Genç Kızın Dramı
“Onun derdine kulak astın, elemlerini dinledin mi bil ki bu, o dertliye verdiğin bir zekâttır.” (Mevlana)
Baba İmam Hatip de okuyan kızını tutuğu gibi kolundan bana getiriyor ve başlıyor anlatmaya: “Bu yaşta erkek arkadaşı varmış bunun. Hem de bizim gibi bir ailenin kızının. Olacak şey değil.”
Çiğdem ağlamaklı, üzgün ve sıkıntılı. Babasının yanında konuşmuyor, konuşamıyor. Babayı dinleyip Çiğdemle yalnız konuşmayı düşünüyorum. Baba anlatıyor: Kızına her istediğini aldığından, onu ne kadar çok sevdiğinden, her yaz onu tatile götürdüğünden bahsediyor. Dikkat ediyorum baba anlatırken, Çiğdem beden diliyle babasını onaylıyor. Genelde tam tersi olur. Anne veya baba çocuklarına sundukları imkânları anlatırken, çocuklar beden dili ile ya itiraz eder ya da umursamaz bir tavır sergilerler. Baba konuşmasını bitirirken ağlamaklı bir ses tonuyla kızına soruyor: “Senden bir şey esirgedik mi kızım?” Çiğdem de ses yok. Babaya Çiğdemle yalnız konuşmak istediğimi söylüyorum. Baba kızına sorduğu sorunun cevabını alamadan odadan çıkıyor.
Çiğdeme olanları benimle paylaşmak isteyip istemediğini soruyorum. Çiğdem gözyaşları içinde başlıyor anlatmaya: “Aslında uzun zamandır annem-babam haricinde bana yardımcı olabilecek birileriyle görüşmek istiyordum. Fakat bu kişinin kim olacağını ve onu nerede bulabileceğimi bilmediğim için, kimseyle görüşemedim. Babam ve annem cep telefonumdaki mesajdan erkek arkadaşım olduğunu anladılar ama ben ara ara uyuşturucu da kullanıyorum. Tabi ki uyuşturucu kullandığımı bilmiyorlar. Gerçi müptela değilim ama… Bu durum beni oldukça rahatsız etmesine rağmen bir türlü bırakmayı denemedim. Önceleri erkek arkadaşım bana zorla bir iki tane verdi, sonraları ben de ister oldum. Yaptıklarımla inançlarımın uyuşmadığının farkındayım bu da beni daha çok rahatsız ediyor…”
Çiğdem anlattıkça anlatıyor. İnançlarından, yaşadıklarından, ibadetlerinden sorular soruyor. Sorduklarından bir yerlere ait olma isteğinin olduğunu anlıyorum. Benliğinin bir yerlerinde derin bir boşluğunun olduğu belli. Anne ve babası ile fikirleri zıt değil aslında, anlattıklarından bunu çıkarıyorum ama anne ve babasının yaşadığı İslam, tabiri caizse onu pek kesmiyor. Daha derin, daha ikircikli sorular soruyor, varlığa ve varoluşa dair. Ona ilahiyatçı olmadığımı, sorduğu sorulara cevap araması gereken yerin burası olmadığını söylüyorum. Bununla birlikte bu arayışın ve sorgulamanın onda yarattığı yıkımı konuşabileceğimizi teklif ediyorum ona.
İçindeki boşluktan dolayı erkek arkadaşa meylettiğinden bahsediyor. “Eğer bu kadar yalnız olmasaydım, evdekiler beni biraz anlasaydı böyle olmazdı” diyor. Ama ardından da ekliyor: “Biliyorum bana her türlü iyi imkânı sağlamak için çırpınıyorlar. Bunun farkındayım. Bir dediğim iki olmuyor evde, bunu da biliyorum ama yetmiyor işte yetmiyor. Bir dost arıyorum, belki de bir bilirkişi. Benimle sorularımı ve sorunlarımı paylaşacak. İşte asıl mesele bu.”
“İçinde her boşluk hisseden, senin yaptığın gibi uyuşturucu mu kullanmalı? Tasvip etmediği halde bir erkek arkadaş mı edinmeli? Diyerek nasihat etmek geliyor içimden ama o hataya bir daha düşmemek için nasihat etmiyor ve o soruları sormuyorum.
Bu hatayı kim bilir farkında olmadan kaç kez yapmışımdır? Ancak bunun farkına varmam acı bir tecrübeden sonra olmuştu. Eşinden ayrıldığı için uzun süredir bunalımda olan bir bayan bana sıkıntılarını anlatmak için geldiğinde ön şart olarak ilaç istemediğini ve sadece onu dinlemem için geldiğini söylemişti. Daha önceden bir çok psikiyatriste gittiğini, onların verdiği antidepresanları, anksiyolitikleri kullandığını ve bunların onu daha da kötü ettiğinden bahsetmişti.
Eşiyle yaşadıkları sıkıntıları anlattıkça, bilirkişi edasıyla araya giriyor ve ona nasihatler ediyordum. Yaşadıklarının hayatın sonu olmadığını, bu durumda olan binlerce insandan biri olduğunu ve onu teselli edeceğini umduğum daha bir sürü caf caflı cümle sarf etmiştim, sırf onu rahatlatma adına. Bana göre çok verimli geçen bir görüşmenin ardından, dışarıda kendisini bekleyen anne ve babasının yanına gittiğinde ona: “Görüşmeniz nasıl geçti kızım?” diye sorduklarında, “Bu doktor da diğerleri gibi beni anlamadı” demişti. Demişti ama bu da bana o gün bu gündür dert olmuştu. Meslek hayatımın ilk yıllarında görüştüğüm ve akıbetini sonradan öğrenemediğim bu bayan bana büyük bir tecrübe kazandırmıştı.
Anlaşılan akıl almak değil, anlaşılmak istiyordu. Ve belki de daha önemlisi dinlenilmek ve önemsendiğini hissetmek istiyordu. Ve bu durum aslında sıkıntı çeken, problemi olan hemen herkesin ilk istediği şeydi. O yüzden Çiğdeme nasihat etmedim. Onu sadece dinledim ve konuşmasının ara yerlerinde onu asıl yaralayan şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştım. O da dinlediğim yüzlerce insan gibi önemsenmek istiyordu. Bir farkla ki; o da kafasında ki sorulara yanıt bulup bir fikrin, bir inancın müntesibi olmak istiyordu.
Ben annem gibi babam gibi hiç sorgulamadan bir inanç sistemine bağlanamıyorum. Evet, İmam Hatip Lisesinde okuyorum ama kafamı kurcalayan, beynimi kemiren sorular var. Bir iki kez bunları serbest ders saatlerimizde meslek hocalarıma sormaya çalıştım ama: “Kızım şeytan senle çok meşgul oluyor, zihnini böyle şeylerle yorma” dediler. “Ben de o gün bu gündür zihnimi dağıtmak için şu anda yaptıklarımı yapar oldum. Anlayacağınız düşünmemek için zihnimi başka şeylerle oyalıyorum. Bu da beni karamsarlığa itiyor…”
Çiğdem anlatmaya devam ederken eski alışkanlıktan olsa gerek dışardan değil ama iç sesimle Çiğdeme nasihat ediyordum: “Karamsarlık insanı yalnızlığa iter. Güven kaybı; bir arada olmayı, hedef koymayı, bir amaç için bir araya gelmeyi engeller. İnsan korkuyla kendi içine kapanır ve aslında bir yandan da bir ışık bekler. İşte sen o ışığı bulma adına daha fazla karanlığın içine girmişsin…”
Her terapide olmasa da bazen terapilerde ‘Hemen ve şimdi’ kuralını uygularım. Konuşulması gereken her ne varsa hemen ve şimdi anlatmasını isterim hastamdan. Ancak o zaman yarına daha rahat ve birtakım problemlere ışık tutarak girmiş olur. Çiğdeme de aynı yöntemi uyguluyorum. Ondan hissettiği her şeyi, onu rahatsız eden tüm duyguları anlatmasını istiyorum. Benimse tek yaptığım şey onu dinlemek. O anlatıyor bense dinliyorum. “Dile en iyi müşteri kulaktır” der Mevlana. Galiba söylediği doğru Pirin. Çiğdem anlattıkça açılıyor, açıldıkça anlatıyor.
Ara ara kozmolojiden, evrenden, yaratılıştan sorular soruyor. Ara ara da sorduğu sorulara kendi yorum getiriyor. Bazı sorularına ise susarak cevap veriyorum. Çünkü susularak verilecek sorulardan soruyor bazen.
Bir ara susuyor ve susarak cevap vermemi engellemek için size bir soru sormak istiyorum ama lütfen cevap verin diyor: “Bu dünyada mutluluğun olduğuna inanıyor musunuz? İnanıyorsanız o mutluluk nerede?”
“Bu konuda sana uzun uzun kendi felsefemden bahsetmek yerine, eski bir mitolojik hikâyeyle cevap vermek istiyorum. Mahzuru var mı?”
“Hayır! Yeter ki sorumun cevabını alayım” diyor.
“Eski Yunan mitolojisinde bahsi geçer. Tanrılar mutluluğu saklamak istemiş, Tanrılardan biri demiş ki, yıldızlara saklayalım. Ormanın içine demiş birisi. Denizlerin dibine demiş ötekisi. Bir bir sıralamışlar önerilerini. Sonunda şöyle demiş içlerinden biri. Hiç biri olmaz. İnsanoğlu arar bulur, en iyisi mutluluğu onun içine saklayalım her yere bakar da kendi içine bakmak aklına gelmez.”
Şimdi ikimizde susuyoruz…
“Yani diyorsunuz ki, mutluluk aslında çok uzaklarda değil, insanın içinde öyle mi? Lütfen bir açıklama yapın ama sizin kendi fikriniz olsun.”
“Bu mutluluktan ne anladığımızla da ilgili bir şey aslında. Mutluluk her anımızın, neşeyle, keyifle, zevkle geçmesi ise, bu dünyada böyle bir mutluluk yok. Onun adresi bu dünya değil. Dünyada bu saydığın şeylere ulaşmak için bize göstermeye çalıştıkları adresler ise hep çıkmaz sokak. Onun için mutlak mutluluğu yakalamaya çalışanlar en mutsuz olanlar oluyor hep. Çünkü adres yanlış, kılavuz yanlış. Pek çoğumuz, mutluluğa giden yolun, daha fazlasına sahip olmaktan geçtiğini düşünürüz. Bu anlamda daha fazla, para, daha fazla güç, daha yüksek makam, daha fazla takdir edilmek… Ancak toplumsal statü denen o kaygan zeminde ne kadar yukarı tırmanırsak tırmanalım, bizden daha yukarıda olanların varlığı bir gerçek. İşte bu da ayrı bir mutsuzluk kaynağı oluyor…”
“ Ben tüm yaşadıklarıma rağmen mutlu olabilirim o zaman öyle mi?”
“ Elbette ancak bir şartla ‘Kainatın yaratıcısının bak dediği yerden bakman’ şartıyla. Hayatı sorgulaman çok doğal ve takdire şayan bir davranış. Ama aklına takılan soruların cevaplarını hemen alamadığın durumlarda aceleci davranıp ‘Papaza kızıp oruç bozman’ işte senin yanıldığın yer burası. Hepimizin yaşadıklarımızdan öğreneceği bir şeyler var. Hayata umutla bakmak, yaşadığımız her bir şeyi boşuna yaşamadığımızı bilmekle olur. Hayatın bilgeliği bazen ağır darbelerle gelir, yediğimiz yumruklar, bize yaşama sanatını öğretir. Yine de insan ıstıraplarının toplamından daha fazladır. Unutma başkaları seni incitebilir ama ancak sen kendini kurbanlaştırırsın.”
“Her şey bende bitiyor yani? Yeter ki doğru referanslara müracaat edeyim öyle mi?”
“Elbette. Kendi referanslarımızı kullanamazsak eğer: ‘İçinde yaşadığımız toplumda Köroğlu’nun mertliği enayilik, Yunus Emre’nin pirinden buğday yerine himmet dilemesini ise saflık’ olarak bize yutturulacaktır. Kısacası ‘Kılavuzu karga olanın…’ bilmem anlatabildim mi?”
“Galiba anladım. Sizden son bir ricam var. Felsefenin bir türlü açıklayamadığı, açıkladıysa eğer benim cevabını bulmadığım Nereden geldik? Niçin geldik? Nereye gidiyoruz? Sorularına beni ikna edebilecek tarzda bir kitap tavsiye ederseniz çok sevinirim.”
“Öncelikle bir yanılgıyı düzelteyim, felsefe ‘Nasıl’ sorusuna kendince cevap verebilir ama ‘Niçin’ sorusu onun cevap verebileceği bir alan değildir. Sorduğun tüm bu soruların cevabını Risale-i Nur Külliyatında ‘Sözler’ adlı kitapta ve hassaten 10. Söz de bulabilirsin.”
“Teşekkür ederim her şey için ama özellikle beni yargılamadığınız için…”
Dr. Kenan Tastan
www.NurNet.org