, kutsanan değerin ‘başarı’ olduğu, ‘başarının’ ise madde ile ölçülür hale geldiği bir zamandayız artık. Peki, ya geleceğimizin teminatı olduğunu iddia ettiğimiz çocuklarımızın durumu? Onların ki bizimkinden bin beter. Çocuklarının başarısı yılsonunda karnelerinde getirdikleri notlarla ve ülke genelinde yapılan SBS, LYS, YGS ve bilumum sınavlarda aldığı puanlarla ölçülüyor artık. Anne-babaya saygı, başkalarına saygı, dürüstlük, yardım severlik, çevre bilinci, kendisiyle ve çevresiyle barışık olma gibi insani değerlerle değil. Bundan dolayıdır ki günümüz gençleri “Her şeyin fiyatını bilen ama maalesef birçok şeyin değerini bilmeyen bir nesil olarak yetişiyor.

Anlayacağınız başarı kavramında bir ters yüz oluş yaşıyoruz. Bedeli ne olursa olsun kazanan, ‘başarılı’ sayılıyor. İnsani değerlerin ve imani ölçülerin çiğnendiği bir kazanca hayır diyebilenler ise, başarısız.

Son dönemlerde “Değerler eğitimi” diye adlandırılan ve müfredat dışı öğrencilere verilmeye çalışılan eğitimleri elbet görmezden geliyor ve takdir etmiyor değilim. Ancak onlarında çok faydalı olduğunu söylemek pek mümkün değil. “Havanda su dövmeyi“ çağrıştıran bu eğitimlerin öğrenci kitlesi üzerinde çok da etkili olduğunu söylemek, şu an için pek de mümkün değil. Neden mi? Anlatılanlar sınavlar da çıkmıyor da ondan(!)…

Yapılan sınavlara yüklenen anlamın değişmediği, başarının yalnızca sınavlardan alınan puanlarla ölçüldüğü bir ortamda Matematik, Fizik, Türkçe vs dışında anlatılanlara kulaklar kapanır. Bizim öğrencilik yıllarımızdaki beden eğitimi, müzik, resim, iş bilgisi gibi insanın sosyalitesini ve üretkenliğini artıran derslere gerçek değerlerini vermememizin en önemli sebebi de bu değil miydi?

Müfredat dâhilin de onlara verdiğimiz eğitimde başarılı sayılmalarının yolu en yüksek notu almaları, sınavlarda en çok neti yapmaları gibi reel ölçülebilir kriterlerle değerlendiriliyor. Oysa “Değerler eğitiminde” yardımlaşma, fedakârlık, arkadaşlık, dostluk gibi kavramlar anlatılıyor. Bu paradoksal ortamda çocuklarımıza ahlaki olarak “bir inci” olmaları yerine sınavlar da “birinci” olmalarının daha önemli olduğunu ve başarı kriterlerine göre ancak bu şekilde başarılı sayılacaklarını farkında olarak veya olmayarak dayatmış oluyoruz.

Elbette ki burada sistemi sorguladığımız ve kusurlu bulduğumuz kadar biz ebeveynler kendimizi de sorgulamalı ve hatalarımızı görmeliyiz. Örneğin sınavda başarılı olamamış çocuğuna, en yakın arkadaşının sınavı kazanmış olmasını, çocuğunun başarısızlığının bir kanıtı olarak defalarca hatırlatması, ister istemez çocuğun en sevdiği arkadaşının başarısız olmasını dilemesine ve arkadaşı hakkında olumsuz duygular beslemesine neden olmaktadır.

Tüm bu ortamda yetişen yeni nesil, ders notlarını arkadaşlarına vermekten kaçınan, çözümü bildiği sorunun çözümünü sırf öğretmeninin gözünde ‘birinci’ olmak için söylemeyen, en sevdiği arkadaşına girdikleri sınavlarda kendisinden daha yüksek puan aldığı için haset eden, bencil bir nesil olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu hastalıklı Batı tipi başarı (Amaca giden her yol mubahtır…) anlayışından kurtulmanın en kolay yolu, kendi başarı kriterlerimizi çocuklarımıza öğretmeli ve başarının sadece ölçülebilen kriterlerle oluşmadığını gündelik pratiğimizle onlara göstermeliyiz.

Başarıya giden/amaca giden her yol mubahtır anlayışının bizim inanç sistemimizle uyuşmadığının en iyi örneklerinden biri asrısaadette Huzeyfe bin Yeman ile babasının yaşadıkları olaydır. Resulullah’ın Bedir’de ancak 300 sahabeyle 900’ü aşkın iyi silahlanmış Kureyşliye karşı savaşma durumunda iken sergilediği bir tavır, bunun net bir ifadesidir. Bu savaş halinden habersiz bir şekilde Yemen canibinden Medine’ye doğru gelen Huzeyfe b. Yeman ve babasının yolu, Bedir kuyusu civarında Kureyş ordusu tarafından kesilecek; ikisi ancak serbest bırakıldıklarında İslam ordusuna katılmayacaklarına söz vermeleri şartıyla serbest bırakılacaklardı. Huzeyfe ve babası bu sefer az ilerde Hz. Peygamber ve ashabıyla karşılaştığında, iki ordu arasındaki apaçık sayı farkını görecek; bu ise onları Kureyş müşriklerine verdikleri sözü unutmaya sevk edecekti. Ancak aradaki sayı ve silah farkı ne kadar fazla olursa olsun, Resulullah’ın kalbinde verilen söz çiğnenerek zafer kazanmalarını ve kazanırken kaybetmelerini istemiyordu! Huzeyfe ve babasına Mekke’ye dönün! Onlara vermiş olduğunuz sözü yerine getirin! demişti.
İşte bizim başarı ve kazanma anlayışımız…

Bu ve buna benzer bizim kriterlerimizden oluşan bir anlayış çocuklarımıza, gelecek nesillerimize mutlaka aktarılmalıdır. Ayrıca onlara altını çizerek şunları vurgulamalıyız:

Biz başarmaya mecbur değiliz. Gayret göstermeye mecburuz. Başarı yüceltmez bizi, o Allah’tandır çünkü. Bizi gayretimiz yüceltir, başaramasak bile.

Bu değerleri onlara aktaramazsak ne mi olur?

Kendinden başka kimseyi düşünmeyen, çıkarcı, menfaati adına her türlü gayri meşru teklifleri kabul eden, bir üst mevkiye/makama terfi edebilmek için yani “Başarılı” olduğunu, ispat edebilmek için her türlü gayri ahlaki özellikler sergileyen hedonis ve pragmatist bir nesil yetişir.

Daha ne olsun?

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org