Bediüzzaman ve Siyaset (4)
Siyaset birlik ve beraberliğe zarar veriyor:
Üstadı bugünkü siyasî cereyanlara soğuk baktıran diğer bir sebep ise, siyasî tarafgirliğin milletimizin birlik ve beraberlik ruhuna verdiği büyük zarardır. Bu noktanın da yine insanın kalb âlemiyle yakın ilgisi var. İslâm’da Allah için sevmek ve yine Allah için düşmanlık beslemek esastır.
Bir risalede, bir insana zatı için değil, sıfatı için muhabbet edildiğini ifade buyurur. Bu kaide düşmanlık için de geçerli. İnsanların ne etine, ne kemiğine değil, ruhlarında taşıdıkları kötü sıfatlara düşmanlık beslenir. İyinin ve kötünün ölçüsü ise, İlâhî ferman olan Kur’an-ı Kerim’de ve onun tefsiri olan hâdis-i şeriflerde beyan buyrulmuştur. O halde Allah’ın beğenmediği, kerih gördüğü, yasakladığı sıfatlar kimde olursa olsun kötü; O’nun razı olduğu iyi ve güzel sıfatlar ise yine kimde olursa olsun güzeldir. Ama siyasette bu ölçü kaybolur. Kendi siyasî görüşünde olmayanlar her yönden kötü, kendi partilerine mensup olanlar ise her cihetle berrak ve sâfi telâkki edilir. Üstad bu yanlışın insanın kalp ve ruh âleminde yaptığı büyük zararı şu ifadeleriyle güzelce ortaya koyar:
“Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin! ‘Elhubbu fillahi velbuğzu fillahi’ düstur-u Rahmanî yerine, el-iyâzü billah ‘El hubbu fissiyaseti velbuğzu lissiyaseti’ düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine mânen şerik eylemesin.” Kastamonu Lâhikası
Bir başka eserinden:
“Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “Eûzü billâhi mineşşeytani vessiyaseti” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasîyeden çekildim.” Mektûbat
Şefkat, vicdan ve hakikat siyasetten men ediyor:
Üstat Bediüzzaman hazretleri, kendisini siyasetten men eden bir başka ciheti ise şöyle dile getirir:
“Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men ediyor. Çünkü tokada müstehak dinsiz münafıklar onda iki ise, onlara müteallik yedi-sekiz masum, bîçare, çoluk-çocuk, zaif, hasta, ihtiyar var. Belâ ve musibet gelse o sekiz masumlar o belâya düşecekler. Belki o iki münafık dinsiz, daha az zarar görecek. Onun için siyaset yoluyla, idare ve asayişi ihlâl tarzında, neticenin husulü de meşkuk olduğu halde girmek, Risale-i Nur’un mahiyetindeki şefkat, merhamet, hak şakirtlerini men etmiş.”
Bu ifadelerden hemen anlaşılacağı gibi, siyaseti dinsizliğe âlet eden onda iki gibi az bir grup. Gerek bunlara tâbi olanlar, gerekse bunların siyasetle alâkası olmayan çoluk çocukları, hastalar, ihtiyarlar ise onda sekiz. Bu azınlık gruba karşı aktif siyasetle meydana çıkılsa ve şer güçlerin engellemesiyle karşılaşıldığında daha da ileri gidilip “idare ve asayiş ihlâl” edilse, yani Kur’an’a ihlâs ile hizmet eden insanlar yönetimle karşı karşıya getirilse, o zaman iç kavgaya yol açılır. Ve böyle bir çalkantıda o dinsizler, büyük bir ihtimâlle, bir yolunu bulup kendilerini kurtarırlar, ama o masumlara büyük zarar olur.
İşte o masumların hukukunu düşünme inceliği, feraseti, himmeti ve şefkatidir ki, Risale-i Nur talebelerini siyasetten men etmiştir. Zaten vicdan ve hakikat da, masumların cezalandırılmasına cevaz vermez.
Halbuki, ikaz ve irşad yolu, ilim ve tebliğ yolu böyle zararlardan temizdir. Bu yol ile o zâlimler ıslah olmasalar bile, onlara aldananlar, hatta onların çoluk-çocukları imanla, İslâm’la müşerref olabilirler. İşte büyük Üstadı siyasete girmekten ve idareye karışmaktan men eden bu engin şefkat, himmet ve hikmettir.
İşte, asrının mânevî öncüsü olma şerefine mazhar bu büyük insan, böyle bir neticeye şahsî düşüncesiyle değil Kur’an’dan aldığı dersle ulaştığını, “Kur’an bizi siyasetten şiddetle men etmiş” ifadesiyle açıkça ortaya koyuyor. “En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktır.” Emirdağ Lâhikası.
Kökü dışarıda olan cereyanlar:
Üstadın siyaset noktasında üzerinde önemle durduğu bir başka nokta da, siyasete girenlerin kökü dışarıda olan menfî cereyanlara bilmeyerek de olsa âlet olmaları tehlikesidir. “Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak.” Şualar.
Eski Said döneminde dile getirilen bu gerçekler maalesef hâlâ belli bir ölçüde de olsa geçerliğini koruyor. Hâlâ siyasetimizin istiklâline tam kavuştuğunu söyleyemiyoruz. Kanaatimce, bunun en büyük sebebi iktisadî yönden dışa büyük ölçüde bağımlı olmamız. Üstadın, “i’layı kelimatullahın bu zamanda en büyük sebebi” olarak “maddeten terakki”yi görmesi bir yönüyle bu meselemize de bakıyor.
Oy kullanmak siyaset mi?
Son olarak oy kullanma ve mebus olma meselesi üzerinde de biraz durmak isterim. Üstad, Nur hizmetini hiçbir partinin menfaat odağı haline getirmemekle birlikte, seçimlerde kendisi oy kullandığı gibi talebelerine de kullandırmıştır. Bu noktada siyasetten beklediği tek şey, “def-i şer” hizmeti, yani başta Komünizm olmak üzere zararlı cereyanlardan memleketimizi muhafaza etmeleri.
İnsanları irşat ve ıslah görevi ise, ilim adamlarına ve mürşitlere ait. Bu noktada siyasetten bir şey beklemenin bir mânâsı yok.
Üstad, Demokrat Parti’ye rey verdiğini Halk Partisi’ne vermediğini açıkca beyan etmiş ve sebebini de şöyle izah etmiştir.
“Halk Partisi iktidara gelecek olursa, Komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır. Halbuki bir Müslüman kat’iyyen Komünist olamaz, anarşist olur. Bir Müslüman hiçbir zaman ecnebilerle mukayese edilemez. İşte bunun için hayat-ı içtimaîye ve vatanımıza dehşetli bir tehlike teşkil eden bu partinin iktidara gelmemesi için, Demokrat Parti’yi, Kur’an ve vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya çalışıyorum.” Emirdağ Lâhikası.
Üstad, Demokrat Partiyi desteklemesi yanında onlardan bir fayda beklemediğini de açıkça beyan etmiş:
“Biz, Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’an menfaatına kendimizi mecbur biliyoruz. Onlardan hayır beklemek değil; belki dehşetli, baştaki iki cereyana siyasetlerince muârız oldukları için; onların az bir kısmı dine verdikleri zararı, vücudun parçalanmasına bedel, yalnız bir parmağı kesmek gibi pek cüz’î bir zararla pek küllî bir zarardan kurtulmamıza sebeb oluyorlar bildiğimizden, o iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz.” Emirdağ Lâhikası.
Mektupta, sözü edilen iki cereyandan birincisinin, “komünist, dinsizlik cereyanı,” ikincisinin ise, “ifsad komitesi namında bir komite,” olduğu ifade edilir ve bu komitenin hedefi de “müstemlekâtların, Türklerle alâkalarını kesmek için, Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek” şeklinde ortaya konulur.
Aynı mânâyı destekleyen bir başka ifadeleri:
“Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha a’zamüşşerden kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.” Emirdağ Lâhikası.
Bugün artık Komünizm yıkılmış, ülkemizdeki politik kamplaşmalar ideolojik merkezli olmaktan belli bir ölçüde kurtulmuşlar, zıt görüşlü partiler birbirleriyle koalisyonlar kurma noktasına gelmişler ve devletçilikten her geçen gün biraz daha uzaklaşılması ve özel teşebbüse ağırlık verilmesiyle de siyaset eski önemini kaybetmiş.
Üstad, Halk Partiye oy vermenin Komünizm tehlikesini gündeme getireceği o dehşetli dönemde bile, suçu Halk Partisinin yüzde beşine vermiş, partiyi desteklemediği halde partililere düşmanca bir tavır takınmamış ve takındırmamış. Siyasî görüşüne bakmaksızın, iman hizmetini her insana ulaştırmak onun her zaman birinci gayesi olmuş.
Bütün bunlar Nur’un siyaset hakkındaki fevkalade isabetli düsturlarından bir demet. Bunları bilen insan, bu hizmeti hiçbir dünyevî ve siyasî cereyana âlet edemez. Ama, bazı Nur talebeleri siyasete atılmak isteyebilirler. Üstad onlara da bir engel çıkarmamış ama önemli kayıtlar ve şartlar getirmiş:
“Siyaset hesabına değil; belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı kardeşler; Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.” Emirdağ Lâhikası.
Demek ki, siyasete menfaat ve ikbal gibi süflî gayeler için girilmeyecektir. Önemli bir nokta: “Nurların maslahatı namına” siyasete girmek başka, “Nurlar namına” girmek daha başkadır. Birincisi bir niyet meselesidir. İkincisinde ise, siyasete giren şahıs Nur Talebelerinin desteğini arkasında görmek ister. Nurların “her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması”, Nur talebelerini bir siyasî partinin yan kuruluşu gibi çalışmaktan men eder.
Bu nokta dikkate alınmadığında, kırgınlıklar, nazlanmalar, ihtilâflar çıkabilir. Bunun Nur hizmetine vereceği zarar mutlak, siyasetin getireceği menfaat ise tahminî ve hayalîdir. Bu sebeple, şahıslar siyasete ancak kendi namlarına girebilirler, ama Nur talebelerinden kayıtsız şartsız destek bekleme gibi bir ruh haletine girmekten de şiddetle kaçınırlar.