Tahdîs-i Nimet

11 Aralık 2016’da idrak ettiğimiz Leyle-i mevlidi’n-Nebi ile nasipse 14-20 Nisan 2017 tarihlerinde değerlendirmeye çalışacağımız Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri pek tabii olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‘i merkeze almaktadır. Bu vesile ile bir ay öncesinden konuya yönelik önemli gördüğüm bir tespiti paylaşmak istiyorum.

Peygamber Efendimiz on beş asır önce dünyayı teşrif etmiş, biz de onun teşrifini “kutlu doğum” diye nitelendirmiş ve 1989’dan beri  Diyanet İşleri Başkanlığı merkezli olarak bir hafta süreyle ve değişik kültürel etkinliklerle yurt içi ve yurt dışında yoğun bir şekilde kutlama gayreti içinde bulunuyoruz. Pek tabii olarak bu faaliyetlerin, konunun kutsiyetine uygun bir kalite ve ciddiyet içinde, tebliğ nezaketini zedelemeden gerçekleştirilmesi arzu edilir.

Ne gariptir; söz konusu ettiğimiz yoğunlaştırılmış etkinlikleri “din propagandası” olarak görüp eleştiren ve engellemeye çalışan kimi şahıs ve grupların yanında bir de “Mevlid kandili (leyle-i mevlidi’n Nebi) ya da kutlu doğumu niçin kutluyoruz, başlangıçta böyle bir şey yoktu” diye gerçekleştirilen etkinliklere toptan ya da kökten dindarlık adına karşı çıkanların varlığı -az da olsa- inkar edilemez. Eğer böyle bir karşı çıkış ile Hz. Peygamber-ümmet arasındaki  hak ve görev ilişkilerinin bize dönük olanlarından kaçıp kurtulmak hedeflenmiyorsa, itirazın anlamı nedir? Bırakalım o itirazı Vehhabiler gibileri yapsınlar, esasen yapmaktadırlar da.

Unutulmamalıdır ki, bizim için Efendimizin mevlidi ya da kutlu doğumu, onu içimizde hissettiğimizde gerçekleşir. O doğmuştur ama bizim için ona yönelik gönül kapılarımız kapalı ise, bizim ondan haberimiz yoktur. Dolayısıyla bir anlamda kutlu doğum da yok demektir. Tv. ya da radyo yayını çok güçlü ve güzel, ama biz alıcılarımızı açmamışız. Yayın bize nasıl ulaşacak ve biz o yayından nasıl yararlanabileceğiz? O yayın bizim için yok demek değil midir?

Yine, gün doğmuş, güneş yükselmiş, ama biz kapı – pencere kapalı bir odada uyumaya devam ediyorsak, bizim için gün doğmamış güneş yok demektir. Yani kutlu doğumu idrakte mesele benim, mesele sensin, mesele biziz. Kutlu doğumu kavramak onun bilincine varmak işte tam da burada, onu içimizde hissetme noktasında başlamaktadır.

Rahmetli Muhammed Hamidullah (v. 2002), Aziz Kur’an adıyla Türkçe’ye çevrilmiş olan Kur’an mealinde,[1] kutlamaların içeriğini dikkate alarak, Duha Sûresi’nin ( وَأَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ) Rabbinin nimetini anlat da anlat!”[2] anlamındaki son âyetinin dipnotunda  “Müslümanlar Mevlid’i, diğer bir ifade ile Hz. Peygamberin doğumunu kutlarken bu âyete  dayanırlar,” der. Sonra da “Bir mümin/inanan için hangi İlâhî nimet/iyilik bundan daha büyük olabilir?”diye sorar.

Peygamber Efendimize verildiği bildirilen nimetler, dolaylı olarak onun ümmetine verilmiş, hasâis dışında ondan istenilen işler ve işlemler ümmetinden de istenmiş demektir. Bu sebeple merhum Hamidullah’ın biz ümmeti için Hz. Peygamber’den daha büyük nimet olamayacağını vurgulayan sorusu gayet yerindedir. Mevlid kandilleri ve kutlu doğum haftalarında biz, bize lütfedilmiş en büyük nimeti, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‘i her zamankinden daha yoğun ve yaygın şekilde anmaya, anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Bu faaliyetler özü itibariyle asla bir bid’at uygulaması değildir. Zira Hamidullah merhumun işaret ettiği gibi bir âyet-i kerimeye dayanmakta ve o âyetin anlam sınırları içine girmekte olan bir “tahdis-i nimet” faaliyetinden ibarettir. Bu sebeple bizim bu sözlerimiz  de kesinlikle bir bid’at savunması değildir.

Böylesi bir tahdîs-i nimet faaliyetinin ve şükrünün yerine getirilmesini memnuniyetle karşılamamak büyük bir manevi kayıp olsa gerektir.

Merhum Süleyman Çelebi’nin mevlidine kaynaklık eden yüreğini, Vesîletü’n-necât’a yansıttığı duygu ve hislerini, kulaklarımızla değil gönüllerimizle bir duyabilseydik, bir başka şairimiz Arif  Nihat Asya’nın dediği gibi “adına alışkın dudaklarımız” yüreğimizin gerçekten tercümanı olabilseydi, Âkif merhumun tespitiyle “O bir gecenin nuru“nu işte o zaman idrak etmiş, içimize sindirmiş olurduk. O zaman,

Ey leyl devâm edip gideydin:

Ferdâyı da nûra kalbedeydin![3]

diye çırpınan;

Ne lâhûtî geceymişsin ki teksin sermediyyette;

Meşîmenden doğan ferdâya hayrânım, ne ferdâdır!

Işık nâmiyle vicdanlarda ondan başka bir şey yok;

O bir sönsün, hayât artık müebbed leyl-i yeldâdır.

Perîşan sözlerimden bıkma, hoş gör, yâ Resûlallah,

Kulun şeydâdır amma, açtığın vâdide şeydâdır.[4]

diye mutluluktan  âdeta göklere uçan merhum Âkif’i anlamamız ve ona yoldaşlık etmemiz mümkün olurdu.

Salât ü selâm getirmenin, kalbini Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e açmanın, mümin gönüller için ne denli diriltici olduğunu, 15 Temmuz 2016  gecesi minarelerden okunan salalar dolayısıyla tüm ülke olarak tarifi imkansız bir gönül coşkusu ve göz yaşlarıyla izlemedik mi? O menfur kalkışma ortamında bu bir diriliş değil miydi?

Kimilerinin  ukalalık edip Mevlid kandilini ya da kutlu doğumu “neden kutluyoruz” diye tepki vermesi, ümmet-peygamber ilişkisi açısından ne kadar yersiz, sığ bir soru ve tahdîs-i nimet kavramından ne denli uzak bir lakırdıdır.

Allahümme salli alâ Muhammed’in ve alâ âl-i Muhammed.

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN

Altınoluk Dergisi Mart 2017 

[1] Bk. Hamidullah, Aziz Kur’an, s. 744, dpn. 1 (İstanbul, 2000)

[2] ed-Duha (93), 11

[3] Sırât-ı müstakîm, c. 4, no. 81, s.41. Şiirde geçen bazı kelimelerin anlamları: Ferdâ, yarın, gelecek zaman, istikbâl, kıyâmet; mahmûr, henüz tam olarak uyanmamış.

[4] Şiirde geçen bazı kelimelerin anlamları: Lâhûtî, ilâhî, tanrısal; sermediyyet, süreklilik; yeldâ, uzun ve karanlık gece; şeydâ, sevinçten deli divâne olmuş kimse.

Sende yorum yazabilirsin