Bak Dinle! Güneş ve Yıldızlar Konuşuyor!
Evrende yüz milyarca yıldız bir araya getirilerek Galaksi adı verilen yıldız kümeleri oluşturulmuştur. Dünyanın da içinde bulunduğu yıldızlar kümesine Samanyolu Galaksisi(gökada) denir. Bunun gibi 4 milyar daha gökada var.
Bize en yakın olan Andromedea Gökadasından gelen bir ışık, saniyede üçyüzbin kilometre süratle ancak 3 milyon yılda gelebilir. Hubble Rose galaksisi ise bizden 25 milyon ışık hızı uzaklıktadır. Peki ya daha ışığı bize ulaşmayan yıldızlar ne olacak? Bu nasıl bir ağaçtır ki en uzak dallarına ve yapraklarına daha ulaşamadık.
*Şu kâinat öyle bir saraydır ki, o sarayda mütemadiyen tahrip ve tamir içinde çalkalanan bir şehir var. Ve o şehirde her vakit harp ve hicret içinde kaynayan bir memleket var. Ve o memlekette her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanan bir âlem var.
Halbuki, o sarayda, o şehirde, o memlekette, o âlemde o derece hayretengiz bir muvazene, bir mizan, bir tevzin hükmediyor; bilbedâhe ispat eder ki, bu hadsiz mevcudatta olan hadsiz tahavvülât ve vâridat ve masarif, herbir anda umum kâinatı görür, nazar-ı teftişinden geçirir birtek Zâtın mizanıyla ölçülür, tartılır.(ASA-YI MUSA)
* Rabbimizi bize tarif eden üç büyük küllî muarrif var. Birisi şu kitâb-ı kâinattır (SÖZLER, 19. Söz)
*Kainat bir şeceredir. Anasır onun dallarıdır. Nebatat yapraklarıdır. Hayvanat onun çiçekleridir. İnsanlar onun semereleridir.(M.NURİYE)
*Semâvatta binler âlem var. Yıldızların bir kısmı, herbiri birer âlem olabilir. Yerde de her bir cins mahlûkat birer âlemdir. Hattâ herbir insan dahi küçük bir âlemdir. (MEKTUBAT,26.Mektup)
*Şu görünen âlem, İlâhî bir dükkân ve bir mahzendir. İçerisinde envâen türlü türlü mensucat kumaşlar, mekûlât yemekler, meşrubat şerbetler vardır.
Bir kısmı kesif, bir kısmı lâtif, bir kısmı zâil, bir kısmı dâimî, bir kısmı katı bir lüb, bir kısmı mâyi ve hâkezâ, her çeşit bulunur. Lâkin bir kısmı icadî bir nescdir. Bir kısmı da tecellîyata bir nakıştır. Felâsifenin dalâletince, icad ile nakış birdir. Ve o dükkân sahibi de mûcib-i bizzattır. (MESNEVİ-İ NURİYE, Zerre)
Evet, evren yaratıldı, güneş, ay, yıldızlar, gezegenler ve galaksiler yerlerini aldılar. Dünya; insanlar, hayvanlar, ağaçlar ve bitkilerin vatanı oldu. Peki bunların her birisinin kendine özel dilleri var mıdır? Bizimle konuşurlar mı? Yoksa konuşuyorlarda biz mi anlayamıyoruz?
İnsanlar ve hayvanlar dilleriyle, hâkimler kararlarıyla, besteciler besteleriyle ve öğrenciler notlarıyla konuşurlar. Acaba tabiattaki varlıklar nasıl konuşurlar?
Evet, gökyüzünü dolduran her bir gök cismi konuşuyor ve böyle gökyüzünde direksiz duruşlarıyla ve sessizliğiyle beraber gürültü çıkarmadan görev yapmasıyla, Yaratıcının birliğine ve O’nun tek idareci olduğuna delili olduğunu haykırıyor. Evrenin bu konuşma diline, ’’lisan-ı hal’’ deniyor. Dikkat edip düşünürsen sen de onların konuştuğunu duyabilir, aklının kulağıyla işitebilir, gözüyle görebilirsin.
Gökyüzündeki her bir yıldız; ölçülü yaratılışı, düzenli oluşumu ve ışıklı gülümseyişle, Yaratıcının İlahlık özelliğindeki haşmeti ve O’nun bir ve tek olduğunu gösterir ve ona şahitlik eder.
Bilim; gözlem yoluyla bunu gözlerken, Matematik, gözlem yapmadan hesaplamayla gözlemden önce aynı tesbiti yapmış, formullerini yazmıştır. Bilimin adımları çok yavaştır, bir önceki bilgilerin üzerine kurulur. Mesela mercekleri bulunmadan, dürbünü ve teleskopları yapamaz. Oradan radyoteleskopları bulunması için çok zaman geçmiştir.
Ama ömürler bitiyor, insan aklıyla gerçeği bulmak için o kadar bekleyemez. Yaşadığı devirdeki bilimsel sonuçlar ona evrenin yaratıcısını buldurabilir. İnsan; evrenin dilini, gürültüsüz, sakin, ölçülü yapılışına bakarak aklıyla çözebilir, vicdanıyla hissedebilir. Ve bundan da sonsuz bir lezzet alır.
* Ve hiçbir ecram-ı semâviye yoktur ki, sükûtuyla, gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, Senin rubûbiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın.
Ve hiçbir yıldız yoktur ki, mevzun hilkatiyle, muntazam vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümâselet ve müşabehet sikkesiyle Senin haşmet-i ulûhiyetine ve vahdâniyetine işaret ve şehadette bulunmasın.
* Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki, bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizâmât-ı âliyemizi ve kavânîn-i ubûdiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun.
Bizler öyle bir Zâtın san’atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semâvâtı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesîregâhımız olan nihayetsiz fezâ-i âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehaddir. Bizler, donanma elektrik lâmbaları gibi, Onun kemâl-i rubûbiyetini gösteren nurânî şâhidleriz ve saltanat-ı rubûbiyetini ilân eden ışıklı bürhanlarız. Herbir tâifemiz, Onun daire-i saltanatında, ulvî, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziyâ veren nurânî hizmetkârlarız. (SÖZLER, 32. Söz)
Oniki gezegenden her bir yıldız; hikmetli hareketi, itaatli davranışı ve intizamlı vazifeleriyle ve önemli uydularıyla, Allah’ın vücüdunun zorunlu olarak varolmasına şahitlik ve İlahlığının saltanatına da işaret ederler.
Evrende bulunan her bir gök cismi; hem kendi başlarına hem de bir bütün olarak apaçık bir şekilde, gökleri ve yeri yaratan bir yaratıcının varlığının zorunluluğuna şahitlik ederler ki O Yaratıcı; atomları ve atomaltı parçacıkları intizamlı bir şekilde idare ettiği gibi gökyüzündeki yıldızları ve gezegenleri de uydularıyla birlikte döndürür ve emrine itaat ettirir. Onlar, yaratıcının varlığına ve birliğine öyle güçlü bir şahitlik ederler ki gökyüzündeki bütün yıldızlar sayısınca açık bire delil oluyorlar.
Aslında evreni dolduran her varlık konuşuyor, bize bir şeyler anlatıyor. Akıl gözüyle, kalp gözüyle onlara kulak verelim. Başkalarının duyduklarını bizler de duyabiliriz.
Güneşle karşılıklı konuşmak mümkün olsaydı, belki de hikmetin diliyle bize şunları söylediğini duyardık:
* Ben musahhar bir memurum. Seyyidimin misafirhânesinde bir mumdârım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakiki mâlik olamam. Çünkü sineğin vücudunda öyle mânevî cevherler ve göz, kulak gibi antika san’atlar var ki, benim dükkânımda yok, daire-i iktidarımın haricindedir. (SÖZLER, 32. Söz)
Gökyüzünü süsleyen varlıklar içinde en güzel olanlardan biri ve de en önemlisi güneştir. Çünkü insan yeryüzünün en nazlı varlığı olduğu gibi güneş de göğün en nazlı varlığıdır. Ama onun aklı, merhameti ve düşünce yeteneği yoktur ki yedi rengi ve ışınları vasıtasıyla canlıları güzelleştirmek istesin. Güneş olsa olsa her şeyi güzelleştiren ve merhametli sonsuz birinin perdesidir. Kaldır da perdeyi bak!
*“Güneş de onlar içinde bir delildir ki, kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. Bu, kudreti her şeye galip ve ilmi herşeyi kuşatan Allah’ın taktiridir.” (Yasin,38)
Şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat Sâniinin vücuduna ve vahdâniyetine güneş gibi parlak ve nurânî bir penceredir.
Evet, Manzume-i Şemsiye denilen küremizle beraber on iki seyyâre, cirmleri küçüklük büyüklük itibâriyle pekçok muhtelif ve mevkîleri uzaklık-yakınlık noktasında pekçok mütefâvit ve sürat-i hareketleri çok mütenevvi’ olduğu halde, kemâl-i intizam ve hikmet ile ve kemâl-i mîzan ile ve bir sâniye kadar şaşırmayarak, hareketleri ve deveranları ve güneşle câzibe kanunu tâbir edilen bir kanun-u İlâhî ile bağlanmaları, yani onlar imamlarına iktidâları, büyük bir mikyasta, bir azamet-i kudret-i İlâhiyeyi ve vahdâniyet-i Rabbâniyeyi gösterir.Çünkü, o câmid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri nihayet derecede intizam ve mîzan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde, muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti ispat ettiğini kıyas et.
Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünkü, bir dakika tesadüf, birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsâdeme etmesine yol açar.
…Hem şemse, kendi mihveri üstünde, câzibe denilen mânevî ipleri yumak yaptırmak için, dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi bir Kadîr-i Zülcelâlin emriyle döndürüp, o seyyârâtı o mânevî iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyârâtı ile, saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir süratle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şemsü’ş-Şümûs cânibine sevk etmek, elbette Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâlin kudretiyle ve emriyledir.
Güyâ, haşmet-i rubûbiyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan Manzume-i Şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır. (SÖZLER, 33. Söz, 21. Pencere)
*Ve on iki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki, hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle Senin vücub-u vücuduna şehadet ve saltanat-ı ulûhiyetine işaret etmesin.
Evet, gökler sekeneleriyle, her biri tek başıyla şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, derece-i bedahette, ey zemin ve gökleri yaratan Yaratıcı, Senin vücub-u vücûduna öyle zâhir şehadet, ve ey zerrâtı muntazam mürekkebatıyla tedbirini gören ve idare eden ve bu seyyare yıldızları manzum peykleriyle döndüren, emrine itaat ettiren, Senin vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli şehadet ederler ki, göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nuranî bürhanlar ve parlak deliller o şehadeti tasdik ederler. (A.MUSA, 2.Kısım)
Gökyüzüne bulutsuz bir gecede bakarsanız paraldayan nice yıldızları görürsünüz. Ya da teleskopla bakarsanız daha da fazlasını görürsünüz. Acaba hal diliyle, bu yıldızlar konuşup bize bir şeyler söylemiyorlar mı?
YILDIZLARI KONUŞTURAN BİR YILDIZNÂME
Dinle de yıldızları şu hutbe-i şîrînine,
Nâme-i nûrunu Hikmet, bak ne takrîr eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisâniyle derler:
“Bir Kadîr-i Zülcelâlin haşmet-i Sultanına.
Birer bürhan-ı nurefşânız vücud-u Sânia,
Hem vahdete, hem kudrete şâhidleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan
Nâzenin mu’cizatı çün melek seyrânına;
Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden
Binler müdakkik gözleriz biz. (Haşiye)
Tûbâ-i hilkatten semâvât şıkkına, hep, Kehkeşân ağsânına;
Bir Cemîl-i Zülcelâlin, dest-i hikmetle takılmış pek güzel meyveleriyiz biz.
Şu semâvât ehline birer mescid-i seyyar, birer hâne-i devvar, birer ulvi âşiyâne;
Birer misbâh-ı nevvar, birer gemi-i Cebbâr, birer tayyareleriz biz.
Bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Hakîm-i Zülcelâlin birer mu’cize-i kudret,
Birer hârika-i san’at-ı Hâlıkâne, birer nâdire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüz bin dil ile, yüz bin bürhan gösteririz; işittiririz insan olan insana.
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü; hak söyleyen âyetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir; Rabbimize musahharız. Müsebbîhiz; zikrederiz âbidâne.
Kehkeşânın halka-i kübrâsına mensup birer meczuplarız biz.” dediklerini hayalen dinledim.
(Haşiye): Yani Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezrâcığı olan zeminin yüzünde hadsiz mu’cizât-ı Kudret teşhir edildiğinden Semâvât âlemindeki melâikeler o mu’cizât-ı, o hârikaları temâşâ ettikleri gibi, ecrâm-ı semâviyenin gözleri hükmünde olan yıldızların dahi, güyâ, melâikeler gibi, zemin yüzündeki nâzenin mesnuâtı gördükçe, Cennet âlemine bakıyorlar. O muvakkat hârikaları bâki bir surette Cennette dâhi müşâhede ediyorlar gibi, bir zemine, bir Cennete bakıyorlar. Yani o iki âleme nezâretleri var demektir. (SÖZLER, 17. Söz)
Dr. Selçuk Eskiçubuk
www.NurNet.Org