Gel de İsraf Et!
Bizler öyle bir zamana denk gelmişiz ki, kulağımıza sürekli fısıldanıyor “tüketirsen mutlu olursun, sahip olursan değerlisin…” Zira kurulu düzenin varlığını devam ettirebilmesi için bizim sürekli tüketmemiz gerekiyor. Kullanıp atmamız, eskimeden değiştirmemiz, moda-marka peşinde koşmamız, ihtiyacımız olmayan şeylerle donanmamız… Aslına bakarsanız bizden istenen şey açık: sürekli “israf” etmemiz…
İsraf toplumda öylesine normalleşmiş ki, israf ettiğimizin farkına bile varmıyoruz. Hele yeni yetişen nesiller için israf neredeyse bir yaşam biçimi. İktisat, tasarruf, kanaat, yazık etmemek gibi kavramlar belki de hayatlarına hiç girmemiş.
Geçmiş yıllarda üniversite yurdunda çalışmış bir arkadaşım vardı. Bir gün bu konuyla ilgili konuşurken, anlattıkları karşısında dehşete düşmüştük. Mesela makarna pişiriyor kız öğrenci, paketin yarısını pişiriyor, kalanını çöpe atıyor. Diğer birisi paketteki sabunların üçünü kullanmış, ikisini hiç kullanmadan çöpe atmış. Pişirilmiş yemekler zaten o gün yeneceği kadar yenilip, kalanı çöpte. Elektrik, su, kâğıt israfının haddi hesabı yok…
Belki de bu gençler ve akranları, israfın yanına bile yanaşmayan dedelerimizi, ninelerimizi hiç tanımadılar. Onlarla hemhal olup, güzel davranışları da devşiremediler hayatlarına. Ben çocukluğumdan hatırlarım anneannemin, babaannemin neslinin ellerine geçen hiçbir şeyi ziyan etmediğini, edemediğini. Çok az şey çöpe gider, her şey değerlendirilir, yerini bulurdu. Bu gençler belli ki ailelerinde görmediler, bilmiyorlar. Üstelik her şeye kolayca sahip oluyorlar, bedelini ödemiyorlar ki, kıymetini bilip değer versinler, israf etmesinler.
Peki ya bizler… Kendimizi kurtarabiliyor muyuz israf çarkından?
Evet diyemiyorum maalesef. Şahit olduğum bir vakıadan gireyim söze. Hayırlı bir işe vesile olsun diye kahvaltı düzenlenmişti ve katılanlar o muhitin muhafazakâr sivil toplum kuruluşları, dernek, vakıf mensuplarıydı. Açık büfeydi kahvaltı. Şaşırmadığım üzere herkes tabaklarını yiyebileceğinin ötesinde doldurdu. Yine şaşırmadığım üzere o tabaklardaki yiyecekler bitirilemedi. Beni şaşırtan, onca nimetin çöpe gideceği biline biline, tabakların dolu bırakılıp gidilmesi olmuştu. Maalesef salondakilerden çok küçük bir kısmı tabağında kalan parçaları peçetelere sarıp yanına alarak çöpe gitmekten kurtarmıştı. Toplumda örnek olarak benimsenen ve hayır için orada bulunan farklı gruplardan insanlar, arkalarında bıraktıkları israf resminin farkında olmadan çıkıp gittiler. Bir hayır toplantısıydı, katılanlar hayırlı insanlardı ama ortaya çıkan hayırsızlığın farkına varan pek azdı.
İsraf bizi sarmış. Vahim olan bunun farkında olmayışımız. Vahim olan yanlış olanın normalleşmesi, hayat tarzı haline gelmesi. Ekranlardan öyle görüyoruz diye, etrafımızdakiler öyle yapıyor diye, elalem ne der diye, her şey bol diye, kolay elde ediyoruz diye, nebevi yaşam tarzından uzaklaştıkça uzaklaşıyoruz.
Kâinatta israf yok. Elbetteki Efendimizin (sav) hayatında da.
Konuyla ilgili olarak Hz. Ömer’den (ra.) rivayet edilen bir misal, bu çağın insanı olarak oldukça düşündürdü beni. Hz. Ömer, oğlu Abdullah’ı bir gün et yerken görmüş ve: “Hayrola et mi yiyorsun?” diye sormuş. Oğlu: “Evet canım çekmişti de…” deyince Hz. Ömer ona: “Sen öyle canının her çektiğini alıp yiyorsun öyle mi? Bilmez misin ki, Efendimiz (sav) “İnsanın canının çektiği her şeyi yemesi de israftır” buyurmuştu, demiş.
Bugün canımızın çektiklerinin peşinde koşup durmuyor muyuz? İster yiyecek olsun, ister giyecek olsun, ister eşya olsun… İhtiyacımız olduğu için değil, canımız çektiği için peşinde değil miyiz çoğu zaman?
Ve bugün sıklıkla düştüğümüz bir hata da, çok ve ucuz olanın kolayca harcanabileceği (israf edilebileceği) yanılgısı.
Mesela bir et yemeğini dikkatlice muhafaza ediyoruz, ziyan etmiyoruz da, örneğin artan salatayı düşünmeden çöpe döküveriyoruz. Ete ödediğimiz bedeli ödemedik çünkü, altı üstü bir salataydı. Değeri birkaç sebzeye ödediğimiz cüzi para kadardı. Yani değerini, ödediğimiz bedel üzerinden biz biçiyoruz. Ucuzsa fazla düşünme, israf et; pahalıysa koru, tasarruf et! Bir şey bol mu, ucuz mu? Ne gerek var düşünmeye, “kullan at” öyleyse!..
Oysa öyle mi der Efendimiz (sav), yol göstericimiz? O (sav), bir gün sahabelerinden Sa’d’a (ra) uğramıştı. Sa’d (ra) bu esnada abdest alıyordu. Efendimiz (sav), (onun suyu aşırı kullandığını görünce); “Bu israf nedir?” diye sordu. Sa’d de, “Abdestte de israf olur mu?” dediğinde Hz. Peygamber (sav) de: “Evet, hatta akmakta olan bir nehirde abdest alsan bile…” şeklinde cevap verdi.
Ne büyük bir ders, ne kapsamlı bir tavsiye… Bu tavsiye sanırım en çok da bize, tüketim çağında kendini kaybetmiş ümmete… Diyor ki, her şeyin bol, kolay elde edilebilir, ucuz olduğu bir zamanda yaşıyor olabilirsin ama dikkatli ol, düşün, hassas davran, “sınırsız” ve “bedava” bir kaynağı kullanıyor olsan bile “israf etme”!..
Bir arkadaşım, babasının bahçesinden gönderdiği sebze meyveleri gözü gibi koruduğunu, oysa pazardan aldıklarına aynı hassasiyeti gösteremediğini söylemişti. “Çünkü babamın ne emeklerle onları yetiştirdiğini biliyorum, kıyamıyorum onları yazık etmeye. Satın aldıklarımızda maalesef öyle hassas olamıyoruz.” itirafında bulunmuştu.
Gerçekten de öyle. İnsan değer verdiğini koruyor, israf edemiyor.
Peki, bize Rabbimizden bize gelen hangi nimet değerli değil ki? Parasını verip kolayca alabiliyor olmamız nimete bakışımızı basitleştirmeli mi? Nimet cihetinde bakınca, hangi nimet diğerinden aşağı ki?
Biz hepsine ayrı ayrı muhtacız, hepsi için de Rabbimize minnet etmeliyiz…
Hâsılı kelam israf ettiğimizde şükre zıt hareket ediyor, Rabbimizin nimetlerini hafife almış oluyor ve zarara düşmekten kurtulamıyoruz.
Cenabı Hak, nimetlerinin kadrini kıymetini bilen, hangi nimet olursa olsun “O’ndan geldiği için” hürmet gösterip, israf etmekten hassasiyetle çekinen ve bunu bir hayat tarzı haline getiren kullarından eylesin…
Mükerrem Cahide Saraoğlu
zaferdergisi.com.tr