Bediüzzaman’ı Ağlatan Olay ve Modern Kuyular

Gençliğin problemleriyle alakalı vermiş olduğum konferansların birinde şunları söylemiştim:

İslamiyet’ten önce yani cahiliye devrinde kız çocukları diri diri kuyulara atılıp öldürülüyordu. Şimdi ise hem kızlar, hem de oğlanlar kuyulara atılıp diri diri öldürülüyor. Dünküler ağlatılarak öldürülüyordu. Bu günküler ise güldürülerek, eğlendirilerek öldürülüyorlar. Sadece kuyular değişti, kuyular modernleşti.

-Neydi acaba o çocuklarımızın atılıp öldürüldüğü modern kuyular? Cevap:

-Gayr-i meşru eğlence âlemlerinin icra edildiği her yer, her sahne ve her ekran günümüz cahiliyesinin modern kuyularıdır. Hatta bunlar, insanımızı ve bilhassa gençlerimizi yutan birer kara deliktir.

Ne hazindir ki kimse de onların bir kuyu veya kara delik olduğunu fark edememektedir. Çünkü onlar makyajlı, çünkü onlar maskeli. Zehirken bal görünmektedirler. Cehennem hurileri, o sahnelerde ve ekranlarda cennet hurileri olarak takdim edilmektedir. Bu modern ve maskeli kuyulara atılan ve onların cezbesine ve cilvesine kapılan insanlar, özellikle gençler manen öldürülmekte, birer canlı cenaze veya hareketli mezar haline getirilmektedirler.

Cahiliye devrinde diri diri kuyulara atılan çocuklar ağlıyordu; Onları o kuyulara atanlar cehenneme gitse de o çocuklar, ağlaya ağlaya cennete gidiyorlardı. Şimdi ise dipsiz, modern kuyu ve birer kara delik haline gelen bir kısım ekran, sahne ve internet âlemlerine atılan gençler ise güle güle, eğlene eğlene, oynaya oynaya cehenneme gidiyorlar. Çünkü eğlenceleri meşru değil. Çünkü bunlar, gayr-ı meşru birlikteliği aşk sanıyorlar. Soyunmayı sanat ve çağdaşlık görüyorlar. Müstehcen kıyafetler içinde kadın-erkek karışık dans etmeği mubah sayıyorlar. Günahları, günah görmüyor, hattâ günahları ibadet aşkıyla işliyorlar. İşte bunlar ve bunlara alkış tutanlar, gülüyorlar, eğleniyorlar, alkışlıyor ve alkışlanıyorlar. Ne yazık ki çılgın bir alkış tufanı içerisinde güle güle, oynaya oynaya ateş ülkesine gidiyorlar.

Dün diri diri kuyulara atılanların arkasından ağlayanları vardı. Baba ağlamasa, anası ağlardı. Bu gün modern kuyulara atılanların arkasından ağlayanları da yok. Çünkü kuyular makyajlı, kuyular maskeli. Görünüşte gençler gençliklerini yaşıyorlar, kimse bilmiyor ki gençler çürüyor, seyretme ve oynama adına ekrana kilitlenen gençler de, aileler de çürüyor. Oynaya oynaya koskoca bir kitle ateşten çukurlara dökülüyorlar.

Çocuklarımıza Ağlayan Adam

Yukarda “Bu gün modern kuyulara yani gayr-i meşru eğlence alemlerine atılan ve manen öldürülüp canlı cenazeler haline getirilen zavallı gençliğin arkasından ağlayanı yok.” dedim.

Değerli dostlarım,

Bu sözümü geri alıyorum. Çünkü onların da arkasından artık bir ağlayanları var. O da Üstad Bediüzzaman Said Nursî’dir. Olağan üstü şartlar altında, dağda, bağda, zindanda, sürgünde, savaşta kaleme aldığı 6000 sayfayı bulan ve Kur’an’ın çağımıza bakan eskimez mesajını Risale-i Nur Külliyatı adıyla, okuyan gençliğin, düşünen beyinlerin önüne koyan bu Zat, bu vatanın evlatlarına ağlıyor.

Ağladığına, dünya zevklerinden mahrum geçen seksen küsur senelik hayatı, eserleri ve şu ifadeleri şahittir:

Bir zaman, bir cumhuriyet bayramında, Eskişehir hapishanesinin penceresinde oturmuştum. Hapishanenin karşısındaki lise mektebinin büyük kızları okulun avlusunda gülerek raks (dans) ediyorlardı. Birden manevi bir sinema ile elli sene sonraki hâlleri bana göründü. Baktım ki o kızlardan elli-atmış tanesinin cesetleri kabirde, çürümüş azap çekiyordu, on tanesi 70-80 yaşına gelmiş çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini koruya- madığından, sevgi beklediği bakışlardan şimdi nefret görüyor. Onların o acınacak hallerine ağladım.

Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar, ağladığımı işittiler, geldiler, sordular. Ben dedim şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”

Bir insanın kendi çocuklarına ağladığını çok görmüşüz. Ama başkasının çocuklarına ağlayanı pek fazla görmüş değiliz. İşte şimdi onu görüyoruz. Bediüzzaman, kendi çocuklarına değil, bütün bir milletin çocuklarına ağlıyordu.

Herkesin derdi kendisi iken, onun derdi herkesti. Herkes kendisini kurtarmanın mücadelesini verirken, o herkesin imanını kurtarmanın mücadelesini verdi. Onun için, her temiz ve duru vicdan tarafından hüsnü kabul gördü.

Ana-babaları sevindiren ve onlara “Çocuklarımız ne güzel eğleniyorlar!” dedirten olay, Bediuzzaman’ı ağlatıyordu. Niçin? Çünkü eğlenceler meşruiyetini ve masumiyetini kaybetmişti. İnançlarda deprem olmuş, haram ve günahlar helal ve sevap sayılır hale gelmişti. Bunun da, belanın tâ kendisi olduğunu kimse fark edemiyordu. Bu gün gayr-ı meşru bir şekilde eğlenenlerin kabirde ve ahirette başlarına ne tür belalar ve azaplar geleceğini O biliyor ve onun için ağlıyordu. Onun şefkati bizim şefkatimize değil, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) şefkatine benziyordu. O peygamber ki dünyaya gelirken ümmeti için ağlamış, yaşarken ümmeti için ağlamış, Mi’raç’ta ümmeti için ağlamış, mahşerde ümmeti için ağlayacak. Tâ ki ümmetinden bir kişi dahi cehenneme düşmesin. Ağlamış, bu ağlamaları ve “Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız!” çığlığı ile ümmetini gayr-ı meşru gülmelerden ve eğlencelerden uzak tutmaya çalışmış ve Allah’a layık şükrü ve ibadeti takdim edememekten dolayı inlemiş, adetâ fani dünyada ağlayın ki baki dünyada ağlamayasınız, ebediyyen gülesiniz, demek istemiştir.

Bu dersi Hz.Peygamber’den (s.a.v) alan Bediüzzaman, kendisini ağlatan o olaydan sonra bütün ciddiyetiyle şunları söylemiştir: “Evet gördüğüm hayal değil, hakikattir. Bu yaz ve bu güzün sonu kış olduğu gibi, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası da kabir ve berzah kışıdır. Eğer gelecek zamanın elli sene sonraki olaylarını gösteren bir sinema olsaydı, bugün gülen ve eğlenen ehl-i dalalet ve sefahetin elli sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi; şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine acılar içinde ağlayacaklardı.

Bediüzzaman, lise mektebinin avlusunda dans eden kızları görmüştü de bu çığlığı atmıştı. Ya bugünkü televizyonlar, internet ve benzeri iletişim araçlarında ki müstehcenlikleri, rezaletleri ve edepsizlikleri görseydi kim bilsin ne söyler ve ne yapardı?

Tavrından, edasından, üslubundan, derdinden, davasından, acısından, muvaffakiyetinden anlaşılıyor ki Bediuzzaman, Kâinat’ın Efendisi’nin asrımızdaki en yüksek , en tatlı, en şefkatli gür sesi ve varisidir.

Fahrettin Razi diyor ki: “Anne babalar çocuklarının sadece dünyevî istikballerini düşünür ve onları dünya acılarından korumaya çalışırlar; ama (Peygamber varisi alimler ise çocukları ve gençleri, hem dünya ve hem de ahiret azabından korumayı düşünürler.

İşte Bediüzzaman o alimlerden biridir ve ağlaması da bundandır. İşte bunun içindir ki biz, bütün âlem bu âlimin farkına varmalıdır, diyoruz. İşte bunun içindir ki biz, çocuğu olmadığı halde, bir milletin çocuklarına ağlayan bu Peygamber varisine ve onun bıraktığı eserlere bütün bir milletin ihtiyacı, hem de minnet ve şükran borcu vardır, diyoruz.

Vehbi Karakaş

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: