Dünya, Güneş, Burçlar ve İnsanlar
Dünyanın kendi etrafında dönmesiyle gece gündüz, Güneş’in etrafında dönmesiyle de mevsimlerin meydana geldiğini bugün herkes biliyor. Dünya yaratıldığından beri bu kanun geçerli olmasına rağmen, insanların bu bilgiye ulaşmaları için maalesef çok uzun yılların geçmesi ve teleskopların icadını beklemek gerekmiştir.
Astronomi, gökyüzüyle ilgilenmiş, yıldızların hareketlerini dünya ve güneşin durumlarını gözlemlemeye başlamıştır. Ancak Orta çağda Kilise; dünya merkezli bir evrene inandığı ve dünya sabittir dediği için, uzun yıllar kilise bilimle kavgalı olagelmiştir. Sonunda gerçek ortaya çıkmış, 16.yüzyılda Kopernik, güneş merkezli evren teorisini ortaya atmış ve sonra da Galile, bunu desteklemişti.
İslam dünyası ise, ellerinde Dünya-Güneş ilişkilerine ışık tutacak bir hadisi şerif olduğu halde, gökbilim henüz gelişmediğinden bunun anlamını uzun yıllar anlayamamıştı. 16.yüzyıl, Osmanlının zirveye ulaştığı ve rasathanelerin de kurulduğu bir asır olmasına rağmen Kopernik ve Galile’nin bilimsel görüşlerine karşıt veya taraftar fikirlerini bilmiyoruz. Galile, teleskopla gözlemler yaparak bilimsel görüşleriyle kiliseyi karşısına alma ceseratini gösterirken, Osmanlıda mederese hocaları daha çok takvim ve imsakiye hazırlamakla vakitlerini geçirmişlerdir.
Aşağıda sorulan bir soruya Bediüzzaman cevap verirken dünya, güneş ve yıldızların ilişkisinden meydana gelen burçlarla ilgili ve içinde çok anlamlı mecaz ifadeler barındıran bir hadisin, açıklamasını yapmıştır.
Bu hadisin ifade ettiği gerçek mana anlaşılabilseydi çok önceleri Dünyanın güneş etrafında döndüğü ve her ay bir burcun gölgesinin altına geldiği de anlaşılacaktı. Ancak bu hadisin işaret ettiği derin manayı anlayamayan bazı din bilginleri ise bu hadisi, hadis olarak bile kabul etmemişlerdi.
*İbni Abbas (r.a.) gibi zatlara isnad edilen sahih bir rivayet var ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan sormuşlar:”Dünya ne üstündedir?” Ferman etmiş: – Dünya, öküz ve balığın üzerindedir.
Bir rivayette, bir defa -Öküz üzerindedir. – demiş, diğer defada -Balık üzerindedir – demiştir.
……Eski kozmoğrafya nazarında güneş gezer. Güneşin her otuz derecesini bir burç tabir etmişler. O burçlardaki yıldızların aralarında birbirine raptedecek farazî hatlar çekilse, birtek vaziyet hâsıl olduğu vakit, bazı esed (yani arslan) suretini, bazı terazi mânâsına olarak mizan suretini, bazı öküz mânâsına sevr suretini, bazı balık mânâsına hût suretini göstermişler. O münasebete binaen o burçlara o isimler verilmiş. Şu asrın kozmoğrafyası nazarında ise, güneş gezmiyor. O burçlar boş ve muattal ve işsiz kalmışlar. Güneşin bedeline küre-i arz geziyor. Öyleyse, o boş, işsiz burçlar ve yukarıdaki muattal daireler yerine, yerde arzın medar-ı senevîsinde, küçük mikyasta o daireleri teşkil etmek gerektir. Şu halde, burûc-u semâviye, arzın medar-ı senevîsinden temessül edecek. Ve o halde küre-i arz her ayda burûc-u semâviyenin birinin gölgesinde ve misalindedir. Güya arzın medar-ı senevîsi bir ayna hükmünde olarak, semâvî burçlar onda temessül ediyor.
İşte bu vecihle, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, sabıkan zikrettiğimiz gibi, bir defa ‘’Öküz üzerindedir’’ bir defa ‘’Balık üzerindedir’’demiş. Evet, mu’cizü’l-beyan olan lisan-ı Nübüvvete yakışır bir tarzda, gayet derin ve çok asır sonra anlaşılacak bir hakikate işareten, bir defa ‘’Balık üzerindedir’’ demiş. Çünkü küre-i arz, o sualin zamanında Sevr Burcunun misalindeydi. Bir ay sonra yine sorulmuş, ‘’Öküz üzerindedir’’ demiş. Çünkü o vakit küre-i arz Hût Burcunun gölgesindeymiş.
İşte, istikbalde anlaşılacak bu ulvî hakikate işareten ve küre-i arzın vazifesindeki hareketine ve seyahatine imâen ve semâvî burçlar, güneş itibarıyla muattal ve misafirsiz olduklarına ve hakikî işleyen burçlar ise küre-i arzın medar-ı senevîsinde bulunduğuna ve o burçlarda vazife gören ve seyahat eden küre-i arz olduğuna remzen,’’Balık ve öküz üzerindedir’’demiştir. (LEMALAR,14.Lema)
Dünyanın her tarafında güneş; hergün ve her mevsim doğudan doğar, yükselir, alçalır ve batıdan batar. İnsan da önce; anarahmine düşer, burada belli bir süre kaldıktan sonra doğar, büyür, genç olur, olgunluğa erişir, ihtiyarlar ve gün gelir ölür. Yaptığı tüm iyilikler ve eserler de onun ardından unutulur. O, artık kabirde kıyameti beklerken oranın karanlığını aydınlatacak bir ışık beklemektedir. Birgün gelecek, dünya da ölecek ve haşir sabahında herkes birden uyanacaktır.
Dikkatle bakıldığında Dünyanın hareketiyle oluşan gece, gündüz, sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı, gece vakti ve dört mevsimdeki değişimlerle insanın yaşam serüveni arasında, birçok ortak benzerlikler görmek mümkündür. Aşağıda bu benzerliklere bakın nasıl dikkat çekilmiştir.
Güneş doğarken ufukta meydana gelen kızıllığa şafak vakti denir. Bu andan tam doğuş anına kadar geçen zaman; baharın ilk zamanını, insanın ana rahmine düştüğü anları, yer ve göklerin altı devirde yaratılışının ilk aşamasını insanlara hatırlatır. Ve bunları yüce bir yaratıcının yaptığının düşünülmesine dikkatleri çekerler.
*Meselâ fecir zamanı-tulûa kadar-evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı mâdere düştüğü âvânına, hem semâvât ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ihtar eder.
Öğle vakti ise; yaz mevsiminin ortasını, gençliği en olgun zamanını, dünyanın ömrü içinde insanın yaratılma devrini hatırlatır ve sanki onlarla aralarındaki benzerliklere dikkat ettirir. Ve o dönemlerde kendini gösteren ilahi merhamet ve nimetlerle, Allah’ın nasıl bir Rahman olduğunu hatırlatır.
Zuhr zamanı ise yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemâline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-i insan devrine benzer ve işaret eder. Ve onlardaki tecelliyât-ı rahmeti ve füyüzât-ı nimeti hatırlatır.
İkindi vakti; sonbaharı, insanın ihtiyarlık vaktini ve Hz. Muhammed’in ve sahabelerin yaşadığı saadet asrını hayal ettirir. Ve o devirlerde Allah’ın kullarına sunduğu nimetleri hatırlatır.
Asr zamanı ise güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem âhirzaman Peygamberinin (Aleyhissalâtü Vesselâm) Asr-ı Saadetine benzer. Ve onlardaki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve in’âmât-ı ,Rahmâniyeyi ihtar eder.
Akşam vakti; sonbaharın sonunda birçok canlının ölümünü, insanın ölümünü ve dünyanın da kıyamet denilen günün başlangıcında yıkılacağını anlatır. Ve Allah’ın Celal sıfatıyla kendini göstereceği o günü hatırlatır ve insanı gaflet uykusundan uyanmaya çağırır.
Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pekçok mahlûkatın gurûbunu, hem insanın vefâtını, hem dünyanın Kıyâmet ibtidâsındaki harâbiyetini ihtar ile tecelliyât-ı Celâliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.
Yatsı vakti; karanlıklar aleminin; gündüz yapılan bütün işleri siyah bir kefen gibi örtüşüne benzer. Beyaz bir kefen, kış mevsiminde sanki ölmüş gibi olan yeryüzünü kaplamaktadır. Ayrıca ölen kişilerin arkasında bıraktığı eserlerin de birgün unutkanlık perdesi altına gireceğini hatırlatır. İnsanlar için bir sınav yeri olan dünyanın, zamanı gelince kayıtsız şartsız galip ve her an kahretmeye gücü yeten büyüklük sahibi olan Allah’ın tasarrufuyla kapanacağını hatırlatır.
İşâ vakti ise, âlem-i zulümât, nehar âleminin bütün âsârını siyah kefeni ile setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefât etmiş insanın bakıye-i âsârı dahi vefât edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile Kahhâr-ı Zülcelâlin celâlli tasarrufâtını ilân eder.
Gece vakti; hem kışa benzer, hem kabri ve kabir hayatını anlatır. İnsan ruhunun rahmeti bol merhametli bir Allah’a nekadar da muhtaç olduğunu anlatır. Ve gecenin ortasında teheccüd namazına kalkıp kılmak ise, kabir hayatında ve karanlık gecelerinde ona gerekli nasıl bir ışık olacağını bildirir. Gerçek nimetleri veren Allah’ın bütün bu değişimler içinde kullarına sonsuz nimetler verdiğini ve sonsuz şükür ve hamde layık olanın ancak O olduğunu ihtar eder.
Gece vakti ise hem kışı, hem kabri, hem âlem-i berzahı ifham ile, ruh-u beşer rahmet-i Rahmâna ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Ve gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder. Ve bütün bu inkılâbât içinde, Cenâb-ı Mün’im-i Hakikînin nihayetsiz nimetlerini ihtar ile ne derece hamd ve senâya müstehak olduğunu ilân eder.
İkinci sabah; Öldükten sonra diriliş gününün sabahına benzer. Geceden sonra sabahın geleceği, kıştan sonra baharın olacağı nekadar kesin ise haşrşn sabahı ile kabir hayatından sonra bir baharı geleceği de okadar aşikârdır.
İşte beş vaktin her biri kendi başına insanlara önemli değişimleri çağrıştırır. Günlük, yıllık ve yüzyıllık değişimler Allah’ın kudretinin mucizeleri ve rahmetinin hediyeleridir. İnsanlar üzerine kesinlikle borç olan beş vakit namaz; yaratılışın asıl gayesi ve kulluğun esası olarak bilinmelidir. Ve şu vakitlere layık bir şekilde yerine getirilmelidir.
İkinci sabah ise, sabah-ı haşri ihtar eder. Evet, şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı ne kadar mâkul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, berzahın baharı da o kat’iyettedir.
Demek bu beş vaktin herbiri, bir mühim inkılâb başında olduğu ve büyük inkılâbları ihtar ettiği gibi, kudret-i Samedâniyenin tasarrufât-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle hem senevî, hem asrî, hem dehrî Kudretin mu’cizâtını ve Rahmetin hedâyâsını hatırlatır. Demek asıl vazife-i fıtrat ve esâs-ı ubûdiyet ve kat’î borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve ensebdir. (SÖZLER,9.Söz)
Dr. Selçuk Eskiçubuk