II. Abdülhamid Han’ın Tahttan İndirilişi Ve Bediüzzaman
Evvela belirtelim ki, Bediüzzaman’ın Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde herhangi bir rolü bulunmamaktadır. Bu konudaki iftiralar, hiç bir belgeye dayanmamaktadır. Biraz sonra bunları anlatacağız. Veliyyullah dediği bir Padişah’ın tahttan indirilmesini İslam’a vurulan bir darbe olarak açıklamaktadır. Hatta Abdülhamid’in tahttan indirilmesine Kur’an’dan işaretler nakletmektedir. Şimdi ayrıntıları görelim ve Ahmed Şimşirgil gibilerin yalanlarına şahid olalım:
1. Abdülhamdi’in Tahttan İndirilmesine Dair Fetva
Bu fetvada Bediüzzaman’ın asla imzası bulunmamaktadır ve hatta hazırlık safhasında da uzaktan yakından alakası yoktur.
1908 yılında II. Abdülhamid’in şahsî idâresi 30. yılını bulmuştu. Bu idârenin devlet ve millet açısından müreffeh ve felâketsiz, ama özellikle son zamanlara doğru kısmen baskıcı bir yapıya büründüğünü biliyoruz. İktidarın uzaması, az da olsa bazı baskıların yapılması, Anayasanın sadece Meclis ve seçimlerle alakalı maddelerinin yürürlükte olmaması ve en önemlisi de iç ve dış düşmanların II. Abdülhamid aleyhine ittifak etmeleri, yeni bir muhâlefet hareketinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur ki, bunlar Midhat Paşa hayranı olan İttihâd ve Terakki Cemiyeti mensuplarıdır. Eskiden beri devam eden Yeni Osmanlılar Hareketinin aşırı fikirleri, Abdülhamid zamanında engellenmişti.
İşte II. Abdülhamid’e karşı biriken bu nefret, 93 felâketine zemin hazırlaması, şahsen müstebid olması ve devletin yapısını bilmemesi gibi menfi özelliklerini unutturarak Midhat Paşa hayranlığını gündeme getirdi. Osmanlı Devleti’nin dünya siyâseti üzerindeki etkinliğinin azaldığını gören Mehmed Âkif gibi İslâmı esas alan bazı mütefekkirler, Türk milliyetçiliğini esas alan Ziya Gökalp gibi edibler ve hatta Osmanlıcıyım diyen bazı yazarlar, istemedikleri halde II. Abdülhamid aleyhtarlığında ittifak eder gibi göründüler. İttihâdcıların aksine, özellikle Osmanlıcılar ve İslâmı referans alanların hedefi, hastalanmış olan mevcut rejim yerine, şer’î hürriyetin sınırları içinde kalan meşrûtî bir hükûmetle yaraları sarmaya gayret etmekti. Ancak maksat ne olursa olsun, neticede hepsi de, II. Abdülhamid muhâlifi gibi gösterilmeye çalışılıyordu. 1908’de 66 yaşına gelen II. Abdülhamid, içten ve dıştan yapılan baskılarla yorgun düşüyor ve yeni bir anayasa için hazırlıklar yapmanın zamanı geldiğine inanıyordu. Muhâlifler, 1876 Kanûn-ı Esâsî’sinin devleti parçalayacağını göremiyorlardı. Hâlbuki II. Abdülhamid’in bütün derdi buydu.
Dış ve iç baskılara rağmen 30 yıl Osmanlı Devleti’ni büyük sıkıntılarla ayakta tutan II. Abdülhamid, bu idâreyi devam ettirmek için bazı zecrî tedbirlere baş vurmak mecburiyetinde kalmıştı. Ancak bundan da önemlisi, Ermeni ve Yahudi meselesi yüzünden bütün basın ve Avrupa kamuoyu tamamen aleyhine geçmişti. Bu aşırı propagandalara rağmen, Müslüman halk, veli bildiği Padişaha itaat etmeyi ibadet telakki ediyordu. Ancak menfi güçlerin tahriki ile genç aydınlar ve askerler arasında, 93 felaketi ile memleketi sürüklediği uçurum unutularak, körü körüne bir Midhat Paşa hayranlığı yeniden başlamıştı. Yeni Osmanlılar veya Genç Türklerin fikirleri yeniden dirildi.
1890 yılında bir kısım Harbiye ve Askerî Tıbbıye talebelerinin teşebbüsü ile gizlice kurulan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, II. Abdülhamid’in azlini gaye edinen bir hareket idi ve asker siyâsete yine karıştırılmıştı. Ermenilerin ortaya attığı Kızıl Sultan iftirası, bunlar tarafından da kullanılmaya başlandı. Daha sonra anlatacağımız gibi, İttihâdcı Prens Sabahaddin Bey, Abdülhamid’in Ermeni kâtili olduğunu söyleyecek kadar azıttı. III. Ordudaki Tal’at Bey, En-ver Bey, Niyazi Bey ve benzeri genç subayları da arasına katan İttihâd ve Terakki Cemiyeti, kazandığı gücü teröre transfer edecek kadar dengeyi kaybetti. Hareketlerine karşı koyanlara mürteci damgasını vuran İttihâd ve Terakkiciler, II. Abdülhamid’e temel hükümleri zaten yürürlükte olan Kanûn-ı Esâsî’yi tamamen yürürlüğe sokmak ve Meclis’i açmak üzere baskı yaptılar.
24 Temmuz 1908’de II. Meşrûtiyet ilân edildi. Bu iç kargaşadan istifade eden Bulgaristan ve Bosna-Hersek Osmanlı Devleti’nden ayrıldı ve İttihâdçıların ittihâd-ı anâsır fikrinin ilk acı meyvesi bu oldu. İttihâdcıların basiretsizlikleri yüzünden, 240 üyeli meclisin sadece 140’ı Türk olmak üzere Meclis-i Meb’ûsân 17 Aralık 1908’de açıldı. Azınlıklar, demokrasi geldi diye devlete bağlanmadılar ve bilakis devlete isyan etmeye başladılar. Müslümanların kanına giren Sırplar, Bulgarlar, Ermeniler ve benzeri azınlıklar için af ilân edildi. İstanbul’da Ermeni ihtilâli yapıldı; ama suçlu Müslümanlar oldu. Bunu fırsat bilen İngilizler ve diğer Osmanlı düşmanları, Üçüncü Ordudan İstanbul’a sevk edilen avcı taburları tarafından 31 Mart Vak’ası denilen ihtilali çıkardılar. Asker ve bunlara katılan hamallar gibi sıradan insanlar, Şerî’at elden gidiyor diyerek devlete karşı ayaklandılar. İttihâdçıların hem II. Abdülhamid’den kurtulmak ve hem de muhâliflerini ve samimi dindarları ezmek için tertip ettiği bu olay, İstanbul’a gelen Hareket Ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı.
Neticede Meclis’i toplayan İttihâdcı Tal’at Bey, 27 Nisan 1909 tarihinde, silah tehdidi al-tında Meclis’den II. Abdülhamid aleyhine hal’ kararını çıkardı ve içinde hiç Müslüman Türk bulunmayan dört kişilik heyetle (Yahudi Emanuel Karaso, Ermeni Komitecisi Aram Efendi, Arnavud Es’ad Toptani Paşa ve Gürci Ârif Hikmet Paşa) hal’ kararını II. Abdülhamid’e tebliğ ettirdi. Böylece Osmanlı Devleti’nin yıkılış trendi, maalesef hız kazanmıştı.
Bedîüzzaman bu meselenin Kur’an’ın işarî manaları arasına girecek kadar ehemmiyetli olduğunu ve Kur’an’ın hem II. Abdülhamid ve hem de Sultan Abdülaziz dönemindeki önemli hâdiselere işâret ettiğini şöyle açıklamaktadır:
Âlem-i İslâm için en dehşetli asır altıncı asır ile Hülâgu fitnesi ve onüçüncü asrın âhiri ve ondördüncü asır ile harb-i umûmî fitneleri ve neticeleri olduğu münasebetiyle bu cümle ma-kam-ı ebcediyle altıncı asra ve evvelki cümle gibi اَلْعَزِيزِ الْحَمِيدِ kelimeleri ile bu asra, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid devirlerine îma eder.
2. Bediüzzaman’a göre Meşrûtiyetin İlanı ve Hilâfet-i İslâmiye’ye Yapılan Hücumlara Dair Kur’anî İşaretler: 1324/1908
Bedîüzzaman, daha sonra kaleme aldığı eserlerde Meşrûtiyetin ilânı ve Hilâfet-i İslâmi-yeye karşı yapılan hücum ve plânlarla alakalı Kur’anî işâretler bulunduğunu açıklamıştır.
.
Diğer tarafdan yine Bedîüzzaman’a göre Kur’an 1324 tarihine işâret ederek, “Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle müdhiş bir sû’-i kasd plânı yaptık-ları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti yirmidörtte ilânıyla o plânı akîm bırak-mağa çalıştıkları halde, maatteessüf altı-yedi sene sonra, harb-i umûmî neticesinde yine o sû’-i kasd niyetiyle Sevr Mu’âhedesinde Kur’an’ın zararına gayet ağır şartlarla kâfirane fikirlerini yine icra etmek olan plânlarını akîm bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştıkları tarihi olan bin üçyüz yirmidörde, tâ otuz dörde, tâ ellidörde tam tamı-na tevâfuk etmektedir”. “Şimdi İslâmlar içinde Nur-u Kur’ana muhâlif haletlerin ekserisi, o sû’-i kasdların ve Sevr Mu’âhedesi gibi gaddarane mu’âhedelerin vahîm neticeleridir”.
Sure-i Tevbe’de: يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّٰهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ (Tevbe: 32; Allah’ın Nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar; ancak Allah kâfir-ler istemesede Nurunu tamamlamaya irâdesi hasıl olmuştur ve tamamlayacaktır) âyetindeki نُورَ اللّٰهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّٰهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ cümlesi, kuvvetli ve letafetli münasebet-i mane-viyesiyle beraber şeddeli “lâmlar” birer “lâm” ve şeddeli “mim” asıl kelimeden olduğundan iki “mim” sayılmak cihetiyle bin üçyüz yirmidört (1324) ederek, Avrupa zâlimleri devlet-i İslâmi-yenin nurunu söndürmek niyetiyle müdhiş bir sû’-i kasd plânı yaptıkları ve ona karşı Türkiye hamiyetperverleri, hürriyeti yirmidörtte ilânıyla o plânı akîm bırakmağa çalıştıkları halde, maatteessüf altı-yedi sene sonra, harb-i umûmî neticesinde yine o sû’-i kasd niyetiyle Sevr Mu’âhedesinde Kur’an’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirane fikirlerini yine icra etmek olan plânlarını akîm bırakmak için Türk milliyetperverleri cumhuriyeti ilânla mukabeleye çalıştık-ları tarihi olan bin üçyüz yirmidörde, tâ otuz dörde, tâ ellidörde tam tamına tevâfukla, o herc ü merc içinde Kur’an’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Resail-in Nur müellifi yirmi-dörtte (1324) ve Resail-in Nur’un Mukaddemâtı otuzdörtte (1334) ve Resail-in Nur’un nu-ranî cüzleri ve fedakâr şakirdleri ellidörtte (1354) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor. Hattâ hakikat-ı hali bilmeyen bir kısım ehl-i siyâseti telaşa sevkettiler ve bu itfa sû’-i kasdına karşı tenvir vazifesini tam îfa ettiklerinden bu âyetin mana-yı işarîsi cihetinde bir medar-ı na-zarı olduklarına kuvvetli bir emaredir. Şimdi İslâmlar içinde Nur-u Kur’ana muhâlif haletlerin ekserisi, o sû’-i kasdların ve Sevr Mu’âhedesi gibi gaddarane mu’âhedelerin vahîm neticeleri-dir.
Her asra hitab ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyâde bakan وَ الْعَصْرِ اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ (İkindi vaktine (yahur son asra) kasem ederim ki, insanlık büyük bir zarar ve hüsrân içindedir) âyetin-deki اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi bin üçyüz yirmidört (1324) edip, hürriyet inkılâbıyla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harbleri ve Birinci Harb-i Umûmî mağlubiyetleri ve dehşetli mu’âhedeleri ve şe’âir-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umûmî’nin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavî ve arzî musibetlerle hasaret-i insaniye ile اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَفِى خُسْرٍ âyetinin bu asra dahi bir hakikatı, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını gösteriyor.
Prof. Dr. Ahmed Akgündüz
Sultan Abdülhamid’in Görevden Alınmasını Meşrû Gösteren Hilal Gazetesi ve Hal’ı ile alakalı Bazı Fetvalar, Hilal Gazetesi, No: 2, 8 Nisan 1324.