Medeniyet

Medeniyet; “medine” kelimesinden türetilmiş olup, “şehirde toplu bir şekilde yaşamak” demektir. Şehirde yaşayanlara medenî, çölde ve çadırda yaşayanlara ise bedevî denilir. Bunların birincisinin hayat tarzına medeni­yet, diğerine ise bedeviyet adı verilir.

Malumdur ki, insan tek başına yaşayamaz, diğer insanlarla bir arada yaşamaya mecburdur. Çünkü, hiç kimse kendi ihtiyaçlarını tek başına tedarik edemez. Mesela; ekmek için çiftçiye, elbise için terziye muhtaçtır. Demek ki, insanların yaşayışı ve hayatlarının devamı yardımlaşma iledir. “İnsan fıtraten medenîdir.” sözü bu manayı ifade etmektedir.

Medeniyetin güzellikleri sayılamayacak kadar çoktur. Mesela; ilim, irfan, sanat, ticaret, insanların birbiriyle yardımlaşması hep medeniyetin güzelliklerindendir. Bu bakımdan insan medeniyeti sever ve onunla müşer­ref olmak ister.

Medeniyetin ehemmiyetini takdir eden bir insan, hem kendisine hem de diğer insanlara faydalı olmak için çalışır, herkesle ülfet, muhabbet ve ünsi­yetle geçinir. Diğer insanların maddi ve manevi hukukunun muhafazasını en ehemmiyetli bir vazife telakki eder, vatan ve milletinin terakkisi için elinden gelen gayreti gösterir.

İşte böyle bir insan medeniyetin temeli olan yardımlaşma, istikamet, adalet ve güzel ahlak gibi düsturları hayatına mal etmekle mükelleftir.

Medenileşmek için en doğru ve en salim yol bunlara sarılmaktır. Bu düs­turlar, ferdi ve içtimai hayatın nizam ve intizamının vesilesidir. Binaenaleyh medeniyeti sadece “maddi terakki”, “fen ve sanatta ileri gitme” olarak kabul etmek doğru değildir.

Dinden mahrum olan bir insanla bir müminin mukayesesini Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde ifade etmektedir:

“Felsefenin talebesi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dava açar. Kur’anın talebesi ise, semavat ve arzdaki bütün sâlih kulları kendine kardeş kabul ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder ve saadetleriyle mes’ud oluyor ve ruhunda kuvvetli bir alâkayı onlara karşı hisseder.”146

İnsanlar ahlak ve meşreb itibariyle çok muhteliftirler. Hem kendisinin hem de diğer insanların saadet ve selametlerine hizmet eden, vatan ve milletin terakki ve tekamül etmesi için gayret gösteren medenî, alicenap, fedakar ve faziletli insanlar olduğu gibi, sözüm ona şehirde yaşayıp, sade­ce şahsi menfaatlerini gözetmekle bedevilerin bedevisi olan vahşi insanlar da vardır. Milletimizin maddi ve manevi hukukuna tecavüz eden bir çok makam ve rütbe sahibi, milletimizin örf, adet ve ahlâkını tahribe çalışan nice yazarlar da vardır ki, milletimiz bunlardan gördüğü zararları hiçbir bedeviden görmemiştir. İşte bunlar vahşet ve zulümde çöldeki bedevilere rahmet okutacak kadar ileri gitmişlerdir.

“Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayâle gelir.”147

Bedeviyetten kurtulup gerçek medeniyete kavuşmanın yegane çaresi, Nebiyyi Zişan Efendimiz Hazretleri’in (asm) taraf-ı ilahiden getirdiği İslâm dini ve onun bir meyvesi olan Allah korkusu, Allah sevgisi, doğruluk, kul hakkına riayet gibi üstün seciyeleri ve meziyetleri ferdi ve içtimai hayata hakim kılmaktır. Aksi halde medenileşmek imkansızdır.

Medeniyet iki şekilde ele almak mümkündür. Bunların birincisi hak dinden, faziletten, güzel ahlaktan, iman ve irfandan uzak olan ehli dalale­tin medeniyetleridir. İkincisi ise; hayatını ilahi vahyin ışığında tanzim eden müminlerin medeniyetidir.

Bu iki medeniyeti Bediüzzaman Hazretleri Mesnevî-i Nuriye adlı eserin­de şöyle dile getirmiştir:

“Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşet­tir. Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor. Dışı süs içi pis, sureti me’nus, sîreti makûs bir şeytandır.” 

“İkincisi, bâtını nur zahiri rahmet, içi muhabbet, dışı uhuv­vet, sureti muavenet, sîreti şefkat, cazibedar bir melektir.” 

Birinci medeniyeti benimseyen ehl-i dalalet dünya saadetini hayatın lezzetini, medeniyet ve sanatta terakkiyi, ahireti düşünmemekte, Allah’ı tanımamakta ve hayvani hürriyette aramaktadırlar.

“Bu medeniyet eşhası fakir, sefih ve ahlaksız eder. Böyle istibdat, sefahete ve zillete memzuç medeniyete bedeviyeti ter­cih ediyorum.”148

Bunların gittiği yolun zehirli meyvelerini bir başka eserinde şöyle beyan etmektedir:

“… İnsan, Cenab-ı Hakk’ı tanımazsa ve Ona tevekkül et­mezse, o vakit insan, gayet derecede âciz ve zaîf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği ve alâka pey­da ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider. Hem müddet-i hayatında gayet cüz’î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısa­cık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasız çarpışır ve hadsiz arzuların ve makasıdın tahsiline, semeresiz boşu boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu yüklenemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir. Daha cehenneme gitmeden cehennem azabını çeker.”149

“İşte ehli dalaletin gittikleri yolun hasareti o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir.”150

İkinci yolda giden ehl-i hidayete Kur’an-ı Kerim’in kazandırdığı cennet yemişlerini ise Mesnevî-i Nuriye adlı eserinde şu şekilde hulasa etmekte­dir:

“Kur’anın hâlis ve tam şakirdi ise, bir abddir. Fakat a’zam-ı mahlukata karşı da ubudiyete tenezzül etmez ve cennet gibi en büyük ve a’zam bir menfaati gaye-i ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir. Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelalinden başkasına, izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir halim-i âlîhimmettir. Hem fakirdir fakat onun Mâlik-i Kerim’i ona ileride iddihar ettiği mükâfat ile bir fakir-i müstağnidir. Hem zaîftir fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden bir zaîf-i kavîdir ki, Kur’an hakikî bir şakirdine cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i maksad yaptırmadığı halde; bu zâil fâni dünyayı ona gaye-i maksad hiç yapar mı? İşte iki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla!..”151

İslâm medeniyetinin temeli Kur’an ve Sünnet-i Seniyyedir. Bunun en mümtaz bir örneği ASR-I SAADET’tir. Evet, dünyada gıpta edilecek bir me­deniyet varsa o da yine İslam medeniyetidir, Asr-ı Saadet Medeniyetidir.

Terakki ve medeniyetin ruhu, semavi dinler, hususan İslâm dinidir. Hat­ta bugün Avrupa’nın cihanı hayrette bırakan maddi terakkiye nail olması­nın temeli Emevilerin gerçekleştirdikleri Endülüs Medeniyeti’ne dayanır.

İslâm medeniyeti cihanşümul bir medeniyettir. Ancak bu cihanşümul medeniyete ulaşmak, İslâm’ı iyi inceleyip, öğrenmekle ve hayata tatbik et­mekle mümkündür. İslam Tarihine bakıldığında asr-ı saadetten sonra bu­nun en ileri ve en güzel örneklerini Selçuklular ve Osmanlılarda görmek­teyiz.

Selçuklular bir yandan Haçlı ordularıyla harp ederken, diğer yandan da Ulu Camileri, medreseleri, hamam ve kervansarayları inşa ettiler.

Osmanlılar ise; bir taraftan sanayi ve ticarette diğer taraftan, maarif ve ilimde ilerlediler. Medreselerde insanları cehaletten kurtarıp, İslam dinini hakkıyla anlatan ilim ve irfan sahibi alimler yetiştirdikleri gibi, tekke ve hangâhlarda da milleti tenvir ve irşad eden birçok mürşitler yetiştirdiler. Bununla birlikte her şehirde haşmetli ve müzeyyen camiler, mescitler, kışla­lar ve saraylar inşa ettiler, asırlar boyunca dünyaya her yönüyle mükemmel bir medeniyet gösterdiler. Bu yüzden bu medeniyetlere kısaca “Türk-İslâm Medeniyeti” denilmiştir. İstanbul bu medeniyetin sembol şehri olmuştur. İstanbul’da yaşayanlar da bu medeniyetin sembol insanı olmuşlardır. Me­sela; Süleymaniye Camii, İslâm Medeniyetinde hem dinin hem de sanatın en güzel sembollerinden birisidir.

Günümüzde başta ABD olmak üzere bütün dünya bu medeniyete hay­ranlığını dile getirmekte ve pek çok ilim adamı, vakıf ve araştırma teşkilat­ları günlük hayatta karşılaştıklar güçlükleri yenmek ve buhranları çözmek için bu medeniyeti incelemektedirler.

İslâm Medeniyetini tafsilatlı bir şekilde öğrenmek isteyenler Cürci Zeydan’ın “Medeniyet-i İslam Tarihi” adlı eserine müracaat edebilirler. Dinin ilimleri ve fennin medeniyeti öyle bir hazinedir ki, bunları birlikte elde eden bir millet hakiki saadete ve bahtiyarlığa nail olur. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şu ifadelerle en güzel bir şekilde dile getirmiştir:

“Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde… Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsi­lesinin etrafına cem’olmuştur.” 152

Batı medeniyeti teknik sahada son derece ilerlemesine rağmen, insanla­rın huzur ve saadetlerini sağlama konusunda aynı başarıyı göstermemiştir. Çünkü medeniyetin yayılması hem maddi hem de manevi ilimlerin beraber yürütülmesine bağlıdır. Sadece maddi sahada veya yalnız manevi sahada terakki kafi değildir, ikisi de beraber gerçekleşmelidir. Bediüzzaman Haz­retleri bu konuda

“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” buyurmuştur.

Sadece maddi terakkiye ehemmiyet verilip, inanç ve ahlâkta geri kalınır­sa o toplum manevi çöküntüye uğrar. İnsanlar her arzu ettiği şeyi işlerler, birbirinin maddi ve manevi hukukuna tecavüz ederler. Bu da, cemiyetin nizam ve intizamını bozar.

Tarihin sayfalarına nazar eden bir insan bunun çok misallerini görebilir. Mesela Epikür adındaki ahlaksızın, Yunan milletini, Mezdek ismindeki bir seciyesizin de İran milletini ne gibi felaketlere götürdüğü aşikaredir.

Medeniyetin ölçüsü, insana verdiği değere ve ona götürdüğü hizmete göredir. 

Mehmed Kırkıncı

 

Dipnotlar:

146 Mesnevî-Nuriye.
147 Tarihçe-i Hayat.
148 Divan-ı Harb-i Örfi.
149 Sözler.
150 Sözler.
151 Mesnevî-i Nuriye.
152 Sözler.

 

Sende yorum yazabilirsin