Nasıl meal okuyalım: 1 (Kur’an ve Sünnet ışığında Risale-i Nur hareketinin dünü, bugünü, yarını-8)

Mü’minlerin annesi Ümmü Seleme (r.a.) birgün saçını taratıyordu. O sırada mescidden Resulullahın (s.a.v.) sesi işitildi.

“Ey insanlar!” diye sesleniyordu Allah’ın Elçisi.

Ümmü Seleme saçını tarayan kıza “Bırak,” dedi, “sonra tararsın.”

Kız onun bu telâşına bir mânâ verememişti. “Resulullah kadınları çağırmıyor ki, erkekleri çağırıyor” dedi.

Ümmü Seleme “Ben de insanım” dedi ve hemen toparlanarak mescide, Allah’ın Resulünü dinlemeye koştu.[1]

Ümmü Seleme annemizin bu duyarlılığında, kıyamete kadar gelecek olan bütün nesillere örnek teşkil edecek bir model vardı: Kendisine Allah’tan veya Onun Resulünden bir hitap ulaştığı zaman, erkek veya kadın hiç bir mü’minin o hitaba cevap vermekten daha önemli bir işi olamazdı.

Bugün Allah’ın Resulü cismen aramızda yok; ama getirdiği kitap bize seslenmeye devam ediyor:

Bazan “Ey insanlar” şeklinde genel bir hitapla, bazan da “Ey iman edenler” şeklinde daha özel bir iltifatla.

Resulullahın bize getirdiği Kur’ân’ı bizzat ondan öğrenip ümmete öğreten Sahabîlerin en önde gelenlerinden biri olan İbni Mesud (r.a.) da Kur’ân’ın özel hitaplarına dikkat çekiyor ve diyor ki:

“Allah’ın ‘Ey iman edenler’ hitabını işittiğinde kulağını iyice aç; çünkü orada ya Onun emrettiği bir iyilik, ya da yasakladığı bir kötülük vardır.”[2]

***

Kur’ân’ın “Ey insanlar” ve “Ey iman edenler” şeklindeki hitapları, onun sadece belirli bir kesime değil, bütün insanlara ve bütün mü’minlere gönderilmiş bir kitap olduğunu gösterdiği gibi, bu çağrıyı işiten her insanın ve bilhassa her mü’minin de ona kulak vermekle yükümlü olduğunu gösterir. Bu durum ise, “Kur’ân’ı şunlar okusun, bunlar okumasın” şeklinde bir ayırım yapmamıza imkân bırakmamaktadır. Zaten bir insan için, özellikle bir mü’min için, kâinatı ve kendisini Yaratan, rızıklandıran, koruyan, gözeten, dua ettiğinde duasını işiten ve cevap veren Âlemlerin Rabbinden gelen bir hitaba mazhar olmak, tasavvur olunabilecek en büyük bir şeref ve iftihar vesilesi olduğu gibi, Büyük Hesap Gününde Âlemlerin Rabbi “Ben sana bir kitap göndermiştim; onu okudun mu?” diye sorduğunda yüzünü ak edecek bir cevap vermekten âciz kalmak da mahcubiyetlerin en kötüsü olsa gerektir. Ancak burada bir noktaya temas etmeden geçmeyelim:

Evet, herkes Kur’ân’ı okumalı, hem de anlamak için okumalı, ancak bundan Kur’ân’ı herkesin aynı seviyede anlayacağı mânâsı da çıkarılmamalıdır. Kur’ân âyetlerini sonsuz büyüklükte bir derya olarak düşünebiliriz; kimi ondan avuçla, kimi kupayla, kimi kovayla payını alırken, kimi de nasibini tankerlere yükleyip götürür. Hepsinin kabına giren aynı deryanın suyudur; mahiyet itibarıyla aralarında tam bir eşitlik bulunur. Ancak nasibin büyüklüğü söz konusu olduğunda, Kur’ân’ın muhatapları sayısınca farklılıklar ortaya çıkacaktır. Bu noktayı gözümüzün önünde bulundurursak, bir yanda “Biz Kur’ân’ı anlayamayız,” diğer yanda da “Kur’ân’ı herkes aynı şekilde anlar” şeklindeki iki aşırılığın arasında gidip gelmekten kurtuluruz.

“Farklı bilgi ve anlayış seviyelerindeki insanlar aynı âyeti okuyup da nasıl farklı kısmetlerle ellerini doldururlar?” diye merak ediyorsanız, öyle uzun âyetlere hacet bırakmadan, bu konuyu sadece iki kelimelik bir âyet üzerinden anlatan şu bahisteki örneklere bir bakınız. Kur’ân’ın birbirinden çok farklı seviyelerdeki insanlardan hiçbirini boş çevirmediğini; sıradan âmi bir insanı da, birbirinden çok farklı alanlarda uzmanlaşmış ilim ve hikmet sahibi kimseleri de, ellerini kendilerine münasip hediyelerle doldurarak ağırladığını göreceksiniz:


Meselâ [“Dağları zemininize kazık ve direk yaptım”][3] bir kelâmdır.

Bir âmînin [avâmdan, basit ve sıradan bir kimsenin] şu kelâmdan hissesi: Zahiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve nimetlerini düşünür, Hâlıkına şükreder.

Bir şairin bu kelâmdan hissesi: Zemin, bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire suretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları, o çadırın kazıkları misalinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.

Hayme-nîşin bir edibin bu kelâmdan nasibi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güya tabaka-i türabiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i türabiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar, pek çok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder.

Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin, bahr-i muhit-i havaîde veya esirîde yüzen bir sefine; ve dağları, o sefinenin üstünde tesbit ve muvazene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktâr-ı âlemde gezdiren Kadîr-i Zülkemâle karşı [Sen her türlü kusur ve noksandan münezzehsin. Ne yücedir Senin şânın!] der.

Medeniyet ve heyet-i içtimaiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini bir hane; ve o hane hayatının direği, hayat-ı hayvaniye; ve hayat-ı hayvaniye direği, şerâit-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı dağlardır. Zira dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gazat-ı muzırrayı tersip edip havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmisi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhafaza eder) ve sair levâzımât-ı hayat-ı insaniyenin hazinesi olarak fehmeder. Şu koca dağları şu suretle hane-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maişetimize hazinedar tayin eden Sâni-i Zü’l-Celâl ve’l-İkrâma, kemâl-i tazimle hamd ü senâ eder.

Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasibi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bazı inkılâbat ve imtizâcâtın neticesi olarak hasıl olan zelzele ve ihtizâzâtı, dağların zuhuruyla sükûnet bulduğunu ve medar ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâcıyla medar-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurucu olduğunu ve zeminin hiddeti ve gazabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder, tamamen imana gelir, “El-hikmetü lillâh” der.[4]


Aslına bakarsanız, “bir âmînin şu kelâmdan hissesi” ifadesi, bizim bir yığın söz ve delillerle anlatmaya çalıştığımız şeyi tek başına anlatıyor. Demek ki avam tabakasından bir adam da, kendi başına Kur’ân’ı – tabii ki meâlinden – okuyup anlayabiliyormuş!

***

Bizim Kur’ân karşısındaki yerimizi ve ondan nasibimizi belirleyecek olan en önemli unsur niyetimizdir. Hadis kitaplarının en birincisi Buharî’nin Sahîh’i de Resulullahın (s.a.v.) “Ameller niyetlere göredir”[5] mealindeki hadis-i şerifiyle başlar. Hangi seviyede bir okuyucu olursak olalım, Kur’ân-ı Kerimin karşısına “Âlemlerin Rabbinden öğüt almak” niyetiyle oturduğumuz takdirde, Kur’ân’ın da bize kapılarını ardına kadar açması beklenmelidir. Zaten Kur’ân da birçok âyetinde kendisini bize Allah tarafından indirilmiş bir öğüt kitabı olarak tarif eder:


Bu, bütün insanlar için bir açıklama, takvâ sahipleri için bir hidayet ve öğüttür.[6]

Bunlar Allah’ın âyetlerindendir ki, düşünüp öğüt alsınlar diye indirilmiştir.[7]

İyice düşünüp öğüt alsınlar diye, Biz bu Kur’ân’da insanlara her türlü misali vermişizdir.[8]

Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? İman edecek bir topluluk için, hiç kuşkusuz, onda bir rahmet ve öğüt vardır.[9]

Sen Kur’ân ile öğüt ver ki, kimse kazandığı günahlarla helâke sürüklenmesin.[10]

Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerin derdine devâ, mü’minlere hidayet ve rahmet gelmiştir.[11]

Biz Kur’ân’ı sana güçlük çekmen için indirmedik.
Onu Allah’tan korkan kimse için bir öğüt olarak indirdik.
O, yeri ve yüce gökleri Yaratanın katından peyderpey indirildi.[12]


Kur’ân’da “öğüt” anlamında “zikr, tezkire, mev’ize” gibi birçok kelime kullanılmıştır ki, bu kelimelerden her biri “öğüt” anlamının farklı yönlerini vurgulamaktadır. Biz burada sadece nümune kabilinden birkaç âyet zikrettik. Gerek Kur’ân’ın bu özelliğini vurgulayan âyetlerin çokluğu, gerekse ayrı ayrı mânâ inceliklerini ifade edecek kadar geniş bir kelime dağarcığı ile “öğüt” anlamına bu kadar sıklıkla atıfta bulunulmuş olması, Kur’ân’a nasıl bir tavırla yaklaşmamız gerektiğini yeterince açıklıyor. Onun için, Kur’ân’ı elimize her alışımızda “Bakalım bu sefer Rabbimin dergâhından heybemi hangi altın öğütlerle doldurmuş olarak döneceğim?” sorusuyla kapağını açmakta fayda vardır.

***

Şimdi, bu anlattıklarımızın ışığında, Kur’ân okumanın dört önemli şartını formülleştirebiliriz. Bu formül, eûzü besmele çekip de Kur’ân okumaya başlarken hatırlamamız gereken, hatırladığımızda da bize Kur’ân’ın mânâlarını açacak ve ondan nasibimizi ziyadeleştirecek olan bir formüldür. İşte o dört şart:

Birincisi, Kur’ân’a tam ve kesin bir imanla yönelmek. Bu konuyu Altıncı Bölümde Sahabe ve Tâbiînin önemle üzerinde durdukları “Önce iman, sonra Kur’ân” formülünü anlatırken ele almıştık.[13]

İkincisi, Kur’ân’a bir öğüt kitabı olarak yaklaşmak.

Üçüncüsü, bu öğütlerin doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbinden geldiğini, her bir kelimesinin bizzat Onun kelâmı olduğunu; emir, yasak, müjde, uyarı, teşvik ve sakındırmalardan her birini bizzat Onun takdir buyurmuş olduğunu dikkate almak.

Dördüncüsü, kendimizi Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın bizzat muhatabı olarak bilmek. Biz Onun kitabını okuyup tefekkür ederken, Onun da bize teveccüh buyurmuş olarak ve bize büyük bir ehemmiyet atfederek bizi dinlemekte olduğunu düşünmek. Bunu Allah Teâlâ bizzat kitabında açıklıyor ve “Sen hangi işte olsan, o işe dair Kur’ân’dan ne okuyacak olsan, yahut siz ne iş yapsanız, siz ona dalıp gittiğinizde Biz size şahidizdir” buyuruyor.[14]

Şimdi bu dört noktayı dikkate alarak, Kur’ân-ı Kerimden kısa bir bölümü okumaya çalışalım:


İşte, ben de Onun huzurunda diz çöktüm, kitabını açtım, Onun bana, doğrudan doğruya bana söylediklerini dinliyorum. Ve ben de, kimin huzurunda bulunduğumu, kiminle konuştuğumu bilerek, hiçbir şeyi kaçırmamaya çalışıyorum.

“Mü’minler kurtuluşa erdiler” buyuruyor.[15]

Bunu bir mü’min olarak ben Allah Teâlânın kendisinden işitiyorum; çünkü okuduğum kitap Onun kelâmı. O benimle konuşuyor, bunu bana söylüyor.

Ama ben de kurtuluşa erenlerden miyim? Varlık âleminin bu en büyük müjdesi beni de kapsamına alıyor mu?

Rabbim soruma cevap veriyor:

“Onlar namazlarında huşû içindedirler.”

Her ne kadar açıkça söylemese de, bu ifadenin altında “Senin namazların bu tarife ne kadar uyuyor?” sorusunun yattığını görebiliyorum. Çünkü ben insanım. Rabbim beni, söylenen sözü imâ, işaret, remiz gibi tabakalarıyla birden anlayacak kabiliyette yarattı. Onun için, doğrudan doğruya “Senin namazın şöyle veya böyle” deyip yüzüme vurmuyor, olması gerekeni özendirici bir üslûpla tarif edip gerisini benim anlayışıma bırakıyor. Bu şekilde bana aynı zamanda bir tebliğ ve irşad metodu da öğretmiş oluyor, ben de Onun kullarıyla muhatap olurken bu zarafeti gözeteyim diye. Derken bir başka âyeti hatırlıyorum. Nahl sûresinin sonuna geldiğimde, “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır”[16] buyuruluyordu. O âyeti okurken aklıma gelen “Hikmetle ve güzel öğütlerle çağırmak nasıl olur?” sorusunun cevaplarından bir cevabı da burada, bu âyetin üslûbunda bulmuş oluyorum.

Bir sonraki âyet “Onlar boş şeylerden yüz çevirirler” diyor. Boş şeyler? Meselâ? Acaba? Sakın? . . .

İşte burada hayatın bütün alanları bütün safhalarıyla gözümün önüne geliyor. En başta televizyon, internet, sosyal medya… Son bir saatim? Son bir günüm? Ne dünyama, ne de âhiretime hiçbir faydası olmayan hangi şeyler hayatımın ne kadarını kapladı ve kaplamaya devam ediyor? Ama hayat böyle, herkes bunlarla ömrünü geçiriyor; herkesin gözünde en önde gelen değerler listesini teşkil eden şeylerden ben nasıl yüz çevireyim?

Derken Allah’ın huzurunda olduğumu, Onunla konuşmakta olduğumu hatırlıyorum. Dünya küçülüyor, dünyanın gelip geçici halleri şaşaasını kaybediyor. İsterse bütün âlem beni oyalamak ve yolumdan çevirmek için bütün tuzaklarıyla başıma üşüşsün, bana ne?  Rabbimin âyetlerinden üç dört kelimelik bir âyet, hayatıma çekidüzen vermeye yetecek bir şevk ve kuvveti bana sunuyor.

O şevk ve kuvvetle devam ediyorum. Bakalım, Göklerin ve Yerin Rabbi bana daha başka hangi hedefleri gösterecek?

“Onlar zekât için çalışırlar” diyor. Namazdan sonra zekâtın geleceğini tahmin edebilirdim; çünkü Kur’ân’ın pek çok yerinde bu iki ibadet beraberce geçer. Ama zekât için çalışmak? Hem çalışmak, hem de zekât için çalışmak. Herhalde Rabbim bana “Çalış, kazan, zengin ol, hem kendi ihtiyaçlarını karşılayacak, hem de zekât verecek duruma gel” diyor. Ama çalışmamın hedefi, zenginliğime de hedef oluyor. Yığmak için değil, saklamak için değil, har vurup harman savurmak için değil, insanlarla  eşya yarıştırmak için değil. Allah’ın verdiği zenginlikle Allah’ın muhtaç kullarının yüzünü güldürmek için çalış diyor. Kasas sûresinde kıssası anlatılan Karun’a nasihat edenler de “Allah sana nasıl ihsan ettiyse sen de insanlara öylece ihsanda bulun”[17] dememişler miydi? Rabbim bana verdikleriyle beni nimetlerine gark ettikten başka, beni veren bir kul yapmak suretiyle çok büyük bir nimetini daha tattırmak istiyor. Bana bunun için Resulünü gönderdi, Kitabını indirdi, sonra da bunun için beni Kitabı üzerinden baş başa bir sohbete çağırdı.


Yukarıdaki örnek, hemen belirtelim ki, bir okuma denemesinden ibarettir. Onun için, “Bu âyetlerden çıkarılacak mânâ budur” şeklinde anlaşılmamalı; Kur’ân’ı öğüt almak için okuyacak olan bir kimseye, âyetleri nasıl bir tavırla okuması gerektiğine dair bir misal olarak görülmelidir. Böyle bir tavrı yakalayan ve kendisini tam olarak okuduğu şeye veren bir kimse, bu örnektekinden çok daha farklı ve çeşitli sonuçlar çıkararak hayatını zenginleştirebilir. Hattâ, aynı âyetleri daha sonraki bir okuyuşunda, daha ileri seviyede anlam ve sonuçlara da ulaşabilir. Önemli olan, işte bu tavrı yakalayarak Rabbinin kelâmından kendi hayatına yansıyacak güzellikleri keşfetmek niyetiyle Kur’ân-ı Kerimi okuyabilmektir.

Bu tavrı elde etmeyi başaran bir meal okuyucusu, karşısına kâinatla ilgili âyetler çıktığında, kendisini son derece büyük ve aynı zamanda da son derece âşinâ bir âlemde bulur. Uçsuz bucaksız kâinat onun ülkesi olur; dağlar, denizler, hava ve kara âlemleri, böceklerden yıldızlara kadar her varlık, kendisiyle konuşmakta olan Rabbini terennüm eden bir şiir halini alır. O âşinâ ve geniş ülkede günlük hayatın gelip geçici sıkıntıları artık eskisi kadar onu etkileyemez. Çünkü o hayata artık çok daha geniş bir açıdan bakmaktadır.

Geçmiş kavimlerin kıssaları onun zamanını genişletir, olayları öncesi ve sonrasıyla ona gösterir, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen maceraların nasıl sonuçlandığını bütün çıplaklığı ve gerçekliğiyle gözlerinin önüne serer. Kur’an kıssalarından bu sonuçları ve ibret derslerini çıkarmak için öyle derin bilgilere ve uzmanlıklara ihtiyaç yoktur. Sadece gören göz, işleyen bir akıl ve Rabbinin kelâmına yönelmiş bir kalb yeter. Şunu da unutmamak gerekir ki, Kur’ân’ın önemli bir bölümü kıssalardan ibarettir; en önemli mesajlarını Kur’ân bize kıssalarıyla verir.

Ahkâm âyetlerine geldiğinde, Kur’ân’ı ibret gözüyle okuyan bir okuyucunun bütün dikkatini yönelteceği şey, bu âyetlerdeki fazilet kodlarıdır. Bu ise sadece ve sadece Kur’ân’a ait bir özelliktir: Kur’ân’ın ahkâm âyetleri bir hüküm koyarken, onunla beraber, insanı insan yapan kabiliyetlere neşvünema verecek olan gıdaları lâfızlarının arasında kalblere zerk eder. Aklı başında bir mü’min de, bu âyetlerin yüzeyde görünen ahkâm kısmını uzmanlarına bırakır ve satır aralarına kodlanmış bulunan fazilet formüllerinin peşine düşer. Tek bir misal verelim; siz bu örnekten yola çıkarak Kur’ân-ı Kerimin bütün ahkâm ayetlerini aynı gözlükle okuyabilirsiniz. Şimdi, talâk hükümlerini düzenleyen âyetlerden şu âyetin cümlelerine bir bakınız; tarafların hak ve yükümlülüklerini belirledikten sonra, adım adım fazilete giden yolu nasıl tarif ediyor, sonra nasıl teşvik ediyor, bu arada fazilet ilkesini bir ruh halinde mü’minlerin hayatına nasıl yerleştiriyor? Lütfen âyeti cümle cümle inceleyerek bu sualin cevabını arayınız:

Eğer onları kendilerine temas etmeden boşar ve onlar için bir mehir belirlemiş bulunursanız, belirlediğiniz miktarın yarısını vermek gerekir. Ancak kadın kendi hakkından vazgeçer yahut nikâhı elinde bulunduran erkek mehrin tamamını bağışlarsa, o başkadır. Sizin bağışlamanız ise takvâya daha yakındır. Aranızda fazileti unutmayın.  Şüphesiz ki Allah sizin yaptıklarınızı görmektedir.[18]

***

Özetleyelim: Yukarıda dört maddelik bir formül halinde anlatmaya çalıştığımız gibi, (1) Kur’ân’a tam ve kesin bir iman ile yönelen bir kimse, (2) öğüt almak niyetiyle ona yaklaştığı zaman, (3) onun Allah’tan geldiğini ve (4) doğrudan doğruya kendisine hitap ettiğini daima göz önünde tutarak onun üzerinde tefekkür ettiği takdirde, Kur’ân kendisine mutlaka mânâlarını açacak ve onun hayatı üzerinde tesirini göstermeye başlayacaktır. Bunu Allah Teâlâ Kur’ân’ında bize açıkça vaad ediyor ve “Uğrumuzda çaba harcayanları biz mutlaka yollarımıza ileteceğiz”[19] buyuruyor. Ancak bu İlâhî vaade lâyık olmak için Kur’ân’ı anlamak ve uygulamak niyetiyle okuma işini ciddîye almamız ve bu işi günlük hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline getirmemiz gerekiyor.

Bundan sonraki bölümde, meal okumakta takip edilebilecek bazı usul ve teknikler üzerinde durulacaktır.

[Devam edecek]

ÜMİT ŞİMŞEK – yazarumit.com

[1] Müslim, Fedâil: 29.

[2] İbn Kesîr, Bakara: 104 tefsiri.

[3] Nebe’ sûresi, 78:7.

[4] 25. Söz, 1. Şule, 2. Şua, 1. Lem’a. Bu konuyla ilgili daha fazla açıklama ve örnekler için bkz. 25. Söz, 1. Şule, 3. Şua, 3. Cilve.

[5] Buharî, Bed’ü’l-Vahy: 1.

[6] Âl-i İmrân, 3:138.

[7] A’râf, 7:26.

[8] Zümer, 39:27.

[9] Ankebût, 29:51.

[10] En’âm, 6:70.

[11] Yunus, 10:57.

[12] Tâhâ, 20:2-4.

[13] https://yazarumit.com/kuran-okumada-bir-sahabe-formulu-once-iman-sonra-kuran/

[14] Yunus, 10:61.

[15] Mü’minûn sûresinin (23. sûre) ilk âyetleri.

[16] Nahl, 16:125.

[17] Kasas, 28:77.

[18] Bakara, 2:237.

[19] Ankebût, 29:69.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: