Dünyayı süsleyen Said’ler
Her büyük insan gibi, arkasında eskisinden daha zengin bir dünya bıraktı Bediüzzaman.
Ondan önceki dünyada Risale-i Nur yoktu. Âyetü’l-Kübrâ yoktu. Haşir Risalesi yoktu. On Dokuzuncu Söz yoktu. Mucizat-ı Kur’âniye Risalesi yoktu. Heyecanlı bir kitabın sayfaları arasında dolaşırcasına insanı kâinatın ufuklarında dolaştıran, gözüyle görüyormuşçasına bir kesinlikle âhiretin varlığına inandıran, her an Âlemlerin Rabbiyle beraber olmanın hazzını yaşatan, şeffaf satırlarının arasından bütün parlaklığıyla Kur’ân’ı gösteren, dede-torun ilişkisinden daha içten ve sıcak duygularla okuyucuyu Peygamberine bağlayan Sözler yoktu.
Yer ve Gökler Rabbinin takdir ettiği gün gelip de Risaleler Barla’da birer birer telif edilmeye başladığında, İstanbul’un ezelde takdir edilmiş siluetini tamamlayan kubbe ve minareler gibi, bu eserler de, dünyamızın manevî simasında kendilerine ayrılan yerleri doldurdular.
İnsanlık Risale-i Nur’a kavuşmak için neden bu kadar bekledi?
Çünkü ihtiyaç hiçbir zaman bu kadar şiddetli olmamıştı. İnkâr karanlıklarının öylesine yoğunlukla insanlığın üzerine çöktüğü bir başka zaman yoktu. Eskiden cehalet cephesinden gelen saldırılar ilimle püskürtülürken, şimdi bizzat ilim cephesinden gelen topyekûn saldırılar kuşatıyordu insanları.
Risale-i Nur Külliyatı, karanlığın en koyu zamanında, ihtiyacın en şiddetli ânında ve en zorlu şartlar altında telif edildi. Hattâ o zorlu şartlar, bu eserlerin vücuda gelmesine engel olmak şöyle dursun, bir ölçüde onların varlık sebebi halini aldılar. Müellif, bu âleme niçin geldiğini biliyordu. Arı bal yapacak, koyun süt verecek, rüzgâr esecek, yağmur yağacak, güneş doğacak, Bediüzzaman da Risale-i Nur Külliyatını yazacaktı.
Arı balını yaparken, o da kimi zaman dağ başlarında, kimi zaman zindan duvarları arasında imanlı ballarını yaparak insanlığa sundu. Yazdıklarında, yaşadığı zorlukların izi yoktu. Çünkü onun dünyaya baktığı yerden, bin bir Esmânın güzellikleriyle aydınlanmış, renklenmiş, süslenmiş âlemler görünüyor, o da gördüklerini bize anlatıyordu. Onun için, Bediüzzaman ve talebeleri, ne kadar zulme uğramış da olsalar, hiçbir zaman kin ve intikam hislerinin tuzağına düşmediler. Onlar ve onları izleyenler, üç beş fâni şahsın vızıltılarına cevap yetiştirmekten daha önemli bir iş için buradaydılar.
***
Bediüzzaman Said Nursî, arkasında sadece Risale-i Nur Külliyatını bırakmadı. Risale-i Nur’un yaşayan eserleri de, en az risaleler kadar muhteşem eserlerdi. Hulûsi Bey, Hafız Ali, Sabri Efendi, Hüsrev Altınbaşak, Tahirî Mutlu, Ahmet Feyzi, Mehmet Feyzi, Hasan Feyzi, Sıddık Süleyman, Çaycı Emin, Şamlı Hafız, Muhacir Hafız Ahmet, Zübeyir Gündüzalp, Çalışkanlar Hanedanı, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Abdullah Yeğin, Said Özdemir gibi, bir anda akla geliveren yüzlerce, belki binlerce isimli-isimsiz kahraman da işte bu yaşayan eserler arasındaydı. Onlar Risale-i Nur ile öylesine bütünleşmişlerdi ki, Üstadları en yakın talebeleriyle birlikte âniden tutuklanıp götürüldüklerinde, âdetâ “kendiliğinden” denecek bir doğallıkla Üstadlarının hizmetini de omuzlamış ve devrin en zalim müstebitlerini tümüyle âciz bırakan harikulâde bir organizasyonla iman hakikatlerini yurdun en ücra köşelerine kadar yaymışlardı. Bu kadar çok kahramanı böylesine bir tesanüdle etrafında toplayan bir dâvânın benzerine tarihte kolay kolay rastlanmaz.
Risale-i Nur’un bir başka benzersiz özelliği de, her sınıf ve seviyeden insanları bir araya getirmesiydi. Ümmîler ve âlimler, çocuklar ve yaşlılar, köylüler ve kentliler, kadınlar ve erkekler onun ders halkasında aynı iman hakikatlerini soludular, aynı tecrübeleri yaşadılar, aynı duygularla dolup taştılar. Yaşayarak yazılan eserler, yaşanarak okundu. Belki onlardan birçoğu okuduklarını nasıl anladığını bilmiyordu, ama anladığını biliyordu. Çünkü okuduğunu yaşıyordu ve yaşadığını fark ediyordu. Onun için Risale-i Nur’lar, ilk telif ânından itibaren insanları etrafında pervane gibi topladı ve dalga dalga yayılarak dünyanın dört bucağına İslâm imanının neş’esini ulaştırdı. Risale-i Nur Müellifinin vefatı üzerinden yarım asır bile geçmeden, eserleri belli başlı bütün dillere çevrildi, hemen hemen bütün ülkelerde Nur dershaneleri açıldı. Herhangi bir anda, bu gezegenin kimbilir kaç köşesinde, kaç lisanla bu eserler okunuyor. Okunuyor da, okuyan diller bir türlü okumaya doymuyor. Zira iman derslerinin tadına doyum olmuyor.
***
1927 yılının baharında Kâinat Seyyahının “Yaz kardeşim!” hitabıyla başlayan macera, görünürde bir risalenin telifinden ibaretti. O gün kim bilebilirdi bu iki basit kelimenin âlemşümul bir iman inkılâbını başlatan bir emir olduğunu?
Kalemler o emirle birlikte yazmaya başladı. Her eser yazıldıkça, bu dünyanın eksik taşlarından biri tamamlandı. Yazılan eserler, onların etrafında halelenen fazilet timsali insanların hayatlarıyla şerh edildi. Sonunda, Risale-Üstad-Talebe üçlüsünden meydana gelen ve sürekli olarak serpilip gelişen bir iman cereyanı dünyamızı sardı.
Tıpkı rengârenk örtüleriyle yerin yüzünü süsleyen baharlar gibi, bu iman cereyanı da her an yeni yeni eserleriyle dünyamızın manevî simasını süslemeye devam ediyor.
Görmesek de, görmüş gibi biliyoruz ki, şu anda, belki çok yakınımızda, belki çok uzaklarda, bir insanın gönlüne Risalelerden iman ateşi düşüyor.
Ateşin düştüğü yerde bir Said doğuyor.
Orada “Niçin Üstadın mezarı yok?” sorusu da cevap buluyor.
Çünkü mezarlar ancak ölüleri ağırlar.
Said’ler ise sadece doğarlar.
Ümit Şimşek