AL-İ İMRÂN-31’deki “BANA”yı Yanlış Mı Anlıyoruz?

“Niyet ettim Allah rızası için…”

Niyet gerektiren bütün ibadetlerimize bu ifadelerle başlarız. Her ne kadar bazılarımız diliyle böyle söylerken, kalbiyle “Niyet ettim Cennete kapağı atmak için…” manasını düşünüyor olsak da, ibadetlerde aslolanın Allah’ın (cc.) rızasını kazanmak, kendimizi O’na sevdirmek olduğunu hepimiz biliriz.

Rabbimizin nazarında itibarımızı arttırmak, O’nun katında daha değerli olabilmek içinse ibadet edip emirlerine uyar, yasakladıklarından da uzak dururuz. Böylece Rabbimize daha sevimli geleceğimizi umarız.

Kısacası, her Müslüman için, kendini Rabbine sevdirmek hedeftir. “Benim Allah’ın sevmesine, benden razı olmasına ihtiyacım yok!” diyen -akıl sağlığı yerinde- bir Müslümana rastlamak mümkün değildir.

Rabbimiz de kendisinin rızasına yaklaştıran davranışları bizlere bildirmiş, kendimizi O’na sevdirebilmek için neler yapmamız gerektiğini bize haber vermiştir.

İşte bunun yollarından bir tanesi Al-i İmran Suresi’nin 31. Ayetinde çıkar karşımıza. Bu ayette Rabbimiz, Hazreti Peygamber’in diliyle, bize, sevgisini kazanmanın yolunu tarif eder:

“(Ey Peygamber!) De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafur – Rahîm’dir.”

Bu yol göstermenin sonucunda her Müslümanın, Hazreti Peygamber’in hayatını inceleyip, ona tabii olması, onun yaptıklarını yapıp kaçtıklarından kaçması beklenir, değil mi?

Nitekim pek çoğumuz Rabbimizin muhabbetini ve rızasını sünnete ittibada ararız.

Onun gibi namaz kılar, onun gibi oruç tutarız; onun gibi tesbihat yapar, onun gibi dua ederiz; onun gibi misvak kullanır, onun gibi yemek yeriz. En azından bunları yapmaya gayret ederiz.

Özetle; Rabbimizi sevdiğimiz için onun elçisine tâbi oluruz. Ve böylece Rabbimizin de bizi sevmesini umarız.

Hazreti Peygamber’in en önemli görevlerinden biri olan tebliği de onun yaptığı gibi yapmaya çalışır bazılarımız. Fakat onun yaptığı gibi, insanları Allah’a kul olmaya davet etmek hassas bir konudur. Rasulullah’ın (sav.) uyguladığı tebliğ metotlarını uygulamak için ilim gerekir, sabır gerekir… Meselâ kavl-i leyyini yani tatlı dille, kibarca meramımızı anlatmayı iyi bilip uygulamamız gerekir.

Bazılarımız bu işi çok iyi becerir. Bazılarımızsa tebliğ yaparken, insanları Allah yoluna davet ederken Al-i İmran 31’i yanlış anlıyoruz sanki!

Kendimizi Efendimizin yerine koyma işini abartıp, ayetteki “bana uyun” ifadesindeki “bana”nın kendimiz olduğunu mu zannediyoruz meselâ?

Nasıl oluyor da Rabbimizin sevgisini kendi onayımıza bağlayabiliyoruz?

Yine o zan sebebiyle hidayetine vesile olduğumuz bir kişinin bize tabi olmasını; bize tebaa, mürit olmasını bekleyebiliyoruz.

Hâlbuki ayette konuşturulan Sevgili Peygamberimizdir (sav.). Cümledeki, ittiba edilmesi gereken özne (bana) de yine sözü söyleyendir. Yani Efendimiz (sav.)… Biz ancak ona uymaya davet edebiliriz.

Peki, kendimizi Allah’ın bir insanı sevmesi için olmazsa olmaz şart sayacak kadar önemli addetmemize sebep olan şey nedir?

Acaba “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” hadis-i şerifinde kast edilen âlimlerden mi sayıyoruz kendimizi?
Reklâmlarda dendiği gibi: O ne özgüven o?

Hâlbuki o kardeşlerimiz bizim için, “hidayet vakti bizimkinden biraz daha sonra gelmiş kardeşlerimiz” olmalıdır sadece.
Her ne kadar Hz. Ali kendisine bir harf öğretenin kölesi olacağını söylese de, bizim vesilemizle hidayete ermesi, hiçbir kardeşimizi bize köle yapmaz. Zaten Hazret-i Peygamber’in (sav.) “ilmin kapısı” diye tarif ettiği zata bir harf öğretebilecek kaç kişi vardır ki dünyada?

Tebliğ yapan kişinin tek derdi muhatabını Rabbine ulaştırmak olmalıdır. Bunu yaparken de kendisi ile meşgul etmemelidir. Muhatabının ömür boyu kazanacağı sevaplardan alacağı pay, tebliğ yapan kişi için zaten büyük bir kazançtır.
Muhatabını ilave bir aidat, yeni bir abone, artı bir oy, bir mürit olarak görüp bu kazancı heba etmenin anlamı var mı?

Tebliğci ayna gibi olmalıdır. Hazreti Peygamberi kendisinde yansıtan, muhatabına o ihtişamı gösteren bir ayna olmalıdır. En güzel aynalarsa, üzerinde yansıttığı görüntüyü bozacak en küçük bir leke bulundurmayan, tertemiz aynalardır.

Dürbün gibi görüntüyü doğru noktaya odaklamalıdır. Rabbimizin yüceliğini, nimetlerini görmekten uzak kalmış gözler için bunları yakına getirmelidir. Ancak merceklerinde toz, kir yapışmış olmamalıdır. Uzağı yakın etmesi gerekirken üzerindeki lekelerle meşgul eden bir dürbün ne işe yarar ki?

Aynadan baktığımızda üzerindeki lekelerden dolayı ne yansıttığını göremiyorsak, dürbünü gözümüze dayadığımızda tek gördüğümüz parmak izlerinden oluşmuş bir sis perdesi ise, her ikisi de göstermek istedikleri şeyi gösteremiyorlar demektir.

Kısacası; insanları Allah’ın yoluna davet eden kişi, nefsini araya koymadan, muhatabını Kur’an’a, Rasulullah’a (sav.) yani doğrudan Rabbine ulaştıracak yola götürmelidir. Nefsini aradan çıkarma konusunda sorun yaşıyorsa, öncelikle bu sorunu halletme gayretinde olmalıdır.

Muhiddin Yenigün

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: