İktisad Risalesine Muhtacız

BUGÜNLERDE ZENGİNLİK fakirlik üzerinden ne çok söz duyuyorum. Müslüman zengin olmalı diyor bazıları. Bazıları da paraya savaş açıyorlar. Bu hengamede itidal üzere durmaya, düşünmeye çalışıyorum. Doğrusu nedir? Müslüman nasıl bir yaşam sürmelidir?

Üstadımın birkaç parça eşya ile yaşayan bir adam olduğu hatırıma geliyor. Çay kaşığına bile hürmet ettiği, kırıldığında “Bize çok hizmet etti” dediği eşyanın değerini bildiğini anımsıyorum. Gülümsüyorum. Üstadımın hayali beni Efendimizin hayaline taşıyor. O da geleni dağıtan kendinde mal tutmayan, isteyene herşeyini veren, kendinde yoksa borç bulup yine veren bir güzel örnekti. Hz. Ebu Bekir İslam davasında herşeyini vermişti. Oysa önceleri zengin bir adamdı. Hz. Hatice tüm malını Mekke’deki müslümanların desteklenmesine harcamamış mıydı? Sonunda o Mekke’nin en zengin kadını, yamalı elbise giyecek hale gelmişti. Hz. Ömer ümmetin en fakirinin gelir düzeyini kendine halife maaşı diye bağlamamış mıydı? Hz. Ali kendisine zekat hakkında sorana “Sana göre mi bana göre mi?” diye bir soruyla cevap vermiş, meseleyi “Sana göre kırkta bir bana göre hepsi” diyerek izah etmişti. Gelenek kırkta bire “cimri zekatı” demiyor muydu?

Selef-i salihinin kahir ekseriyeti mütevazi bir hayat sürmüştü. Evet, aralarında Sadreddin Konevi gibi zengin olanlar da vardı. Ama onlar bir ihtiyaç anında mallarının hepsini hemen veriyorlardı. İbnül Arabi babasından kalan mallar ile Endülüs’ün en zengin adamlarından biriydi, herşeyini terk etti, zaman zaman üstünde ödünç elbise olurdu. Bildiğim tanıdığım “büyük” insanlar hep mal ile aralarına ciddi bir mesafe koymuşlardı. Bu bize bir hedef göstermeli değil miydi?

Hedef onlara benzemek, ne kadar yapabilirsek…

Bazıları tek tek zengin sahabeyi veya tek tek zengin velileri örnek veriyorlar, onlar istisnadırlar. “Ümmetin alimlerinin çoğunluğu yanlışta ittifak etmez” ise onların çoğunluğunun mütevazi yaşamı nasıl örnek alınmaz. Bazıları mal elinde ama gönlünde değil diyorlar. Bunu test edilmeden nasıl bilir ki insan? Ben kendimi mal fitnesinden uzak görmüyorum, görene bir şey diyemem elbette.

Biz Nur talebeleri Üstadımızın kademi üzere yaşamayı seçtik. Üstad bize savaşacak üç şey bıraktı:

İhtilaf, zaruret ve cehalet. İhtilaf ile savaşmak her tür etnik, mezhepsel, cemaatsel, sınıfsal ayrımcılıkla savaşmak demektir. Çünk biz ehl-i tevhidiz, işimiz birlemektir. Birlemek sadece söz ile olmaz, eylem de vahdeti gerektirir.

Cehaletle savaşmak, ders halkaları kurmak, kitaplar yazmak dergiler çıkarmak, dershaneler ve okullar açmak, gençlerin eğitimi ile ilgilenmek, her halk tabakasının kadınların, gençlerin, esnafın, talebelerin, okumuş yazmışların ilgi alanına girecek ilim faaliyeti yapmak iledir. Çok şükür bunu epeyce bir yapıyoruz. Cehaleti bitirdik mi? Hayır, daha yolumuz var.

Zaruretle savaşmak ise kanaatimce en eksik kaldığımız alan. Biz İman hizmeti yaptığını iddia edenler olarak Rasulullah’ın “fakirlik küfre en yakın durumdur” diye tarif ve tavsifini biliyoruz, ancak insanların Allah’a isyan edebilecek kadar fakir, muhtaç, yoksun oldukları bir vasatta, bir yandan alabildiğine zenginleşiyoruz. Bölüp dağıtmıyoruz, paylaşmıyoruz, zenginliği kitleye yaymıyoruz. Kendi konforu için gayet rahat para harcayan, bir kafede yahut lokantada kalabalık yiyen içen, gülen, söyleyen ve masaya onca para bırakıp giden kimimiz, yanında çalışan adamın parasını geciktirirken hicap duymuyor. Ona verilen para üzerinden titizlikle hesap yapılırken, alışverişe çıkan hanıma hesap sorulmuyor. Nicedir, birşeyi alırken “ihtiyaç mı?” sorusu sormaz olduk. Mavisi, pembesi, moda olanı, yakışanı, şu markası, filanda gördüğümüzü gözümüzü sakınmadan alıyoruz.

Benim on sene evvel üniversitede bir arkadaşım vardı. Ders aralarında “Haydi çay içelim” derdik. “Bir tane içtim geçen ders arası, bu israf olur” derdi. Dilerim hala aynı titizlik üzeredir. Ben hiçbir zaman onun kadar titiz olamadım, ama onun işaretlediği yere bakıp kendimi sigaya çekiyorum.

Bu incelik arkadaşıma da Üstadımızdan, ondan dersini alan anne ve babasından geçmişti. O tümü nurcuolan bir ailede iktisad düsturu ile büyümüştü. Bana abartılı gelen şey onun için gündelik hayatın dengesiydi. Şöyle derdi: Allah alemde hiç israf etmiyor, biz de etmeyelim. Onu özlemişim…

Tuğrul Efendi ne diyordu sık sık: “Müslümanlık ince insanlık, dervişlik ince müslümanlık…” Bu inceliklere muhtacız. Her yanımızdan kabalık, hoyratlık, incelik yoksunluğu akıyor. Adab bilmiyoruz, usul bilmiyoruz, teeni ile hareket etmiyoruz, düşünmüyoruz. Aceleciyiz çünkü nefsin peşinden gidiyoruz. Nefsi burada ve şimdi tatmin etmek istiyoruz. Oysa yine sufiler der ki “Ateşe odun atmakla ateş doymaz.”

Derdim kimsenin malına mülküne saldırmak, kimseyi hor görmek değil. Evvela nefsimden başlayarak bir uyarıda bulunmaya çalışıyorum. Dileyen benimle birlikte dinler, dileyen bildiğini yapar. Ancak “Yüz aç adamın huzurunda kemal-i afiyetle yenilmez” diyen bir Üstad’ın talebeleri bu hususta hassas olmalıdır. Kanaatim İslam aleminin her yerinde refah olmadan, vasatın üzerinde bir yaşam tarzının makbul olmadığıdır. Ne farzdan ne sünnetten ne vacipten söz ediyorum. Böyle bir fıkhi dil kullanmak haddim değil. Fakih de değilim. Ancak insanın diğer insanların mutluluk ve mutsuzluğundan etkilenmesinin fıri olduğuna inanıyorum. Çok sevilen tabirle “globalleşen dünyada” herkes komşumuzdur, ve onlar açken biz lüks içinde yaşayamayız.

Helal yoldan kazanılan her şeyin aynı zamanda helal yoldan harcanması gerekir. Helal yoldan harcama sadece zekatı içermez, aynı zamanda israftan kaçınmayı da içerir. Üstelik infak sadece zekattan ibaret değildir. Allah Kuranda “Sana ne vereceklerini sorarlar, de ki fazlasını” buyurmuyor mu? Vasatın üstündeki herşey fazlasıdır. Vermiyorsak da kendimizi temize çıkarmayalım, en azından istiğfarla kusurumuzu bilelim, umulur ki bir gün döneriz.

Allah Rasulü bizim için dünyanın kapılarını ardına kadar açtığı dönemlerden korkmuştu. Dikkat etmeliyiz. Kendimizi vaktiyle komünizm rüzgarından nasıl sakındıysak, kapitalizm rüzgarından da öyle sakınmalıyız. Üstadın İhlas ve İktisad risalelerini sık sık okumamızı salık vermesi, bu zamanda başımıza açılacak ihtilaf ve israf fitneleri ile mücadelede elimize iki silah, iki merhem, iki deva vermek içindir.

Mütedeyyin hazık hekimin salık verdiği tiryakı istimal edelim.*

Ne diyordu mübarek: “İsraf eden onun (süfyanın) damına düşer.” 

*Dindar bir doktorun tavsiye ettiği ilacı kullanalım. (Üstadın kelimelerini seviyorum, o yüzden öyle yazdım.)

Not: İki haftadır aynı konuda yazdığım sanılmasın, ilk yazıyı evvelce yazmışım, ve bilgisayarımda bir köşede unutmuşum, sonra mesele yeniden gündemime gelmiş, ve yeniden başka bir yazı yazmışım, ikisinde de değişik zaviyeler, birbirini tamamlayan unsurlar gördüğümden, ihtiyaç olan meselenin tekrarı Üstadımızın da adeti olduğundan ikisini peşpeşe iki haftada yayınladım.

 Mona İslam

2010 Karakalem.net

Sende yorum yazabilirsin