İrade Hürriyeti, Mutluluk ve Kader-2

Kadere İman ve Mutluluk

Zâtiyet vasfı gerçek manada Allah’ta olduğu için, gölge ve küçük zâtiyetiyle Onun Zâtına ayna olabilecek potansiyeldeki insan elbette Allah için kıymetlidir. Zâtiyetin göründüğü irade sıfatı ve o sıfatın dengeli kullanılması Onun katında çok önemlidir. Bu manada O, zâtiyeti görünsün ister. Yani insan iradesini kullansın ve tercih yapsın. Bu açıdan iradesini darmadağınık eden ve kararsızlık Cehennemi içinde yuvarlanan bir münafık, kararlı bir müşrikten Zât-ı Uluhiyet’e daha uzaktır. İradesini haktan yana kullanmayan bir müşrik de Hak’tan yana kullanan bir mümine göre daha uzaktır. Derece derece kendi irade ve zâtını, Külli İrade ve Zât’ta tevhid ile fena eden, teslim ile Ona hayatını ve zâtını feda eden bir kul da Ona herkesten ve her şeyden daha yakındır.

İnsandan istenilen, iradesini yok etmesi değil. Hikmeti idrak ederek İlahî İrade’yi her yerde ve her şeyde okumak… Sonrasında kendi cüz’î iradesini Külli İrade ve Zât’a tevhid ve teslim ile uydurmak… Sonrasında tevekkül edip Kaza’yı Ona bırakıp hayret ve muhabbet ile akışı seyretmektir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.leri bu güzel hali şöyle ifade eder:

“ Hak şerleri hayr eyler

   Zannetme ki gayr eyler

  Ârif ânı seyreyler

  Mevla görelim neyler

  Neylerse güzel eyler. ”

Bu noktada Bediüzzaman bir soru-cevap ile insan hürriyeti ile, kaza-kader ilişkisini şöyle açar:

Eğer desen: “Kader bizi böyle bağlamış. Hürriyetimizi selbetmiştir. İnbisat ve cevelâna müştak olan kalb ve ruh için kadere îmân bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?

Elcevab: Kat’â ve aslâ!.. Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve revh u reyhanı veren ve emn ü emanı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünki: İnsân kadere îmân etmezse, küçük bir dairede cüz’î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünki: İnsân bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makasıd ve metâlibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti; milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği ma’nevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müdhiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere îmân, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemâl-i rahat ile, ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında serbest cevelanına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüz’î hürriyetini selbeder ve fir’avuniyyetini ve rubûbiyyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar. Kadere îmân o kadar lezzetli, saadetlidir ki, târif edilmez. Yalnız şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

İki adam, bir pâdişahın payitahtına giderler. O pâdişahın mahall-i garâib olan has sarayına girerler. Biri, pâdişahı bilmez; o yerde gasıbâne, sârıkane tavattun etmek ister. Fakat o bahçe, o sarayın iktiza ettikleri idare ve tedbir ve varidat ve makinelerini işlettirmek ve garib hayvanatın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemadiyen ızdırab çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Herşeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edebsiz adam, te’dib sûretiyle hapse atılır. İkinci adam, pâdişahı tanır, pâdişaha kendini misafir bilir.Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizâm-ı kanunla cereyan ettiğini, herşey bir programla, kemâl-i sühuletle işlediğini itikad eder. Zahmet ve külfetleri, pâdişahın kanununa bırakıp kemâl-i safa ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifâde edip pâdişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinaden herşeyi hoş görür, kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir.

İşte ” Men âmene bi’l-kaderi emine mine’l-keder ” ( Kadere iman eden kederden emin olur )sırrını anla.

Bu 3. Mebhas’taki soru cevap ile Bediüzzaman bize, kâinatta var olan İlahî Nizam ve Kader’e uymayan bir kişinin perişan halini, her şeyi ıslah etmeye çalışıp mağlup düşmesini tasvir eder. Buna mukabil ilmin nuru ve hikmetin kudsiyetiyle nefsinin gururunu büken, enâniyetinin hürriyetini hakka mahkumiyet ve hakikate esarete dönüştüren kişinin severek ve isteyerek kendi cüz’î iradesini İlâhî İrade’nin eseri olan sünnetullaha tabi kılmasında ortaya çıkan ferahlı, sürurlu ve saadetli hali resm eder. Bu manada Kader’e imanın, aklı gamlardan ve kalbi hüzünlerden kurtardığını delilleriyle izah eder. Keder, gam ve hüzün demektir.

Hürriyet duygusu insana, Allah’ı aramak ve Onun izzetini anlamak için verilmiştir. Bu manada Allah’a aşk ve şevk ile kab ve ruhunu bağlayan bir kişi, bütün mahlukattan müstağni ve hür hale gelir. Fakat o da bir kul olduğu için, Allah’a karşı bir istiğna ve hürriyet iddiasında bulunamaz. Mutlak Hür olabilmek bizzat mevcud olmak, hiçbir şeye ihtiyacı bulunmamak ile mümkündür. Bu ise Ehad ve Samed olmayı gerektirir. O sıfatlar, Allah’a mahsustur. Bu noktada Kader Risalesi’nin Zeylinde bulunan 4. Hatve’de nefsin kendini bizzat mevcud bilmesi, böyle hissetmesi, kendini mutlak hür telakki etmesi veya böyle olmayı istemesi, Allah’ın onu sınırlayarak ve çeşitli şeylerle bağlamasından dolayı Allah’a karşı bir düşmanlığı olduğu meselesini daha iyi anlarız.

Gerçek hürriyet, mutlak istiğna ile olur. Yani Samediyet ile… İnsan, vücudu ile kudret-i Zât’a, hakikati ile ilm-i Zât’a, zâtiyeti ile İrâde-i Zât’a ve bunların tecellilerine temelden muhtaçtır. Bu manada insan mutlak müstağni değil, bilakis “ mutlak muhtaç ” tır. İnsan bütün mahlukattan üstte bu ihtiyaç ve fakr-ı zâtîyi hissedebilmesi ile her şeyden üstündür. Çünkü fıtrî ihtiyaç duasıyla Ona bu şekilde yöneldiğinde vücudunu, hakikatini ve zatiyetini besleyecek bütün tecellileri isteyebilir. Hem istemeye hak sahibidir ve dualarının kabul olmasına da müstehaktır. Hadisin ifadesiyle “ Allah’a karşı fakrımı hissetmek, benim için iftihar edilecek bir husustur. ”[1]

Kader, Belalar ve İnsanın Gelişimindeki Etkileri

  1. Mebhas: Eğer desen:Birinci Mebhasda isbat ettin ki: Kaderin herşeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir. Halbuki, şu dâr-ı dünyadaki musibetler, beliyyeler, o hükmü cerhediyor. ( yaralıyor )

Elcevab: Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücûd ( varlık ), hayr-ı mahz ( pür iyilik ); adem ( yokluk ), şerr-i mahz ( pür şer ) olduğuna; bütün mehâsin ve kemâlâtın vücûda rücuu ve bütün maâsi ve mesâib ve nekaisin ( isyanlar ve musibetler ve noksanların ) esası adem olduğu, delildir. Mâdem adem şerr-i mahzdır. Ademe müncer    ( varıyor ) olan veya ademi işmam eden hâlât ( koklatan haller ) dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücûdun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ( saflaşıyor ) ve müteaddid keyfiyatı alıp, matlub semeratı veriyor ve müteaddid tavırlara girip, Vâhib-i Hayat’ın nukuş-u Esmâsını güzelce gösterir.

İşte şu hakikattandır ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyat sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücûd teceddüd edip zulümat-ı adem tebâud ederek ( varlık nurları yenilenerek yokluk karanlıklarından uzaklaşmakla ) hayatları tasaffi ediyor. Zira tevakkuf (duraksama), sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık                      ( monotonluk ); keyfiyatta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.

Elhasıl: Mâdem hayat, Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir ( güzeldir). Meselâ: Gayet zengin, nihayet derecede san’atkâr ve çok san’atlarda mâhir bir zât; âsâr-ı san’atını ( sanat eserlerini ), hem kıymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir saatte murassa’ ( armalı ), mûsanna’ ( sanatlı ) yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese: “ Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun ” demeğe hak kazanabilir mi? “ Merhametsizlik, insafsızlık ettin ” diyebilir mi?

İşte onun gibi Sâni’-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisâl; zîhayata göz, kulak, akıl, kalb gibi havas ( duyular ) ve letâif ( manevi özellikler ) ile murassa olarak giydirdiği vücûd gömleğini Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler ( acılar ), musibetler nev’inde olan keyfiyat; bâzı Esmâsının ahkâmını göstermek için lemaât-ı hikmet içinde bâzı şuâ’at-ı rahmet ve o şuâât-ı rahmet içinde lâtif güzellikler vardır.[2]

 Said Nursi, Kader’in sistematik yapısının gereği olan, insanların dünya imtihanının meyvesini vermesine yönelik bir icraat olan Rububiyetin celalli tecellilerinden musibet, hastalık, belalar, sıkıntılar gibi nefis söndürücü, benlik eritici hadiselerin hikmetini işler. Şefkatin dengesiz bakışlarının, terbiye mekanizmasını tıkadığını; hikmeti anlamamanın yol açtığı şikâyetlerin insanları hakka zıt konuşturduğunu ifade eder. Nefislerin hırsları, benliklerin tembellikleri hak ve hakikati ölçmede mihenk olamaz. Bir şeyin kıymeti, Âhiret noktasında ölçülmekle anlaşılabilir. Ahiret hükmünü anlamanın küçük bir mihengi şu andır.

Çünkü insan geçmişine baktığında yaşadığı acılara değil, tattığı güzel zamanlara “ Off Off ” diye üzülüyor ve şimdi her hatırladıkça acısını çekiyor. Oysa geçmişteki bitmiş acı ve sıkıntıları şu an hatırladıkça ve her zihnine geldikçe “ Oh, çok şükür, Elhamdülillah ” diye ferahlama, bir manevi lezzet hisseder. Bu açıdan Lemeat isimli eserinde Bediüzzaman der: “ Muvakkat Lezzetten Ziyade Muvakkat Eleme Hoş Geldin Demeli. ” Evet, demeli. Çünkü her birisi evladını miras bırakıyor. Lezzetlerden hüzün ve hayıflanma doğuyor; acılardan ise, manevi lezzet ve ferahlar doğuyor. Bu açıdan Kader’den gelen acılar, ebedî lezzet ve ferah çeşmesi oluyor; ruhumuzun Cennetinden dünyaya feyzini akıtıyor.

Bu noktadan bakınca Kader’den gelen acılardan şikâyetçi olunamaz. Cerrahi ameliyat gibi bakılır. Geçici sıkıntı fakat ebedî ferah… Kötürüm birini ameliyat edip ona ayak takmak acı da olsa yürümenin lezzetine vesiledir. Kör birini ameliyat edip gözünü açmak, ona bütün güzellik ve renkleri kavuşturur. Musibet ve hastalıklar, tembel ruhları, yürütür, onlara ayak takar; nankör tiplerin gözlerini açıp körleştikleri sayısız güzellikleri onlara gösterir. Bu açıdan musibetler, Hakîm-i Mutlak’ın ameliyathanesidir. Hasta ruhları onlarla tedavi eder.

Kader Risalesi’nin Hatimesi ve Zeyli ise, insanın manevi terbiyesinin aşamalarını ifade eder. Kişinin problemlerini ve tahlillerini verir. Gayenin 4. Hatve’nin verdiği ufukla her şeyi Allah’tan görebilecek ve kendinde hissedebilecek bir vücudî, şuhudî ve kusudî tevhid mertebesine yükselmek olarak gösterir. Yani vâcid ve mevcud, şâhid ve meşhud, kâsıd ve maksud seviyesine teali etmek; her nesne-kişi ve olayda Allah’ın kudretini, ilmini ve iradesini okumak ve okutmak…

[1] Aliyyü’l-Kârî, age, s. 128.

[2] Güneşten doğrudan dünyaya gelen ışına, “ şua ”; ayda kırıldıktan sonra dünyaya gelen ışına ise “ lem’a ” denilir.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: