Risale-i Nurun Keşfedilmeyen Üç Kitabını Bediüzzaman Keşfetmiş

“Risâle-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik (ortaçağ felsefesi) bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle (pozitif bilimler), asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim.” Bediüzzaman, 1952 yılında Eşref Edip’e verdiği mülakatında, klasik medrese hocalarından farklı olduğunu bu şekilde beyan etmişti. Ancak, eserlerinin anlaşılmadığından şikayet etmişti. Aradan yarım asır geçti. Bediüzzaman hakkında uluslararası konferanslar tertip edildi. Makaleler yayınlandı. Kitaplar yazıldı. Üniversitelerde adına kürsüler açıldı. Ancak, yine de onun yeterince anlaşıldığı söylenemez. Çünkü, Cemil Meriç’in ifadesiyle, “asırları kucaklayan bir tefekkürün” yaralanan ve yabancılaşmış idrakler tarafından anlaşılması kolay değil. Bu yazıda, Bediüzzaman’ın günümüzde bir kısım dostları tarafından eksik anlaşılan ve düşmanlarınca da tenkit konusu olan bir yönünden bahsedeceğim. O da şudur: bazı sevenleri onu yüceltmek için eserlerinin ilhamla gelen yepyeni hakikatler içerdiğini söylerken, bazı sevmeyenleri ise, Bediüzzaman’ın kendini öne çıkardığını ve Kur’ana perde yaptığını iddia ediyorlar. Oysa, böyle bir eleştiri, Bediüzzaman’a yapılacak en büyük haksızlıktır. Çünkü, Bediüzzaman asırlarca evlerin duvarlarında örümcek ağı bağlayan Kur’an hazinelerini keşfedip, ondaki hakikatleri bütün insanlığın istifadesine sunan bir “Kur’an kaşifi”dir. Mehmet Akif’in deyimiyle, doğrudan doğruya Kur’an’dan ilham alarak, asrın idrakine İslamı sunan bir mütefekkirdir. Kur’andan keşfettiği tevhid hakikatleri, sadece Anadolu’nun değil, bütün İslam aleminin, hatta bütün insanlığın imanını kurtaracak kıymettedir. Vefatının yıldönümünde, onu rahmetle anarken, keşfettiği Kur’an hakikatlerinden birkaçını misal vererek, bir nebze anlamaya çalışacağız.

Üç Kitabın Kaşifi

Bediüzzaman, üç kitaptaki ilahi ayetleri keşfedip, okumayı öğreten bir mualimdir. Ona göre, okumayı öğrenen biri üç şekilde alemlerin Rabbini tanıyabilir. Birincisi, kâinat “kitab-ı kebiri”ndeki kudret ayetlerini okuyarak. İkincisi, kâinat kitabının tercümanı olan “Kur’an-ı Kerim”deki kelam ayetlerini okuyarak. Üçüncüsü, yaşayan Kur’an olan “İnsan-ı Kamil”in (a.s.m.) hayatını okuyarak. Çünkü, Bediüzzaman’a göre, her üç kitap da aynı şeyleri anlatıyor. Birincisi, Sonsuz Kudret Sahibi’nin “element alfabesi”ni kullanarak kudret kalemiyle kendini bildirmesidir. İkincisi, Sonsuz İlim Sahibi’nin “Arap alfabesi”ni kullanarak kelamıyla kendini tarif etmesidir. Üçüncüsü ise, Sonsuz Rahmet Sahibi’nin, “gen alfabesi”ni kullanarak en kâmil bir insanı alemlere rahmet yapıp onunla kendini tanıtıp sevdirmesidir. Hasılı, her üç kitap da Âlemlerin Rabbinden bahsediyor. O’nu tarif ediyor. O’nu tanıtıyor. O’nu sevdiriyor.

Bediüzzaman’a göre, bu kitapların yazarı aynı olduğu için aralarında bir çelişki olamaz. Üçü de birbirini teyit eder. Birbirine destek verir. Birbirini tefsir eder. Bu sırdandır ki, “Mualimlerimiz bize Allah’tan bahsetmiyorlar” diye şikayete gelen öğrencilere, “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle, mütemadiyen(devamlı) Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” diyerek, gerçek bilimin Allah’ı anlattığını söyler. Çünkü, Bediüzzaman’a göre, gerçek bilim Allah’ın kainat kitabındaki kudret ayetlerini keşfediyor. Onları su yüzüne çıkarıyor. Seküler bilim adamı keşfettiği ayetleri okumasını bilmediği için manasız, tesadüfi şekillerden ibaret sanıyor. Onları yazan, ilim, kudret ve sanat sahibi katibi inkar ediyor. Tıpkı, Çince yazılmış harikulade bir kitabı, okumasını bilmediği için, manasız bir karalama düşünüp, yazarını inkar eden biri gibi. Oysa, okumasını bilen için, üç kitap da çok yüksek hakikatlerden haber verir. Çok derin manalar içerir. Çok güzel müjdeler verir.

Bediüzzaman, seküler bilim adamlarının, kainat kitabındaki kudret ayetlerini “sebepler”, “tabiat” ve “tesadüf” perdeleriyle örttüğünü düşünür. Eserlerinde, bu perdeleri yırtıp, herşeydeki ilahi ayetleri okur ve okutur. Örneğin, Tabiat Risalesi adlı eserinde, sebepler, tabiat ve tesadüf perdelerini param parça eder. Otuz Üçüncü Söz’de her bir şeyde alemlerin Rabbini gösteren pencereler açar. Âyetü’l-Kübra’da, muhatabını otuz üç mertebeden geçirerek, imanî bir miraçla, Rabbininin huzuruna kavuşturur. Yirmi Dördüncü Söz’de ise Allah’ın fiillerinden, isimlerine; isimlerinden sıfatlarına; sıfatlarından şuunatına ve Zatına kadar yükselmenin yolunu gösterir.

Bediüzzaman’ın öğretisiyle üç kitabı okuyan biri için, din ile bilim birbiriyle çelişmez. Akıl ile kalp birbiriyle çatışmaz. Birbiriyle savaşan iki düşman olmaz, birbirine dost iki kardeş olur. Birbirini teyit eder. Birbirine kuvvet verir. Birbirine destek verir. Böyle biri için, Kur’an, kainat kitabını okumayı talim ederken, kainat da Kur’anı tefsir eder. Esasen, Kur’an ile kainatı okumak arasında bir fark yoktur. Çünkü, ikisi de aynı mesajı verir. İkisi de birbirini gösterir. Birbirine işaret eder. Kur’anı okuyan, kainatı içinde gördüğü gibi, kainatı okuyan da Kur’anı içinde görür. Onun içindir ki, Bediüzzaman, kainattan Halıkını soran seyyahı, Ayet-ül Kübra isimli eserinde, semavattan başlayarak, bütün alemleri dolaştırır. Kainat kitabını sayfa sayfa okutur. Onlardaki Rabbani ayetleri ders verir. Otuz Üçüncü Söz’de ise, Allah’a şirk koşan birini, zerrelerden galaktik sistemlere kadar uzanan bir seyahate çıkarıp, hiçbir şeyde zerre kadar şirk olamayacağını gösterir.

Bediüzzaman’ı okuyan biri için din dogma olmaktan çıkar, üç kitaptaki sayısız ayetlerle teyit edilen en yüksek hakikat olur. Dindar olmak ayıp değil, iftihar vesilesi olur. Din ve bilimin ittifakıyla hakikat ortaya çıkar. Çünkü, Bediüzzaman’ın tabiriyle, “Aklın nuru funun-u medeniyedir (fen bilimleridir); vicdanın ziyası(ışığı) ulumu diniyedir (din ilimleridir). İkisinin imtizacıyla (birleşmesiyle) hakikat tecellî eder(ortaya çıkar). O iki cenah(kanat) ile talebenin himmeti pervaz eder(kanatlanır). İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakit birinden taassup, diğerinden hile ve şüphe tevellüd eder(doğar)”. Dolayısıyla, gerçek bilim ve din birbirini tekzip değil, tasdik eder. Birbirini tenkit değil, takdir eder. Birbirini ikame değil, tamim eder.

Kur’an Hazinelerinin Kaşifi

Bediüzzaman, aynı zamanda, Kur’an hazinelerindeki cevherleri keşfeden bir kaşiftir. Onun nazarında, Kur’an, içinde elmas ve altın gibi değerli mücevherlerin dolu olduğu benzersiz bir “hazine”dir. Hatta, Kur’an’ın her bir ayeti böyle bir hazinedir. Hem de dünyanın bütün hazinelerinden daha kıymetli olan eşsiz bir hazine. Çünkü dünyanın hazineleri, insanın şu kısa dünya hayatındaki arzu ve ihtiyaçlarını kısmen karşılamak için kâfi olabilir. Oysa kabirden sonra, elmasla kömürün hiçbir farkı yoktur. İkisi de geçersiz akçedir. Kur’an hazineleri ise, hem dünyada hem de ahirette insanın ihtiyaçlarını karşılayan tükenmez bir hazinedir. Bediüzzaman’a göre, çoğu insan paha biçilmez Kur’an hazinesinden habersiz olduğundan veya gafletle kıymetini tam takdir edemediğinden istifade edemiyor. Başka hazineler peşinde koşturuyor. Tıpkı evindeki hazineden haberi olmayan birini başkasından beş kuruş dilenmesi gibi.

Bediüzzaman, eserlerinde, Kur’an hazinelerinden çıkardığı cevherleri paylaşır. O hazineleri açacak anahtarları takdim eder. Ancak, o cevherleri kendine mal etmez. Onların yegane kaynağı olarak Kur’anı gösterir. Kendi ifadesiyle “tevazu suretinde demiyorum; belki bir hakikati beyan etmek için derim ki: “Sözlerdeki hakaik(hakikatler) ve kemâlât(faziletler) benim değil, Kur’ân’ındır ve Kur’ân’dan tereşşuh etmiştir (süzülmüştür).”

Bediüzzaman, hayatını Kur’an’ı anlamaya ve anlatmaya vakfetmişti. Kur’an’ı kendine kıble etmiş ve tefsirini yazarken yanında sadece Kur’an’ı bulundurmuştu. Kitaplarındaki hakikatleri doğrudan doğruya Kur’an’dan almış ve onlara “Kur’an’ın malı” demişti. Kur’an’ın kuvvetine dayanarak sorulan sorulara cevap vermiş ve bütün dünyaya meydan okumuştu. Fred Reed’in tabiriyle, Bediüzzaman “hiçbir kuvvet kullanmamış, hiçbir ordu gücüne dayanmamış, alnını secdeye koyacak bir seccade ve çayını demleyecek eski bir çaydanlıktan öte dünya namına hiçbir servete sahip olmamıştı. Ancak, eserlerindeki tevhid hakikatlerinden istifade eden bir topluluk, “tevazunun gurura, hikmetin kuvvete, aczin kudrete karşı zaferine imza atmıştı.”

Bazılarının iddia ettiği gibi, Bediüzzaman’a yeni bir hakikat ilham edilmemişti. Kullağına yeni bilgiler üflenmemişti. Çünkü her şeyi bilen Âlemlerin Rabbinin gönderdiği kitapta “bütün bilgiler” vardı. Bediüzzaman’ın kulağına Kur’an’da var olan bilgileri nasıl keşfedeceği üflenmişti. Çünkü o Kur’an’ın önünde eğilmiş, hayatını ona feda etmişti. Kur’an’ı anlamak için her türlü hevesini terk etmişti. Ömrünü Kur’an’a adamış ve ona samimi bir talebe olmuştu. Kur’an da ona açılmış ve içindeki gizli elmasları ona göstermişti. Onun içindir ki, Bediüzzaman keşfettiği hakikatleri Kur’an’ın tevhit denizinden bir damla (Katre), bir kabarcık (Hubab), bir sızıntı (Reşha) olarak tarif etmişti. Onları Kur’an bahçesinden bir meyvenin çekirdeği (Habbe) ve bir çiçek (Zühre) olarak takdim etmişti. Onları Kur’an’ın hidayet meltemlerinden bir esinti (Şemme) ve parlak nurlarından bir parıltı (Şule) olarak göstermişti. Onları Kur’an’ın elmas hazinelerini açan birer anahtar olarak görmüştü. Eserleriyle yüzlerce Kur’an kapılarını açmasına rağmen, daha “pek çok kapıları kapalı kalıp, istikbalde geleceklere bırakılmıştır” diyerek, insanları Kur’an’ı okumaya teşvik etmişti.

Kur’an Mutfağındaki Gıdaların Kaşifi

Bediüzzaman, bir başka açıdan bakınca, sonsuz ihtiyaçlar içinde kıvranan insanı hem bu dünyada hem de ebedi alemde doyuracak gıdaları keşfedip Kur’an mutfağında pişiren bir aşçıdır. Ona göre, Kur’an, insanın aklına, kalbine, ruhuna hitap eden gıdalarla dolu büyük bir “semavî sofra”dır. Hem de bu öyle bir sofradır ki, “binler muhtelif tabakada olan efkâr (fikirler) ve ukul (akıllar) ve kulub (kalpler) ve ervah (ruhlar), o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyatını (hoşuna gidenleri) alıyorlar, arzuları yerine gelir.” Aslında en zengin maddi sofraların olduğu asırda insanların “ruhsal kıtlık” çekmeleri, mutsuz olmaları, bunalıma / depresyona girmeleri, hata intihar etmeleri bu sofradan istifade etmemelerinden kaynaklanıyor. Bazısının sofradan haberi yoktur. Bazısı ise sofrayı bilir, nasıl yiyeceğini bilmez, sadece kokusuyla istifade eder. Bazısı küçük bir çay kaşığıyla ruh ve latifelerini doyurmaya çalışır. Bazısı ise, kepçeyle, hatta kazanla yemekleri hem yer hem de başkalarına ikram eder. Gerçi, hiç kimse bu semavî sofradan istifadesiz kalmaz. Ancak, herkesin istifadesi kabiliyetinin inkişafına bağlıdır.

Bediüzzaman, körelmiş kabiliyetlerinden dolayı semavi Kur’an sofrasından istifade edemeyenlere, kepçeyle, yemek yedirir. Binlerce aç evlada benzeyen binlerce manevi latifelerini, çay kaşığı hükmünde olan daracık aklıyla beslemeye çalışanlara, kazanla yemekler çıkarır. Onların binlerce latifelerini doyurmaya çalışır. Onlara iman meyvelerini tattırır. Helal dairesinin keyfe kafi olduğunu, harama girmeye lüzum olmadığını anlatır. Zehirli sofralardan yemelerine mani olur. Kur’an mutfağından, hakiki, daimi, safi ve halis saadeti sağlayan gıdalar takdim eder. Hem bu dünyada hem de ahirette gerçek huzura ulaşmalarını temin eder.

Kısacası, Bediüzzaman klasik bir medrese hocası değildir. Seküler bilim ve dinsiz felsefeden gelen soru ve şüphelere, Kur’andan yaptığı keşiflerle cevap veriyor. Batıdan gelen inkar karanlığını Kur’andan aldığı iman nuruyla dağıtıyor. Kur’an hazinesinden çıkardığı cevherler ve Kur’an mutfağından sunduğu gıdalarla, bütün insanlığa hem dünyada hem de ebedi alemde saadete kavuşmanın yolunu gösteriyor. Anadolu Kavşağı’nda Bediüzzaman’la tanıştıktan sonra İslam’ı tercih eden Fred Reed’in söylediği gibi, Bediüzzaman “yaşadığı devrin ve içinde yetiştiği toplumun evladı olmasına rağmen, onun Kur’an’dan takdim ettiği evrensel değerler ne Kürt ve ne de Türk milletiyle sınırlı değildir. Nursi, Anadolu’da yirminci yüzyılda ortaya çıkmış, tüm insanlığa, içinden çıktığı zamanı ve mekanı aşan evrensel mesajlar getirmiştir. Bediüzzaman’ı tanıyanlar, onun mesajını kendi kültürleri ve kısıtlı idrakleriyle sınırlamadan bütün insanlığa ulaştırmalıdır.” Evet, Bediüzzaman’ın tevhid dersine, Müslümanlar kadar, Hıristiyan ve Yahudiler de muhtaçtır. Çünkü, Aydınlanma’dan beri, Avrupa’da hüküm süren inkar felsefesi gittikçe büyüyor. En son araştırmalara göre, Fransızların yüzde 62’si, İngilizlerin yüzde 40’ı Allah’ın varlığını inkar ediyor. Bediüzzaman, seküler bilim ve dinsiz felsefeden gelen sorulara verdiği mukni cevaplarla, sadece Müslümanların değil, bir yaratıcıya inanan herkesin imanını kurtaracak evrensel bir değerdir. Bu sırdandır ki, İslam alemi kadar, bütün insanlık alemi de bu Kur’an kaşifini keşfetmeye her zamandan daha ziyade muhtaçtır.

Bir kardeşin çok güzel bir yazısını sizinle Paylaşan Abdülkkadir Haktanır

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: