“Mevlânâ Kapısında” (Barihudâ Tanrıkorur)

Anneannemin Kabri

Yaşadığım ve bir türlü tatmin olamadığım bu arayışlar beni yormuştu. Uzun yıllardır memleketime, Jamaika’ya gitmemiştim. En kısa zamanda toparlandım ve anne-babamın yanına gittim.

Bu arada garip şeyler üst üste gelmeye devam ediyordu. Ben bir yaşındayken vefat eden anneannemin kabrini, bu gidişimde bulmuştum. Bunu anneme söylediğimde, bana şöyle dedi:

“-Onun ölüm haberini, bize, sen vermiştin. O, memleketinden kalkıp bizim yanımıza gelecekti. O gece sen, ağlamaya başladın. Öyle çok ağladın ki, ne yapacağımızı bilemez hâle gelmiştik. Herkesi başına toplamıştın. Sonra öğrendik ki, tam senin hüngür hüngür ağladığın saatlerde annem vefat etmiş. Annem, çok büyük bir hanımmış. Köyde herkes dertlerini ona anlatır, o da herkesin derdine derman olurmuş. Mânevî yönü de varmış. Herkes ona saygı gösterirmiş.”

Annemden bunları ilk defa duymuş ve biraz daha hayret içinde kalmıştım. Onun mezarının başına gittim. Binlerce «kelime-i tevhid» getirdim.

“Hemen Los Angeles’a Dön!..”

Sonra Jamaika’da bir rüya daha gördüm. Yine bir ses, bana:

“-Sen, anne-babanla vedalaş!.. Los Angeles’a dön. 23 Nisan’da orada olman lâzım!..”

Rüyamda kaplumbağalar, gökyüzünde yüzüyorlardı. Uyandım. Âileme bir şey demeden onlarla vedâlaştım. Los Angeles’a döndüm. Küçük bir yer kiraladım. Çünkü Los Angeles’tan ayrılırken her şeyimi toplamış, işimi bırakmış, öyle gitmiştim. Şimdi her şeye tekrar baştan başlıyordum. Ve beklemeye başladım. “Ben şimdi buraya niye geldim?” diye düşünürken, Davud Bellak’tan bir mektup aldım. Davud, “Konya’ya vardım. Şeyhime hizmet ediyorum. Ona odun taşıyorum…” diye anlatıyor, bu hâlinden de şikâyet ediyordu.

Ben de, onu tesellî ediyor, Yunus Emre’nin hayatını bilmeden, “Ne kadar şanslısın, mürşidini bulmuş, ona hizmet ediyorsun!..” diye Davud’a mektup yazıyordum. Sonra yüzüğümü sordum. O da yüzüğü “Lâilâhe illallâh” yazılmak üzere kuyumcuya verdiğini söyledi.

Davud, gönderdiği bu mektupta, bir de Konya’dan Los Angeles’a gelecek olan bir Mevlevî şeyhinden ve onların Los Angeles’ta icrâ edecekleri ilk semâ âyininden bahsetmiş ve sonra da:

“-Aman 23 Nisan’da Los Angeles’ta bulun da seni şeyh efendi ile tanıştırayım!.. Ben de şeyhimle birlikte geleceğim ve senin yüzüğünü de getireceğim.” diye eklemişti.

İşte beklediğim mesaj buydu. Rüyamda haber verilen ve günlerdir ne olduğunu merak ettiğim işâret!..

Hidâyetin Bedeli…

Ben uzunca bir iç seyahat yapmıştım, oturduğum yerde… Yaptığım duâlarla, okuduğum kitaplarla, tanıştığım insanlarla iç dünyamda kilometrelerce yol kat etmiştim. İnsanın, hakikati ararken aslında gitmesi gereken yerdeydim; uzaklarda değil, gönül âlemimde… Böyle bir seyahat için diyar diyar gezmeye gerek yoktu, sadece bir rehbere ihtiyaç vardı. Bu yüzden:

“-Allah’ım, ben hiçbir yere gitmeyeceğim, burada oturacağım. Sen benim mürşidimi buraya gönder!..” diye duâ etmiştim.(1)

Halbuki bazı arkadaşlarım, ihtiyaçları olan rehberi bulmak için Afganistan’a, Pakistan’a… gitmişlerdi.

Bu da samimi olarak ve ısrarla yapılan duâların ne kadar tesirli olduğunu gösteriyor.

Bir de benim câhilliğimi gösteriyor. Ne kadar cehâlet içindeymişim ki, herşeyi ayağıma istiyormuşum. Allah’a şart koşulur mu? Halbuki Allah, en iyisini bilir ve en güzel şekilde herşeyi gerçekleştirir. O’ndan hayırlısını isteyip gerekli ortam ve şartları O’na bırakmalıydım. İnsan, yaşamadan birşey anlamıyor.

Siz, röportaja başlarken hidâyet mâceramı anlatmamı istediniz. Önemli olan “Lâilâhe illallâh” deyip istikamet üzerine olabilmek… Allâh’a teslim olmak… Nefisle büyük bir cihada azmedebilmek… Sadece “Lâilâhe illallâh” deyip sonra da müslümanca yaşamamanın hiçbir faydası yok!.

( Devam Edecek.. )


(1) Allah, duâlarıma mukabele ile bana Pir Vilâyet Han’ı Hindistan’dan, Mevlevî Süleyman Dede’yi de Konya’dan Los Angeles’a getirmişti. Ama âdeta benim de bir emek sarf etmem için de tâ Jamaika’dan Los Angeles’a gelmek zorunda bırakılmıştım.

Halime Demireşik

Şebnem Dergisi

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: