Peygamber Efendimizin Bilinmeyen Yönlerini Risale-i Nur Açıklamış
Herşey, ilk kez okuduğumda beni heyecanlandıran bir eseri, son okuyuşumda duyduğum taze bir heyecan bende başladı. İlk okuyuşumun üzerinden neredeyse on yıl geçmişti ve bu, belki yedinci, belki sekizinci okuyuşumdu. Bu eseri okumayı seviyordum, zira dünyama Hz. Peygamberin hayatından hatıralar ve hisseler taşıyordu. Bu elbette güzeldi de, son okuyuşumda farkettiğim bir husus çok daha güzeldi. Edison bin buluşuyla gelse, bu son okuyuşum esnasında keşfettiğim bir hususu onlarla değişmezdim.
Sözü uzatmadan söylemem gerekirse, okuduğum eser, ‘Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’ adını taşıyor ve Hz. Peygamberin(a.s.m.) peygamberliğine delil olarak gerçekleşen üçyüzden fazla mucizeyi anlatıyordu. Bu eserde yeni farkettiğim husus ise, bu mucizelerin tasnif edilme biçimiydi. Kitabın yazarı, ‘kâinattan Yaratıcısını soran bir seyyahın gözlemleri’ suretinde yazdığı ‘Âyetü’l-Kübra’ adlı eserin yazarı Üstadımız dı. Ve, sekizinci okumamda nihayet farkedebildiğim üzere, Hz. Peygamber’in mucizelerini anlatırken, kâinatın bir Yaratıcının varlığını nasıl gösterdiğine dair eserde var olana benzer bir tasnifte bulunuyordu. Âyetü’l-Kübra risalesinde kâinat içinde gökyüzü, yeryüzü, hayvanlar, ağaçlar, cansız maddelerin.. birer ayrı âlem olarak Allah’ı bildirdiği nasıl ayrı ayrı anlatılıyorsa, mucizelere dair risalede de, Hz. Peygamberin mucizeleri, ‘ekser enva-ı kâinattan birer mucizeye mazhar’ olduğu vurgusuyla, ‘taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut.. tâ aydan güneşten, yıldızlara kadar her taife’ye göre tasnif ediliyordu. Sonuç, kâinatın her bir nev’inin ‘kendi lisan-ı mahsusiyle ve ellerinde birer mucizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışladığı’ydı.
Hz. Peygamberin mucizelerine böyle bakınca, kâinat ile Peygamber’i içiçe, yan yana düşünür hâle geliyordu insan. Peygamber aleyhisselamı kâinat içinde düşünür hâle geliyordu. Benim için yeni olan bir husustu bu; Hz. Peygamber’e dair bakışımı değiştirip geliştiren bir husus…
Bu, farketmeyi nasip ettiği için Rabbime şükür borçlu olduğum bir husustu elbette. Ama, yine şükürler olsun ki, ilgili risale vesilesiyle keşfettiğim tek husus da değildi. Aynı risalenin sayfaları arasında ilerlerken bir dipnotta karşıma çıkan kısacık bir ibare, bir büyük hakikatin ipucu olarak çıkacaktı karşıma. İbare şuydu: “Kur’ân, İsm-i Âzama mazhar olan Resûl-i Ekrem aleyhissalatu vesselamın pek büyük ve pek parlak derece-i imanını ifade ediyor.”
Nasıl bu risalenin bütününden kâinat-Peygamber içiçeliği dersini almışsam, onun içindeki bu cümleden de, Kur’ân-Peygamber içiçeliği dersini almıştım. Bu cümle, “Resûlullah’ın(a.s.m.) hayatını merak ediyorsan, en başta Kur’ân’a bakmalısın” diye düşündürmüştü bana. “Onun hayatını bildiren bir siyer arıyorsan, en başta, Kur’ân’ı okumalısın. Onun neye nasıl inandığını öğrenmek istiyorsan, cevabı Kur’ân’da aramalısın.”
Öyle yapmam gerekirdi, zira o, Kur’ân neye bakmayı emrediyorsa ona bakmış, Kur’ân neyin tefekkürünü istiyorsa onu tefekkür etmiş, Kur’ân ne yapmayı emrediyorsa yapmış, neden sakınmayı emretmişse sakınmıştı. Mü’minlerin annesi Hz. Âişe’nin “Onun ahlâkı Kur’ân’dı” sözünün zımnında da, işte bu mânâ vardı.
Madem öyle, şöyle bir muhakeme zincirini pekâlâ kurabilirdim. Kur’ân insanı kâinatı tefekkür etmeye çağırıyor; demek ki, Resûlullah kâinatı tefekkür etti. Kur’ân, “Bakmazlar mı göğe; nasıl bina edip süslemişiz?” diyor, demek ki Hz. Peygamber göğe baktı ve bu nazarla baktı. Kur’ân, “Bakmazlar mı dağlara?” diyor, demek ki Hz. Peygamber Kur’ân’ın istediği şekilde dağlara baktı. Kur’ân “Bakmazlar mı kuşlara!” diyor, demek ki Resûlullah “Onları Rahman’dan başka kim tutabilir ki!” diye düşünerek kimbilir kaç kez kuşları seyre daldı. Kur’ân “Bakmazlar mı deveye; nasıl yaratıldı?” diyor, demek ki Hz. Peygamber deveye baktı ve yaratılışı üzerinde düşündü. Kur’ân sivrisineği, yaprağı, narı, üzümü, hurmayı, sütü, inciri, yağmuru, rüzgârı.. Allah’ın varlığının delilleri olarak zikrediyor; demek ki, Resûlullah bütün bunlara bu nazarla baktı, onları bu nazarla gördü.
İşte, ilgili risaleye bir dipnot suretinde yerleşmiş o kısacık cümlenin arkaplanında böyle bir anlam derinliğinin saklı olduğunu keşfettiğimde, en başta farkettiğim içiçelik, üçüçeliğe dönüşmüştü artık. Kâinat-Kur’ân-Resûlullah; içiçe, üçüçe idiler. Öyleyse, Resûlullah’ın kâinata nasıl baktığını Kur’ân’dan anlayabilir; Kur’ân’ın nazarıyla kâinata nasıl bakılacağını da Resûlullah’ın hayatından öğrenebilirim demekti bu…
Buradan gerisi, uzun ama nisbeten kolay bir yolculuktu. Mucizat-ı Ahmediye Risalesinde yol boyu neye nasıl bakmam gerektiğine dair bir rehberlik edinmiştim. İş yürümeye kalıyordu artık.
Gelin görün ki, her hayırlı hizmetin başına dikilen muzır mani, yakamı burada da bırakmamıştı. İkide bir, böyle bir çalışmaya ‘lâyık olup olmadığımı’ soruyordu bana. İstediği cevap, “Lâyık değilim; o halde bırakayım Resûlullah’ın hayatını öğrenmeyi” dememdi şüphesiz. Büsbütün başarısız olduğumu söyleyemezdim. Ama, kendimi hadislere ulaşma konusunda liyakatsız ve ehliyetsiz bulsam da, en azından liyakatına ve ehliyetine güvendiğim bir büyüğüme ricacı olmayı becermiştim. Aldığı medrese eğitimi, yoğunlaştığı İslâmî araştırmalar, yazageldiği yazılar ve kitaplar, yaşayageldiği hayat itibarıyla ona da liyakatsız diyemezdi ve dedirememişti şeytan-ı racîm.
İlgili büyüğüme ‘kâinat içinde Peygamber’i bize bildiren hadisler gözüne ilişirse beni de haberdar etmesi ricamın üzerinden iki hafta geçmemişti ki, bir gün, sonraki seneler boyu bir hatıra olarak dosyalarım arasında sakladığım bir küçük kağıdı masamda gördüm. Peygamber aleyhisselamın Ebu Talha adlı sahabinin Beyruha adlı bahçesine sık sık gidip tefekkür ve tenezzühte bulunduğu yazıyordu bu kısa notta. Elbette, kaynağını da zikrederek.
Sevinmiştim. Doğru iz üzereydim demek ki. Devam etmeliydim.
Ne var ki, fazla zaman geçmeden araya engeller girdi, mekânlar değişti, iletişim imkânları koptu, o yüzden elimdeki birkaç notla kalakaldım. Elimdeki notlar, doğru iz üzere olduğumu gösteriyordu gerçi, ama bu konudaki merakımı karşılamaya gene de kâfi değildi. Daha fazlasını, daha da fazlasını istiyordum; aklı ikna etmekten öte, nefsi de teslime mecbur edecek kadar fazlasını.
Nice hallerden sonra girdiğim yeni iş ortamında ‘iş icabı’ okuduğum bir kitapta karşıma çıkan bir hadis, içimdeki bu merakı tekrar alevlendiren bir kıvılcım oldu benim için. Hz. Peygamber’in amcasının oğlu ve hanımı Hz. Meymune validemizin de yeğeni olan Abdullah b. Abbas, rivayet ettiği bu hadiste, bir gece yanlarında kaldığı Resûlullah’ın gecesini anlatıyordu bize. O sıralar yaşı onbeşe yakın bir gençti Abdullah, uyumayıp Resûlullah’ı gözetlemiş; bir miktar uyuduktan sonra uyanan Resûlullah’ın, yeryüzünde ortalığın sessizliğe büründüğü, şimdiki gibi yerdeki ışıkların perdelemediği karanlık gökyüzünde ise yıldızların olanca güzellikleriyle parıldadığı bir halde evinin avlusuna çıkıp yıldızları seyrettiğini görmüştü. Bu gece manzarasını uzun uzun seyrettikten sonra, “Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün ardarda gelişinde akıl sahipleri için âyetler vardır” âyetini okumuştu Resûlullah. “Onlar göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler. ‘Rabbimiz!’ derler, ‘Sen bunu boşuna yaratmadın!’” âyetini de… Ondan sonra durmuştu teheccüd namazına.
Okuduğum kitabın bu hadisin kaynağı olarak gösterdiği Buhârî’yi bir bütün olarak taramaya başladığımda ise, hayatımın sonraki on yılının hadislerle yoğrulacağından habersizdim. Bu tarama işlemi sona erdiğinde ilgili risaleden çıkardığım dersin doğruluğuna iyice kanaat getirmiş durumdaydım. Nitekim, elimde sayfalar dolusu notlar, zihnimde ise Kurân-kâinat-Resûlullah içiçeliğine dair, sayfalarda olandan da fazla hatıralar vardı.
Sonra, Resûlullah’ın hayatıyla bir şekilde ilgili belki yüzü aşkın kitabı ‘iş icabı’ okuduğum yıllar geldi. Bu okumalar esnasında, ‘kâinat içinde Kur’ân’ konusu, bir fon müziği gibi arka planda varlığını hep sürdürdü ve her bir okumamdan bu konuya dair malzemeler devşirmemi sağladı. Bunlara ilaveten, Kütüb-ü Sitte’yi ve başka bazı hadis külliyatlarını elden geçirdim, Hz. Peygamberin hayatının en önemli veçhelerinden bir kısmının nasıl olup da nazarımızdan saklı kaldığına şaşırıp kalmış durumdaydım.
Maamafih, saklı kaldığını düşünüyorsam, gün yüzüne çıkarmak boynuma borçtu. Bunlar bir yazıya, hatta bir kitaba sığacak durumda olmasa da; dilimin döndüğü, kalemimin yettiği, sayfaların elverdiği kadarıyla anlatmalıydım bunu. Sözlü olarak bunları aktardığım arkadaşlarımın yüzlerindeki parıltı, bunları kesinlikle yazıya dökmem gerektiğini söylüyordu bana.
Görülen o ki, yazılan siyerlerin elbette kalın harflerle anlattığı kritik olaylara ve özel günlere odaklanan zihnimizden, ‘herhangi bir günü’nde Peygamber tablosu gizlenmişti. Bedir’in, Uhud’un, Hayber’in.. elbette özel bir yeri ve önemi vardı gerçi. Ama, o özel günlerde sergilenen özel haller, ‘herhangi bir gün’de her daim yaşanan bir genel hâlin meyvesi ve neticesiydi. Özel günlerdeki özel hâl, her gün yaşanan hâlin sonucuydu esasen. O halde, özel günlere odaklanmış şekilde yazılan siyerlerin ardında, ‘herhangi bir gün’e dair ‘yazılmayan siyer’e ulaşmalıydı zihnimiz.
İşte, bu ‘herhangi bir gün’ün en aşikâr veçhelerinden biriydi Resûlullah’ın kâinat tefekkürü. Ve, Kur’ân’ın talimiyle onu ‘en güzel örnek’ bilen sahabiler için geçerli olan da buydu. Kâinat ve peygamber. Kâinat ve sahabiler (r.a.)
Ayetül-Kübradan kardeşlerimde faydalanmaları için suna: Abdülkadir Haktanır.