Yeni Neslin Kapısında Durulmaz!

O bir saîd, mutlu ve huzurlu. Elinde muhtefîce okuduğu kitap 10. Söz Haşir bahsi. Kimden mi bahsediyorum? Şehir içi otobüste 10-12 dakikalık bir yolculukta bile cebinde taşıdığı küçük risâleyi çıkarıp okuyan biri: Said, 12-14 yaşlarında yaşı küçük olanlardan biri sadece.

Sınava gitmek için bindiğim otobüste boş koltukların birine oturduktan sonra farkına vardım; küçük gibi gözüken, yüreği büyük Said’i.

Otobüs duraktan durağa kalabalıklaşmaya başladığı sıralarda sağımda bulunan küçük Said sol cebinden çıkardığı risâlenin satırları arasına dalıp gitmeye başladı. Kalabalık otobüsün boğunukluğunda, Said’in manzarasına bakınca ayrı pencere açıldı bende, ferahlandım adeta. Ve üniversiteye kadar olan kısa yolculuğumda gözlerimi ondan alamadım. Müsmekât bu manzaraya gıpta ediyordur. “Elhamdülillah, mâşâallah” diyorum Said’in her sayfayı çevirişinde.

Kısa ve mânâlı düşünmeye başlıyorum. Düşünüyorum, imdad isteyen insanlığa âcil yardımı sağlayan Nurları. Az sözle çok mânâ ifade eden, az ve öz konuşan Üstadı. Ve küçük Said gibi daha nicelerini…

Tefekküre dalıyorum; saf, temiz olan kişilerin nur simasını düşünerek. Leyle-i zulmet-i cehîli, tenvir edeni. Altınların üstünde kıymeti olan sayfalar, içimdeki cahilliği kaldıran benliğimi ‘biz’ yaptıran sayfalar. Taşlık yerlerden geçen insanlığı dümdüz yola sevk ettiren Nur dolu hakikatli sayfalar…

Ne büyük nimet Allahım! Şükürler olsun ki; orada, burada, şurada değil de nurdayız, nurlardayız, kendimizdeyiz.
Genç okurken haşri, yaşamaya başlıyorum haşri. Said, satırların arasında öyle bir zevk ve lezzet alıyor olacak ki, arada bir, iki dudağının arasında çıkan Haşir bahsinde geçen “Hem hiç mümkün müdür ki…” sözlerini duyuyorum.

Hem hiç mâkul müdür ki, hattâ çekirdek kadar her bir mevcuda bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatları taksın da, bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara dünyaya müteveccih yalnız bir çekirdek kadar gâye versin, bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasını gâye yapsın; ve bunları, âlem-i mânâya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın; tâ, hakikî ve lâyık gâyelerini versinler ve bu kadar mühim ihtifâlât-ı mühimmeyi gâyesiz, boş, abes bıraksın, onların yüzünü âlem-i mânâya, âlem-i âhirete çevirmesin; tâ, asıl gâyeleri ve lâyık meyvelerini göstersin? Evet, hiç mümkün müdür ki…

Farkında olmadan sesinin çıkması Said’i utandırmış olacak ki, yüzü kızarmaya başlıyor. Said istifini bozmayarak hemencecik sayfalar arasında bulduğu lezzete geri dönüyor. Bende suhuf-u semâviyeden damlayan bu kitapların bu duyguları yaşatan olduğunu hatırlıyorum. Tebessüm ediyorum.

Final sınavımın stresini azaltan otobüsteki o manzara, sözlerin arasında mânâlı bir söz’e dönüşmüştü. Otobüs üniversite durağına yaklaşmış olacak ki, düşüncelerim bölünüyor, ‘inecek var’ seslerini duymaya başlıyorum ve o manzaraya veda ediyorum.

Çocukluğumuza armağan olsun bu nakarat:

“Bir üstad tanıyorum, o da Bediüzzaman,

bir Üstad tanıyorum, en büyük bir kahraman,

Bir üstad tanıyorum; asrın vekili,

ancak Lâilâhe illallah, elinde duran sancak”.

İçimden de nurlu nesil kapısında asla durulmaz, duramazlar diyerek iniyorum.

Muhammed ZORLU – muhammedzorlu@saidnursi.de

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: