Nur’un kahramanlarından bir alperen, Zübeyr Gündüzalp.

Nice nice büyük zatlar vardır ki; bunların, vefat edip de, dünyaya veda ettikten sonra kıymetleri bilinir. Hasretle, takdirlerle anılırlar. Ne kadar önemli hizmetler yaptıkları sonradan anlaşılır.

Bu büyükler yeraltına düşen çekirdekler gibidirler, ölümden sonra çiçek açarlar, yaprak açarlar, koku ve meyve vermeğe başlarlar. Bu bilinmez zatların, hayatları sanki ölümlerinden sonra başlar. 1971’de işte böyle bir zatı kaybetmiştik. İstanbul Fatih Camii’nde on bini aşmış insanın kıldığı cenaze namazından sonra eller ve başlar üzerinde Eyüb Sultan Kabristanı’na kadar götürülüp, buraya defnedilmişti.

Zübeyir Gündüzalp Ağabey, Risale-i Nur tarihinin en önemli simalarından biridir.

1920 senesinde Konya Ermenek’te dünyaya gelir. Kökleri hem anne hem baba tarafından Kafkasya’ya dayanır. Aile, dedesine izafeten Zivar ismini uygun görmüştür. Bu isim daha sonra Bediüzzaman Hazretleri’yle ilk tanışmasında Üstad tarafından “Zübeyir” olarak değiştirilecek ve öyle kalacaktır. Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin çocukluğu da Ermenek’te geçer. Hareketli, çevik ve cesur bir çocuktur. Bediüzzaman Hazretleri’nin, “Zübeyir, ben seni daha bir çocukken manevi himayeme almıştım.” buyurduğu Zübeyir Gündüzalp Ağabey, daha çocuk yaşlarında sık sık oruç tutar, Ermenek’in yüksek yerlerindeki kayalıklara çıkarak tefekküre dalardı.

Genç yaşlarında Ermenek Postanesi Müdürü Şefik Bey’in desteğiyle postanede memur olarak çalışma hayatına atılır. Askerliğini Balıkesir Susurluk’ta tamamlayan Zübeyir Gündüzalp Ağabey, Konya eşrafından Sabri Halıcı’nın dükkânında ilk defa Risale-i Nur derslerine katılmaya ve Risale okumaya başlar. Üstad’la ilk karşılaşması ise 1946 senesinde Üstad’ı Emirdağ’da ziyaretinde olmuştur. Üstad’ın yanına vardığında Üstad, “Hoşgeldin kardaşım!” diye karşılar ve ismini sorar. “Ziver Efendim” cevabını verince, Üstad, “Hoşgeldin Zübeyir kardaşım!” der. Gündüzalp, “İsmim Zübeyir değil, Ziver, Efendim.” diye düzeltmeye çalışır, ancak Üstad yine “Hoşgeldin Zübeyir kardaşım…” diye tekrarlar. Bu olaydan sonra hep Zübeyir ismini kullanır.

Üstadla tanışmasının ardından Risale-i Nur’a dört elle sarılarak hizmete başlayan Zübeyir Gündüzalp Ağabey, 1948 senesinde Afyon’da Bediüzzaman’la birlikte altı ay tutuklu kaldı. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Bediüzzaman’dan ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirdi ve bunun üzerine tekrar tutuklandı.

Afyon hapsinde Bediüzzaman’la birlikte bulunan ve o dönemde yaptığı müdafaalarla adından söz ettiren Zübeyir Gündüzalp Ağabey, daha sonra Üstad’ın Urfa’ya gitmesi üzerine tayinini Urfa’ya aldırır. 1953 senesinde Üstad’ın isteğiyle daimi olarak yanında kalmaya başlar. Böylece Üstad’ın vefatına kadar fasılasız olarak sürecek beraberlikleri başlamış olur. Üstad’ın vefatından sonra, Zübeyir Gündüzalp Ağabey, Nur talebeleri için devamlı bir müracaat mercii olmuştur. 1963 yılında gazete çıkarmaya teşebbüs eden bir kısım Nur talebelerine çok ağır şartnameler eşliğinde onay verir. Hayatı boyunca bedeni rahatsızlıklardan kurtulamayan Zübeyir Gündüzalp, 2 Nisan 1971 günü yaklaşık on senedir ikamet ettiği Kirazlımescid’deki medresede fani hayata veda eder.

Kendisini tedavi etmek isteyen doktorlara

‘Ben Risale-i Nur’larla insanların ve İslâmların imanını kurtarmaları için gece-gündüz çalışma diye bir kara sevda hastalığına tutulmuştum. Sizin tıbbiyenizde, doktorluğunuzda ‘kara sevda’ hastalığının ilacı ve tedavisi var mıdır? ‘ diye sorular yöneltiyordu.

Uzun, ince, tığ gibi ve gerilmiş yay gibi bir vücut.
Her zaman, ayakta ve yatakta, üzerindeki elbiseleri, her an sefere hazır akıncı fedâilerin ruh halinde bir fedâi.
Daima düşünen, nurların tefekkür dünyasında yaşayan bir bahadır.
Düşman karşısında, İslâm askerlerinin önünde kılıç sallayan, Osmanlı paşaları gibi, cevvaliyet ve hareket dolu.
Bahtsız insanların, Kur’an talebelerini, sanki birer adi suçlu gibi, çamurlu ayaklarıyla, evlerindeki tertemiz halıların üzerlerinde dolaşarak alıp gittikleri günlerde, Selimler’in, Sinanlar’ın edası içinde, İstanbul’daki Fatih-Yavuz Selim durakları arasında, kaldırımlarda bir yürüyüşü vardı ki… bazı görülen, yaşanan ve tadılan durumlarını, ne anlatmak ne de yazmak mümkün değildir!   (www.risale-inur.org)
 
Yanmayan, yakamaz
 
Konuştuğu zamanlarda gür ve tok sesiyle, kesin ve keskin cümleler kullanırdı. Sözler ağzından vecizeler halinde dökülürdü. Muhatabını ikna eden, ona yön veren, hedef gösteren cümle ve fikirler serdederdi. İstanbul-Süleymaniye’nin aydınlık dershanesinde, Kirazlı Mescid’in saadet dünyasına, dünyanın çeşitli belde ve ülkelerinden birçok alim insanlar gelirdi. Bunlara tesadüf ettiğim üç insan tercümanlık yaparlardı. Bazen merhum Gündüzalp Ağabey öyle ateşli ve âhenkli bir şekilde anlatırdı ki; gelen yabancılar, Türkçe bilmedikleri halde, tercümanlar da, daha tercüme etmedikleri halde, gülerek, Zübeyir Gündüzalp Ağabeyin, anlatmak istediği o ateşîn cümle ve mânâları anladıklarını söylerlerdi. Artık tercümeye lüzum olmadığını ifade ederlerdi. En ümitsiz günlerde ve zamanlarda kendisiyle görüşen İslâm alimleri yanından sevinçlerle, ümit ve şevkle ayrılırlardı.
 

 

İşte, Kafkasları’ın bu alperen insanı, Kafkas insanının mücahid ruhunu alan bu insan, inandığı kesin hakikatın Kur’ân gerçeğini öyle ifade ederdi ki; içindeki iman ateşini karşısındaki de duyardı. Kalbindeki iman ateşiyle, konuştuğu kimseleri hemen yakardı. Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş, davası yolunda birçok meşakkatler çekmişti. Meşakkatler karşısında yılmayan bir kimseydi. Kur’ân davasına bağlılığın müşahhas bir timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi.

Anam, babam ve nefsim sana feda olsun Ya Resulallah! ‘ diyen Sahabilerin bu asırda fedakâr bir varisi, onlar gibi herşeyini Resulullah’ın nuruna ve bu nurun yayılmasına hizmet için fedâ eden, bir zat-ı alperendi. Mezkur gerçekleri kendisine adeta bir kartvizit, isim ve soyisim yapmıştı. Gündüzlerin, aydınlıkların ve Nur dünyalarının Gündüz Alp’iydi bu yiğit adam.

Genç yaşında ölmüştü. Henüz elli yaşını bile bulamamıştı. Yayınlanan mahkeme müdafaaları ve notlarından derlenen kitap ve kitapçıklar onun muhteşem şahsiyetini gösteren aynalardır. Kendisine zulmeden zalimler bile, onun ‘Vur! Vur!’ diye haykırışından korkarak, vurmalarını bırakırlardı. Öyle bir rehber şahsiyetti ki, iman ve Kur’ân yolunda hizmet etmek isteyenlere herşeyiyle yardımcı olur ve yol gösterirdi.   (www.risale-inur.org)

Bir Dava Adamı
Zübeyr Ağabey’de gördüğüm en dikkat çekici özellik ondaki gayret-i diniye idi. Bildiğiniz üzere, gayret-i diniye, din uğrunda çalışıp-çabalama, dinin şeref ve itibarının korunması mevzuunda hassas davranma manasına geldiği gibi yasaklara karşı duyarlı olma ve fuhşiyâttan, münkerâttan uzak durmayı da ihtiva eder. Gayret-i diniye, Allah’ın sevip hoşgördüğü şeyleri, fevkalâde bir iştiyakla yerine getirip hoşlanmadığı hususlara karşı da olabildiğince kararlı davranmak ve Allah sevgisiyle dolu olup O’nun herkes tarafından sevilmesi için çalışıp çabalamak demektir.  

Zübeyr Ağabey de, evvelen ve bizzat İslam’a ve Kur’an’a, sonra da Bediüzzaman ve Risale-i Nur’a tahsis-i nazar etmiş; kalb ve ruh ufkuna yönelmiş, ahlâk-ı haseneyi hayat hâline getirmişti. Nazarları İslam’a, Kur’an’a, Peygamber Efendimiz’e, Bediüzzaman’a ve Nurlara çevirme hususunda kıskançlık ölçüsünde bir duyarlılık gösterirdi. Yanında başka şeylerin konuşulmasından hoşlanmaz, sürekli mesleğin esaslarından bahisler açardı. Üstad hazretlerinden ve Nurlardan bahsederken, kendinden geçiyormuş gibi olurdu.

En yakın arkadaşları bile onun Üstad’a bağlılığını fazla bulabilirlerdi. O kadar ciddi ve yürekten bir bağlılığı vardı Üstad’a karşı. Nurlara bağlılığından mı Üstad’ın zatına yürüyordu, yoksa ona sadakatinden dolayı mı Nurlara koşuyordu, bilemiyoruz fakat, Bekir Berk onun hakkında Üstad’ın “yâver-i azam”ı derdi.
Zübeyr Ağabey’in güldüğünü hiç görmedim. Abus çehreli değildi, tebessüm ettiğine de şahit oldum; fakat, tam bir ciddiyet ve vakar abidesiydi. O, ihsan ve itkan ufkunun kahramanı; azim, sebat, gayret ve teslimiyet timsali bir dava adamıydı. Hadd-i zatında, ciddiyetsiz ve lâubalî bir kimsenin, dava adamı olması da mümkün değildir. Bir insan, iç dünyasında, kalb ve vicdanında ciddiliğe ulaşamamışsa, o sadece yıldız görünme sevdasında bir ateş böceğidir. Bir serçe uzun müddet tavus kuşu olarak arz-ı endam edemez. İnsan, şuurun ve zihinaltının çocuğudur; onlardan kaçıp kurtulamaz. İçte ihsan olmalıdır ki, dışta itkan olsun. İnsanın iç dünyası ciddi olmalıdır ki, bu onun dış dünyasına da aksetsin. Evet, onun gülmesinde bile bir ciddiyet nümayandı, ciddi ve vakur haline rağmen de hep inşirah vericiydi. 
 

 

 

 

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: