İman eğitimi “yanmak”la olur…

O…

Kurratu ayn” yani gözbebeğiniz…

Saflığın, berraklığın ve temizliğin diğer adı…

O, fıtrat üzere yaratılan paha biçilemez bir cevher…

Cennet bahçesinin nazik ve nazenin ”inci tanesi”…

O, avuçlarınızdaki minicik bir nur tanesi…

Kim bilir, belki de kurtuluşunuzun sırlı bir anahtarı…

Ve siz…

Ne mutlu ki, onun annesi ve babası olmaya layık görüldünüz… Kavli ve fiili dualarınız neticelendi de o size bahşedildi, bağışlandı, lütfedildi. İnanması çok zor, ama gerçek değil mi? Milyonlarca insan içinden sadece siz, ikiniz…

Acaba böylesine kıymetli bir cevherin muhafazasında yükümlülüklerimizin farkında mıyız? Sonu olmayan hayat telaşının içinde, o cevherin içine dercedilmiş nurun inkişafı için neler yapıyoruz?

Hal böyleyken, nur çekirdekleri kâinata meydan okuyabilecekken neden bazıları ağaç olamadan ziyan oluyor? Çekirdeğin içindeki nur neden kuvvete dönüşemiyor? Ağaç olma yolundaki bu çekirdeğin muhafızları ne yapıyor, ya da ne yapmıyor?

Muhafız kendisinden bekleneni yapmazsa?

Muhafız muhafızlığını yapmazsa bu çekirdek yüreğindeki tonlarca ağırlıktaki yükle yaşamak zorunda kalır. Endişeler, kaygılar, korkular, mutsuzluklar… Bunalır, daralır. Altından inşa edilen gönül sarayı her türlü hayvanatın istilasına açık hale gelir. Sarayda sultanların tahtını haşereler alınca da, hisler devre dışı kalır. Nihayetinde canavarlaşır. İncitmekten, kırmaktan ve tahrip etmekten çekinmez hale gelir. Çünkü artık yüreği hissetmemektedir.

Anne ve baba sorgulamaya başlar kendini. “Yemedik yedirdik, bak şu hayırsız evlada” deyiverir bir çırpıda… Lakin sorulması gereken soru bu mudur? Gerçekten hayırlı anne-baba olabildik mi? Nerede yanlış yaptık? Evladımız duyarsız davranışlarıyla daha dünyadayken “davacıyım ailemden” mi diyordu acaba?

Çok çalıştık. Giymedik giydirdik. En güzel okullara gönderdik. Özel hocalar tuttuk. Kurs kurs dolaştırdık. Yetmedi yurt dışına yolladık. “Mesleğin bileziğin olmalı. Yoksa ileride ezilir, benim gibi olursun” dedik. Daha neler demedik ki? Fıtratındaki gizemi keşfetmek gibi bir derdimiz yoktu zaten.

Nihayetinde sadece aklını ve zihnini eğittik. Fakat hisleri, yüreği ve ruhu ikinci planda kaldı. Ruhuna ulaşamadık. Hissî melekelerini geliştiremedik. “Aklı ve kalbi eş zamanlı eğiterek bu ikisinin kaynaşmasıyla, hakikatin tecelli edeceğini düşünmedik. Ödevlerini yapsın, derslerinde başarılı olsun” da gerisi önemli değildi. Ödüller koyduk hedef için… Olmazsa ayrıcalıklarından mahrum (!) bıraktık. Hep çocuğumuzu eğitmeyi düşünürken, asıl eğitilmesi gerekeni eğitemedik.

Annelik ve babalık hayatımızın neresindeydi? Dünyaya dönük o kadar çok planımız vardı ki; anne-babalığı da kulluğumuz gibi aradan çıkarıverdik. Düşünmeden, hissedemeden… “Çalışıyor musun, mesleğin ne?” diye sorduklarında “Evet, çalışıyorum. Mesleğim annelik” demeyi yediremedik nefislerimize…

Çocuğumuz bizi yanına çağırdığında, ihtiyacı varken; bırakamadık haberleri, gazete makalelerini, dizileri ve sahte insanların renkli yaşamlarını. “Bir şey yaptım size göstereceğim” dediğinde, gidemedik o an yanına. “Her sanatkâr sanatını göstermek ister” hükmünü anlayamadık. “Hımmm” dedik baktık geçtik, ama göremedik! Bizim de bir hayatımız olmalıydı. Çocuğumuz tarafından esir alınmamalıydık ya! Kafamızı dağıtmalıydık televizyon ekranlarında, sosyal paylaşım sitelerinde. Sürekli birlikte mi zaman geçirecektik yani. Bir an önce uyusun diye gözünün içine baktık. Eşimizle baş başa (!) zaman geçirebilmeliydik ne de olsa.

Yıllar geçti, devran değişti. Bu sefer biz onu çağırmaya başladık. O zaman da evladımız meşguldü artık. Aradığınız kişiye ulaşılamıyordu…

Ne yazık ki, evladımızı ecdadımız gibi koyamadık hayatın merkezine.

Koyanları da suçladık, aşağıladık. Torunlarımız olunca, biraz fark ettik kaçırdıklarımızı, yaşayamadıklarımızı ve yaşatamadıklarımızı… Lakin tren çoktan kalkmıştı artık…

Muhafızdan istenen asıl şey neydi?

Tek şey, evet tek şeydi…

Yanmak…

Çekirdeğin içindeki nur ancak ve ancak muhafız yandıktan sonra inkişaf edecekti, kuvvete dönüşecekti de, sultan edecekti sahibini…

Hani bir talebe sormuştu şeyhine:

Rüyamda Güllerin Efendisini görmeyi çok arzuluyorum. Salavatlar, dualar ediyorum da, göremiyorum bir türlü. Ne yapmalıyım?

Şeyhin önerisi çok ilginçti, fakat denemeye değerdi. O akşam çok aşırı tuzlu yemekler yenecek ama kesinlikle su içilmeyecekti.

Formülü uygulayan talebe, sabaha dek pınarlardan, çeşmelerden, derelerden kana kana su içti rüyasında.

Suyun aşkıyla yandı. Rüyasında suyu gördü.

Talebe formülü öğrenmişti.

Yanmak…

Peki, biz yanıyor muyuz? Ya da ne kadar yanıyoruz? Alev alev mi? Kendimiz için, evladımız için ve diğer nur taneleri için… Yandığımız dertler ne?

İman yanmaktır. İman eğitimi yanma eğitimidir, yürek eğitimidir, “akleden ve hisseden bir kalp” inşasıdır. Yanma seviyemiz ölçüsünde yol kat edilen bir eğitimdir. Kalbi hisseder hale getiren bir eğitimdir. Yoksa bir et parçası olan kalp hissetmekten acizdir. Bu yüzden buyrulduğu üzere “Kalpleri vardır, hissetmezler; kulakları vardır duymazlar; gözleri vardır görmezler…

İşte bu kadar hayati mevzu… Çekirdekteki nur, iman aşkıyla yanınca açığa çıkıp kuvvete dönüşecek. Çekirdeğin içindeki o nur kuvvete dönüşünce, hayat yolculuğu huzur ve sükunet içinde nasıl da emniyetli geçecek; ah bir bilsek! Dünyanın sıkıntıları, tazyiki, baskısı boğmayacak.

Zorluklara isyan etmeyecek. Engellere takılmayacak, engellerden nasıl atlayacağını düşünecek. Çünkü onu seven, koruyup kollayan, hiç yalnız bırakmayan, gece gündüz her an ulaşabileceği sonsuz kudrete sahip biri olduğunu bilecek. Mutluluğu ve mutsuzluğu başına gelen olaylara endekslemeyecek. “Bir şey ya güzeldir ya da neticesi itibariyle güzeldir” nidasıyla yoluna devam edecek. Hem ta ötelerde de yine huzurla istirahat edecek.

Telkinat hal diliyle başlar

Bir çocuk dünyayı anne-babası aracılığıyla tanır ve anlamlandırır. Onların sunduğu pencereden izler kâinatı. Her an anne-babasını izleyerek insan-kâinat ilişkisini çözümlemeye çalışır. Gören gözler, duyan kulaklar ve hisseden bir kalp anne-babanın en büyük mirasıdır çocuğuna. İşte bu hal dili ile yapılan telkinat ise yürek eğitiminin püf noktasıdır. Yani hem hizmet etmesi beklenen bir memur, hem de hizmet edilen bir misafir gibi yaşamak… Önce ikramları tefekkür edip sonra hitap makamında mukabele etmek…

İşte anne anneliğini, baba babalığını yaparken ev sahibinin izni dairesinde, misafir gibi davranarak, an be an bu mirası aktarır çocuğuna… Bu da ancak kâinatın dikkatli bir seyircisi olmakla ve kâinat kitabının mütalaasıyla mümkündür. Bu mirasın aktarımında bize sunulan güzellikleri tabii bir şekilde karşılamamız çocuğu duyarsızlaştırır. Tam tersine günlük yaşamda sıradanlaşan, normalleştirdiğimiz şeylerin aslında ne kadar hayret verici olduğunu fark edip, fark ettirebilmek ise duyarlılığı artırır.

Bir başka deyişle; kâinattaki hadiseleri, harikulade bedî sanatları hayret makamında seyretme yeteneğidir imanî duyarlılığı artıran. Hani tıpkı bir yaşındaki çocuğun, karı ilk gördüğü an, verdiği tepkideki şaşkınlık ve hayret gibi.

Nur ağacının ilacı: Şefkat

Hal diliyle yapılan telkinatın gücü şefkat nispetinde artacaktır. Çünkü çocuğun beklediği, anladığı ve kavrayabildiği tek lisandır şefkat… Nazik, güler yüzlü, incitmeyen, hataları yüze vurmayan, ayıplamayan, kıyaslamayan, kalp kırmayan, tenkit etmeyen, hakarette bulunmayan ve kötü söz söylemeyen “Gül Ülkesi”nin lisanıdır şefkat… Şefkatte ikna vardır, zorlama yoktur. Şefkat lisanında çocukla iletişim kurabilmek ”çocuk işi” değildir. Hatta bir mana büyüğünün ifadesiyle ”Bir çocukla konuşup söz anlatmak bir filozofla konuşmak” kadar zordur.

Hasılı yerinde, mevsiminde ve zamanında kullanılmak şartıyla nur ağacının her derde deva ilacıdır şefkat… Ve içinde şefkati barındırmayan her eğitim hiç hükmündedir.

Kendisini ve şefkatini yürek eğitimine yanarak adamış bir annenin ilk adımı çocuğuyla sağlıklı bağlanmayı tesis etmektir. Çünkü çocuk gözünü açtığı ilk andan itibaren annesine bağlanırken, aynı zamanda Yaratan’a da bağlanmaktadır. Çocuk ağlar, annesi koşar. Acıkır, annesi koşar. Nazlanır, annesi koşar. Hastalanır, annesi koşar. Sonra gün gelir, o çocuk da Yaratan’ına koşar.

Çocukluk evresinde engellemeler koymak değil, aksine onun önü açmak gerek! Çünkü çocuk kâinatı tanıma ve keşfetme sürecine başlamıştır artık. Sürekli eleştirilerle, yasaklarla, bitmek bilmeyen ve esnetilemeyen kurallarla kendimizden soğutmamak gerek! “Ne yaparsa yapsın, onu çok seviyorum. Çünkü emredilmiş onu sevip korumam” diye düşünebilsek!

Atlanmaması gereken bir diğer husus da; çocuğuyla bağlanmayı tesis edebilecek bir annenin arkasında da aslan gibi bir baba olduğu gerçeğidir.

Takdir eden, şartsız seven, gören gözeten, koruyan kollayan, ailesini dinlemekten sıkılmayan bir baba… Yemeğin tuzunu, evin dağınıklığını mevzu etmeyen, açık aramayan bir baba… Eve gelip kapıyı çaldığında “Bakalım bu gün niçin bağıracak” diye eli ayağı korkudan titrerken, çil yavrusu gibi kaçılan bir baba değil; aile fertlerinin sevgiden kalbi titreyerek kapıya koştuğu bir baba olabilmek…

Formulü tekrar etmek gerekirse:

Yanan bir anne…

Yanan bir baba…

Ve…

Kâinata meydan okuyabilen bir nur tanesi…

Berrin Göncü Işıkoğlu / Moral Dünyası Dergisi

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: