Evliyanın Reisi Abdülkadir-i Geylani (k.s)

Cenab-ı Hakk’ın has kulları,  sadık dostları, gerçek âşıkları ve hakiki muhipleri sayısızdır. Bu müstesna zatların tek gayeleri,  marifetullah, muhabbetullah ve amel-i salih ile Allah’ın rızasına mazhariyettir. Başta Peygamber Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere yüz yirmi dört bin enbiya-i izam hazretleri,  yüz yirmi dört milyon evliya-i kiram hazretleri, binlerce asfiya,  milyonlarca mürşit ve müceddit ve milyarlarca müminlerdir.

Evliyanın bir kısmı herkes tarafından bilinen Abdülkadir Geylani,  Ahmed-i Rufai, Şah-ı Nakşibend, Bayezid-i Bistâmi, İmam-ı Gazali, İmamı Şarani, İmamı Şazeli, İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman gibi zatlardır. Bu müstesna zatlar, Kur’an’dan aldıkları feyiz ile milyonlarca insanın irşadına vesile olmuşlardır.

         Diğer kısım evliyalar ise, bilinmeyenlerdir. Hak Tealanın  perde-i izzetinde mestur nice aşık ve sadık  dostları vardır ki, onları Allah’tan başka kimse bilemez. Bu Allah dostları ezelde aşk-ı ilahinin şarabını içmiş, muhabbet ve marifet-i ilahiyeye mazhar olmuş kimselerdir. Evliyaları hakkıyla tarif ve tavsif mümkün değildir. Onlar ahlak-ı ilahiye ile ahlaklanmış ve Kur’an’ın hakikatlerini hayatlarına tatbik etmiş ve ömürlerini Allah rızası dairesinde geçirmişlerdir. Allah’ın en sevgili dostları olan bu zatlar,  insanlık için birer manevi tabiptirler. Bunları yalnız Cenab-ı Hak bilir. Nitekim bir hadis-i kudside şöyle buyrulur: “Bir çok  evliya  vardır ki, onları benden başka bilen yoktur. Onlar benim hususi ve sevgili  dostlarımdır.”

İbrahim Hakkı Hazretleri de;

 Harabat ehline hor bakma Şakir,

 Defineye malik viraneler var.

 beyti ile bu hakikate işaret etmiş,  bilinmeyen nice Allah dostunun ve evliyanın olduğunu ifade etmiştir.

          Cenab-ı Hak evliyaları kendi muhabbeti için seçmiş, onlara kâmil manada ibadetin zevkini tattırmış, onlardan gaflet perdesini kaldırmış, basiretlerini açmış, kalplerini tenvir etmiş, nice nice esrara ve envara mazhar etmiştir. Onları kem gözlerden setrederek, hakikat âleminin telli duvaklı gelini yapmıştır. İbrahim Hakkı Hazretlerinin dediği gibi;

         Vallahi güzel etmiş

         Billahi güzel etmiş

         Tallahi güzel etmiş

         Allah görelim netmiş

          Netmişse güzel etmiş

          Güneşten feyiz alan meyvelerin ve çiçeklerin renkleri ve letafetleri, kokuları ve tatları ayrı ayrı olduğu gibi, Kur’an güneşinin manevi meyveleri olan umum evliyaların da feyizleri, irfanları, meşrepleri, kerametleri ve manevi dereceleri muhteliftir. Onlar, o manevi güneşten aldıkları feyiz ile neşrettikleri nurlar,  zamanın ve zeminin her tarafını ışıklandırmıştır.  İnsan maddi ve manevi birçok ihtiyaçlara muhtaç olarak yaratılmıştır. Bunları temin edemediği takdirde huzur ve rahat içinde yaşaması mümkün değildir. Hususen iman, ibadet, marifet, ilim, zikir ve hikmet gibi manevi ihtiyaçlarını temin etmeden fikren sükûnete ve kalben inşiraha nail olamaz. Bunun için mürşitlere, mücedditlere ve evliyalara muhtaçtır.

        Evliyalar, esrar-ı ilahiye ve Kur’aniyeye vakıftırlar. Onlar, yaratılışın maksat ve esrarını anlamış mümtaz kimselerdir. Onlar, Cenab-ı Hakk’ın cemal ve kemalinin tezahürlerini daima  temâşa ederler. Onların bu temâşadan aldıkları zevk ve lezzet, cennetteki zevk ve sefanın çok fevkindedir. Onlar Cenab-ı Hakk’ın cemâl ve kemâline muhtelif isim ve sıfatlarına   en mükemmel manada ayna olmuşlardır. Hiç şüphesiz insanlar içinde Allah’a en güzel, en geniş ve en şaşaalı bir surette âyinedarlık eden Hz. Peygamber’dir s.a.v). Bu bakımdan Allah’ı en mükemmel manada tanıyan, seven, sevdiren, O’ndan korkan ve korkutan O Zât’tır. (s.a.v)

        Daha sonra diğer peygamberler, mürşitler ve evliyalar gelir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cenab-ı Hakk’ın isimlerine okyanus gibi bir ayna iken, başka bir peygamber bir deniz, evliya bir göl ve başka biri de bir havuz mesabesindedir.

        Evliyaların ekserisi, zahir ve batın ilimlerle tekâmül etmiş, cezb ve aşk-ı ilâhi ile kendilerinden geçmiş, hayatları boyunca zühd ve takva ile yaşamışlardır.

         Onların ekserisi müçtehid mesabesindedir.  Onlar keskin anlayış, mevzulara derin vukuf ve engin görüşleri ile asırlarının güneşi olmuşlardır. Onlar mülk ve melekût âleminin sırlarına ve nurlarına mazhardırlar.

          Evliyaların her birinde Cenab-ı Hakk’ın bazı esması hâkimdir. Bundan dolayı bazısında heybet ve celâl, kiminde şevk ve zevk, başka birinde marifet ve fazilet, bir kısmında vakar ve sükûn, bir diğerinde de ibâdet ve taat ve bir başkasında da şefkat ve merhamet galip gelmiştir.

          Allah’a, Resûlullah’a, hak ve hakikate âşık, Kuran’ın sırlarına vakıf, istikamet dairesinden ayrılmayan, bu sayede nice ulvî makamlara yükselmiş olan Hak dostlarının ve evliyanın en önde gelenlerinden biri de  Abdülkadir-i Geylani Hazretleri’dir.

Abdülkadir-i Geylani Hazretleri

Kadiri Tarikatı’nın kurucu olan Abdülkadir Geylani Hazretleri 1078 yılında (H.470) İran’ın Geylan şehrinde dünyaya gelmiştir. Asıl adı  Ebu Muhammed’dir. Muhyiddin, Gavs-ül-a’zam, Kutb-i Rabbani, Sultanü’l-evliya, Kutb-i a’zam gibi lakapları vardır. Bütün ulema, hükema, fuzala ve evliyanın takdirini kazanmış, Şark’ta, Garp’ta hâsılı bütün dünyada hususen İslam âleminde bu lakaplarla bilinmiş ve meşhur olmuştur.

Babası Ebu Salih bin Musa Cengidost’tur. Hz. Hasan’ın oğlu Hasan-i Müsenna’nın oğlu Abdullah’ın soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkadir Geylani, hem seyyid, hem şeriftir. 1166’da (H.561) Bağdat’ta vefat etmiştir, türbesi orada olup, her an ziyaret edilmekte ve onun manevi feyzinden istifade edilmektedir.

 Abdülkadir Geylani, orta boylu, zayıf bünyeli, geniş göğüslü idi. Fevkalade bir cemale sahipti. O, daha dünyaya gelmeden, büyük bir zat olacağına dair birçok alamet görülmüştü. Dünyaya geldiği zaman ramazan-ı şerifin gündüzlerinde annesinin sütünü emmez, iftar olunca emerdi.

         Abdulkadir-i Geylanî Hazretleri daha altı yaşında iken ilim tahsil etmek için Bağdat’a gitmeğe karar verir ve durumu annesine izah eder. Annesi, şartlar ne olursa olsun her zaman doğru söyleyeceğine dair ondan ahit alır, bir miktar altını kemerine bağlar ve onu Bağdat’a giden bir kervana katarak uğurlar. Yolda eşkıyalar kervanın önünü keser ve herkesin elindekileri alırlar. Kenarda duran Abdulkadir Geylanî’ye nereye gittiğini ve üzerinde bir şey olup olmadığını sorarlar. Validesinin “ ne kadar müşkül durumda olursan ol, asla yalan söyleme” sözünü kendisine düstur ittihaz eden o hayru’l halef, “ kemerime bağlı şu kadar altınım var”  diye cevap verir. Hemen üzerine arayan şakiler, gerçekten de onun söylediği miktarda altının olduğunu görünce hayret ederler ve ona;  “Sen niçin üzerinde kırk adet altın olduğunu söyledin? Sen söylemeseydin sende altın olduğunu biz tahmin edemezdir” diye sorarlar. O da: “ Validemin bana vasiyeti var. Ona hayatım boyunca doğru söyleyeceğime dair söz verdim.” der.

         Eşkıyalar daha çocuk yaşta olan birinin böyle müşkül bir halde iken bile yalan söylememesine hayret eder,  bu hareketinden dolayı ona hayran kalır ve insafa gelirler. Herkesin parasını geri veren eşkıyalar, bundan sonra yol kesmeyeceklerine dair tövbe eder ve ilim tahsili için Abdülkadir-i Geylani ile beraber Bağdat’a giderler.

        Bu hâl, doğruluğun ehemmiyetini ve semeresini ortaya koyan büyük bir hadise değil midir? İslâm tarihi bunun gibi pek çok misallerle doludur.

Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin birçok kıymetli eseri vardır. Bunlardan en çok bilinenleri şunlardır: “Gunyet-üt-Talibin”, “Fütuhul-Gayb”, “Feth-ur- Rabbani”, “Füyuzat-ı Rabbani”, “Hizb-ül-Besair”, “Cilaü’l-Hatır”, “El-Mevahib-ur-Rahmaniyye”, “Yevakitü’l- Hikem”, “Melfuzat-i Geylani”,“Divan-i Gavsi’l A’zam”

         Celal ismine mazhar olan Abdülkadir Geylani Hazretleri çok heybetli idi. Onun ilk defa görenlerin mehabetinden dolayı titrerlerdi. Az konuşur, çok sükût ederdi.  Vaazları çok tesirli idi, onu dinleyenlerden bazıları kendinden geçip bayılırlardı. Şahsı için kızmaz, kimseye karşı kötülük düşünmez, şahsına karşı kötü davrananları affederdi. Din hususunda asla taviz vermezdi. Çok zengin olan Abdülkadir Geylani, misafire ikram etmeyi çok sever, muhtaçlara yardım eder, fakirleri doyurur, isteyeni geri çevirmezdi. Köleleri satın alıp, azat ederdi.  Sevdiklerinden biri gurbete gittiği zaman, onu daima sorardı.

        Abdülkadir Geylani Hazretleri, kemal-i imanından dolayı fenafillâh makamına nail olmuştur. O, sürekli tefekkür ve zikir halindeydi. Yürürken, otururken ve yatarken zikrullaha devam ederdi.

        Abdülkadir-i Geylani Hazretleri, Kutb-u Rabbanî, Gavs-ı Samedanî ve yerde iken arş-ı  alayı temaşa eden, doksan sene gibi bereketli ve feyizli ömrünü ilim ve marifet âleminde terakki ettiren, evliyanın ve asfiyanın reisi, pişdarı, serveri ve efendisidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Miraca teşrif ettikleri zaman mana âleminde omzunu efendimizin ayaklarının altına vermiştir. Bunun içindir ki Hz. Peygamber (s.a.v): “Mademki sen omzunu benim ayaklarımın altına verdin, bütün evliyaların omuzları da senim ayaklarının altında olsun” buyurmuşlardır.

 İbn-i Hacer-i Mekkî Hazretleri’nin ‘Fetâvâ-i Hadîsiyye’ isimli eserinde anlatıldığına göre, Ebu Saîd Abdullah, İbn-üs-Sakkâ ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylanî ilim öğrenmek için Bağdat’a gelirler. Hâce Yûsuf-i Hemedanî Hazretleri’nin, Nizâmiyye Medresesi’nde vaaz ettiğini duyunca, onu ziyarete giderler.  O büyük zat, Abdülkâdir-i Geylanî’ye şöyle der: “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile Allah u Teâlâ’yı ve Resulünü razı ettin. Ben senin Bağdat’ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve “Benim ayağım, bütün evliyanın boyunları üzerindedir.” dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyayı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim.”

         Abdülkadir Geylani Hazretlerine; “İyi müritlerin hali malum, ya kötülerin durumu ne olacak?” diye sorduklarında şöyle buyurdular; “İyi olanlar kendilerini bize adamışlardır. Kötülere gelince biz de kendimizi onları kurtarmak için adadık.”

         Abdülkadir Geylani şöyle buyurur: “Rabbimden aşk ve şevkin manasını sordum, şöyle buyurdular: “Ya Gavs! Kalbinde benim muhabbetimden başka hiçbir şeye yer verme. Beni her anında aşk ile zikreyle ki, aşkın ve şevkin zevkine varasın.”

          Evet, evliya ve ariflerde aşk ve şevk çok ileri bir derecededir. Bu hâl âşıkların ve muhiplerin şanındandır. Bir âşık şöyle der: “Ey âşık! Gel de aşkı, pervaneden öğren ki, o aşk-ı ilahiden dolayı canını ateşe atıp yaktı da kimse avazını işitmedi.”

         Abdülkadir Geylani Hazretleri asırlar önce Bediüzzaman Hazretlerinin yapacağı harika hizmetlerini ve Risale-i Nur eserlerin ehemmiyetini hakikatbin gözü ile görmüş ve takdir etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri O’nun Risale-i Nur’larla alakadar olduğunu şöyle nazara vermektedir: “Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (R.A.) o mu’cizevari kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı A’zam (K.S.), o hârika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar ve himayetkârane teselli verip hizmetinizi manen alkışlıyorlar.”[1]

        Başka bir eserinde ise şöyle buyurur:Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî Tarikatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hîzan namıyla bir zattan istimdad ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî” derdim. Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin def’a böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle fâtiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı Risaletten (A.S.M.) sonra Şeyh-i Geylânî’ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kadirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarikatla iştigale ilmin meşguliyeti mâni oluyordu.”

       “Hazret-i Şeyhin vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velâyetce kabûl edilen üç evliya-yı azîmenin en âzamı o Hazret-i Gavs-ı Geylânî’dir. … ba’del-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasiyle, böyle hârika keramet-i acîbe ile meşhur bir zat, elbette böyle bir zamanda kıymetdar bir hizmet-i Kur’aniye bir müridinin vâsıtasiyle olacağını onun görmesi ve göstermesi şe’nindendir. Şeyhin bahsettiği ehemmiyetli müridi ve talebesi ve himayegerdesi olan şahıs, binden sonra, on dördüncü asırda geleceğine bir îmadır.”[2]

        Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin pek çok kerametleri vuku bulmuştur.

        Nazdar ve ihtiyare bir hanımın tek bir evladı varmış. Onu Hazret-i Gavs-ı A’zam Şeyh Geylanî’nin (K.S.) terbiyesine vermiş. O muhterem hanım bir gün ziyaret için oğlunun bulunduğu hücresine gitmiş, onun bir parça kuru ve siyah ekmekle iktifa ettiğini görmüş. Bu durum validesinin şefkatini celp etmiş ve ona acımış. Bu durumu şekva etmek için Hazret-i Gavs’ın yanına gitmiş ve O’nun kızartılmış bir tavuk yediğini görmüş. Bunun üzerine Şeyhe şöyle demiş:  “Ya Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor, sen tavuk yiyorsun!”  Bunun üzerine Hazret-i Gavs o kızartılmış tavuğa: “Kum biiznillah!” demiş.  Hemen o pişmiş tavuğun kemikleri bir araya toplanmış, canlanmış ve yürümeğe başlamış. Bu keramet, mutemed ve mevsuk çok zâtlardan Hazret-i Gavs gibi keramat-ı hârikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak manevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs o muhterem hanıma şöyle demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.”

        Bediüzzaman Hazretleri bu kıssayı anlattıktan sonra şöyle der: “İşte Hazret-i Gavs’ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir…”[3]

          Kadiri Tarikatına mensup olanlar cerhi zikir yapmaktadırlar. Abdülkadir Geylani Hazretleri müritlerine zikir yaptırırken, oradan geçen bir kişi onların sesini işitir ve açık olan pencereden onları seyreder ve alaycı bir tabir ile onları taklit eder. Gece rüyasında kıyametin koptuğunu, kendisinin cehenneme götürüldüğünü görür. Bu arada Abdülkadir Geylani Hazretleri gelir, onun başından tutar ve şöyle der: “Bunun başı dünyada iken bizi taklit etmişti, ben bu başın cehenneme gitmesine razı olamam” diyerek onu kurtarır. Büyük bir korku ile uyanan o kişi hemen Abdülkadir Geylani’nin huzuruna varır, tövbe ederek ona sadakatli bir mürit olur.

          Evet, evliyalar bütün makamların ve derecelerin en alası, en efdali, en eşrefi ve en hayırlısı olan muhabbeti-i İlahi ile kendilerinden geçmişlerdir. Onların nazarları ve bakışları bir iksir-i azamdır ki, toprağı altına, kömürü elmasa çevirir.

         Evet, bakışlarda takdir de vardır, tahkir de vardır. Sevgi de vardır, nefret de vardır. Hayır da vardır, şer de vardır. Bazen bir bakışta, bir nazarda olan tesir, bin kelamda olmaz. Bazen bir bakış aşka, şevke, zevke, neşeye ve neşveye sebep olur. Bazı bakışlar güldürür, bazıları ağlatır. Bir bakış bazılarının saadetine ve selametine, ebedi hayatının felahına vesile olurken, bazı bakışlar da kişinin felaketine ve ebedi şekavetine sebep olabilir.

Evliyaullahın önde gelenlerinden ve aktab-ı erbaadan olan Seyyit Ahmed Bedevi Mısır’ın Tanta Kasabası’nda bulunduğu zaman, İbrahim Efendi adındaki bir zatın huzuruna getirdiği çocuklara  nazar edince onların ekserisi daha sonra manevi olarak çok terakki etmiş ve velayet mertebesine çıkmışlardır.

Hz. Peygamber’in izinden giden evliyaların nazarı böyle olursa, ya O’nun (sav.) nazarı nasıl olur. Evet, O’nun (sav.) hayatına kastetmek için gelenler, O’nda hayat buldular ve ebedi saadete mazhar olurdular.

            “ Bazı olur bir nazar, fahmi elmas ediyor. Bazı olur bir temas, taşı iksir ediyor.

Bir nazar-ı peygamber, birdenbire kalb eder; bir bedevi-i cahil, bir ârif-i münevver. Eğer mizan istersen: İslâm’dan evvel Ömer, İslâm’dan sonra Ömer…

            Birbiriyle kıyası: Bir çekirdek, bir şecer… Def’aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber...”[4]

       Necip Fazıl Kısakürek, kendisini büyük bir boşlukta hissettiği ve ruhunun daraldığı bir zamanlar, yakın bir dostunun tavsiyesiyle, Seyit Abdulhakim Arvasi’nin ikindi namazından sonra yapmış olduğu sohbetini dinlemek üzere vaaz ettiği camiye giderler. Abdulhakim Arvasi’nin o sohbeti kendisine öyle bir tesir eder ve ruhunda  öyle derin bir iz bırakır ki, artık o, aradığını bulmuş, istikametini doğrultmuş ve bir kuş gibi hafiflemiştir. Bunun üzerine şu harika beyti söyler:

      Bana yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;

      Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!

          Evet, evliyaların Cenab-ı Hak yanındaki derecelerini, itibarlarını, şereflerini ve izzetlerini anlatmak bizim gibi acizlerin işi değildir. Onların kıymet ve derecesini anlayabilmek ve onların deryasında fener yakabilmek için “insanın fikir teknesinin çok sağlam, idrak yelkeninin çok geniş ve gönül rüzgârının devamlı olması gerekir.”

          Niyaz-i Mısrî’nin dediği gibi;

          Lütf-u kahr-ı şey-i vahid bilmeyen çekti azap

          Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi.

         Evet, onları sevmek en büyük bir saadettir. Onları seveni Allah da sever. Onları seven, onlarla beraber olur ve olacaktır biiznillah. Zira “Kişi sevdiği ile beraberdir.”

          Ravza-i Gavs’a uğrarsan eğer ey bad-ı saba!  Götür selamımı, İhlas ile Fatiha ile dua ile, niyaz ile ruhunu eyleye takdis-i Huda.

          Cenab-ı Hak onun kabr-i şerifini cennet bahçelerinden bir bahçe eylesin. Makamını âli eylesin. Felek çarklarını durdurana kadar Allah’ın rahmeti yağmurlar gibi üzerine yağsın.          Başta Gavs-ı Azam olmak üzere bütün evliyanın muhabbetini kalbimizden eksik etmesin. Onların feyizlerinden müstefid eylesin ve himmetlerini üzerimizden eksik etmesin. Ahirette de şefaatlerine mazhar eylesin. Âmin!

           Cenab-ı Hak bizleri de peygamberin ve evliyaların yolundan giden;  daima acz, fakr ve kusurunu bilen ve hüsn-ü akıbetle emaneti teslim eden kullarından eylesin!

          Hidayete erenlerin en parlak yıldızları, evliyaların ve ariflerin pirleri olan sahabe-i kiram efendilerimizin üzerine sonsuz salât ve selâm olsun.

25.09.2014 Mehmed KIRKINCI

[1] Nursi, B.S Lem’alar (21. Lem’a, İhlas Risalesi)

[2] Sikke-i Tasdik-i Gaybi (8. Lem’a)

[3] Nursi, B. S Lem’alar (19. Lem’a)

[4] Nursî, B.S Sözler

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: