Yöneten Kuvvet

Bir müddet evvel elime bir gazete geçti. Bu gazetedeki “Yöneten Kuvvet” başlıklı ve bir profesörün imzasını taşıyan yazının o başlığı, çok ilgi çekiyor ve insanı hemen o yazıyı okumaya sevk ediyordu.

Yazıda insanı meydana getiren sistemlerin başlıcaları:

1- Sinir sistemi, 2- Kan sistemi, 3- Kalp ve damar sistemi, 4- Hazım sistemi, 5-Teneffüs sistemi, 6-Üreme ve üriner sistem, 7- İç ifraz sistemi, olduğu belirtildikten sonra, bunların her birinin teferruatlı incelenmesini Tıp Fakültelerine bırakarak, bunların her birinin herkesi ilgilendirebilecek ve hayrete düşürebilecek  bazı harika özelliklerinden bahsediliyordu.

O profesör, insanı meydana getiren sistemlerin arasında en alâka çekenin “sinir sistemi” olduğunu söyleyerek, bunu şöyle basit bir misâl ile izaha çalışıyordu: “Meselâ, insan  beyni, kendisine öğretilen bir işi yapmak için oldukça büyük, yani normal insan kafasının 200-300 misli büyüklüğünde bir cihaz gibi çalışır. Eğer insan yapısı bir ‘elektronik beyni’ aynı zamanda iki işi düşünerek yapabilecek hale getirmek icab etseydi, bu cihazın  bir apartman büyüklüğünde olması gerekirdi. Eğer üç işi yaptırmak isteseydik, bu cihazın ne kadar büyük olması lazım geldiğini tasavvur edebilirsiniz.

Halbuki bir ‘insan beyni’ aynı anda beş on fikri düşünebilir. Çünkü insan beynini teşkil eden on milyar kadar hücre birbirleriyle bağlantı halindedirler. Bir hücrede meydana gelen hareket, his veya düşünce mesajı, onunla ilgili bütün hücrelere aynı anda yayılır ve şuurumuzun altında bu ilişkiler devam eder. Bu yüzdendir ki, yolda giderken herhangi bir tanıdığımızı görsek, ekseriya sanki onu o anda düşünüyormuşuz gibi gelir. Halbuki onu değil de başka birisini de görseydik, ayni şey olacaktı. Bu hadise, biz farkında olmadan devamlı olarak beynimizin içinde binlerce fikrin hareket halinde olduğunu gösterir.”

 *  *  *

O profesör, insanın sinir sistemindeki harikulâde özelliklerin sadece birinden o gazetedeki yazısında bu şekilde basit bir misâlle bahse çalıştıktan sonra, insanın “kan sisteminde” olan harikulâde özelliklerine misal veriyor: “Biliriz ki, kanımız hücrelerimizin muhtaç olduğu havayı ve onun içindeki oksijeni taşır. İnsan vücudunda 5-7 kilo kadar kan vardır. Bunun akyuvarları vücudu müdafaaya yarar, alyuvarları da kalbimizden akciğerlerimize gider, teneffüs ettiğimiz temiz havanın oksijenini yüklenir, tekrar kalbimize döner; oradan da vücudun en uzak hücrelerine kadar bu oksijeni götürür. Bilir misiniz, bütün vücudumuzu beslemek için sahip olduğumuz damar sistemimiz ne kadar uzunluktadır? Eğer vücudumuzdaki damarları en kalınından kılcal olanına kadar uç uca getirsek, yüzbin kilometre kadar uzunlukta ‘bir damar ipi’ meydana gelir. Kalbimiz, her atışı ile bu yüzbin kilometre uzunluğundaki damarlarımızda alyuvarları dolaştırır ve hücrelere oksijeni, yaşamak için muhtaç olduğumuz oksijeni havadan teneffüs yoluyla alınmış olarak gönderir.

Kan dolaşımında vücudumuzda kullanılan kanın 5-7 kilo olduğunu söylemiştik. Kalb, atışlarıyla dakikada 2,5 kilo kanı vücudumuza sevk eder. Bir taraftan atış baskısıyla kan damarlarımıza uzanır, bunun sonunda atışın açılışı esnasında meydana gelen menfî basınç ile de kalbimiz bir nevi emme durumuna geçer; böylelikle kullanılmış olan  kanımızı geriye, kalbimize doğru çeker. Şu halde kalbimiz dakikada 2,5 kilo kan sevk ettiğine göre, saatte 150 kilo ve günde 3600 kilo yani 3,6 ton kan kullanıyor demektir. Eğer muhtaç olduğumuz senelik kanı hesap edecek olursak, senede 1314 ton kana ihtiyacımız vardır. Bunu üç boyutlu bir şekil olarak gözümüzde canlandırırsak, cephesi 8 metre, derinliği 12 metre, yüksekliği 13 metre, yani 5 katlı bir apartmana tekabül eden bir hacim meydana gelir. Şu halde  yumruk kadar kalbimiz, damarlarımızdaki 5 kiloluk kan sermayesini atışları ile değiştire değiştire kullanmasaydı da devamlı olarak çeşmeden akar gibi kullansaydı, bir sene içinde beş katlı bir apartman büyüklüğünde bir kan deposuna ihtiyacımız olacaktı!..”

 *  *  *

O profesörün gazetedeki yazısında insanı meydana getiren başlıca sistemlerin iki tanesinden böyle bahsettiğini naklederek, onun bahsettiği diğerlerini de burada nakletmeye lüzum görmeden, bu bilgilerle ilgili olarak,  insanın mahiyetini izah eden eserlerden parçalar okuyalım:

“İşte insan, Cenab-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır. Ve en nâzik ve nâzenin bir mûcize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır.

Eğer nur-u îman içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar, o ışıkla okunur. O mü’min, o şuur ile okur. Ve o intisapla okutur. Yâni, ‘Sâni-i Zülcelâl’in masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım’ gibi mânalarla insandaki san’at-ı Rabbâniye tezahür eder. Demek Sâniine intisaptan ibaret olan îman; insandaki bütün âsar-ı san’atı izhar eder. İnsanın kıymeti o san’at-ı Rabbaniyeye göre olur. Ve âyine-i Samedâniyye itibariyledir. O halde şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlahî ve Cennet’e layık bir misafir-i Rabbanî olur.” (Risale-i Nur Külliyâtı, SÖZLER)

“Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i mânevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünûn ve ulûm-u beşeriyye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalb dahi hadsiz hakâik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu; had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyonlarla nuranî kitaplar gösteriyorlar.

İşte, mâdem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek hâletinde bir şecere-i azîmenin cihazâtını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde dercedilmiştir. Elbette ve herhalde o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Mâdem irade etmiş, elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecek” (Risale-i Nur Külliyâtı, MEKTUBAT)

* * *

O profesörün bir gazetedeki “Yöneten Kuvvet” başlıklı yazısında, insandaki harikulade özelliklerden bahisle, bunlardan yalnız beyin ve kalbe dair verdiği misalleri okuduktan sonra, yazının “SONUÇ” başlığını taşıyan son paragrafında insandaki harikulade özelliklere ait bu misalleri Allah’ın varlığına ve birliğine inanmaya, Vahdaniyete, İslâm imanının esaslarına, Esma-i Hüsnâ tecellilerine bağlayarak yazıyı bitirmesi gerektiğini düşünmüştüm ve insandaki ince sanatlı yapı, akıl ve kalb mevzuunda imanî eserlerden okuduğum yukarıdaki satırları, çağrışımla hatırlamıştım.

* * * 

“O profesör, gazetedeki o yazısına başlık olarak ‘Yöneten Kuvvet’i seçtiğine göre, mutlaka yazısının sonucunda da hakikaten ‘Yöneten Kuvvet’e dikkat çekmeli” diye düşünüyordum, Fakat o yazıyı okumaya devam etmekten de çekiniyordum. Çünkü o yazı, dine pek dost olmayan bir gazetede neşredilmişti. Öyle gazetelerin de kendilerine mahsus çok kötü bir neşriyat siyaseti vardı; onlar İslâmî neşriyat ve bilhassa Risale-i Nur eserleriyle de desteklenen bir İslâmî neşriyat asla yapmazlardı. O yazının “SONUÇ” kısmını bu endişeyle okudum.  Heyhat! Böyle bir başlık, böyle bir yazı ve böyle bir sonuç!.

 *  *  *

O yazıdaki birkaç cümlelik “SONUÇ” bir ibret konusu idi. Üzerinde uzun makaleler, kalın kitaplar yazılabilecek çok ehemmiyetli meseleleri, iman ve küfür muvazenelerini, Kur’an’ın ve felsefenin yolcularını, tabiata saplananların ve tabiîyyun fikrini taşıyanların mesleğini, esbabperestleri, vesaite icad ve tesir verenleri hatırlatarak o yazının başlığındaki “YÖNETEN KUVVET” kelimeleriyle bağdaşmayacak ifadelerle sona eriyordu. O yazıdaki “SONUÇ” cümleleri şöyleydi:

“Bütün bu ince sistemler, harikulâde düzenler canlının rahat, kolay yaşaması ve bulunduğu yere uyması yani adaptasyon içindedir. Eğer bu kıvrak sistemler olmasaydı, insan çok kaba bir yaratık olacak, hareketlerini kolay yapamayacak ve bugünkü gibi düşünceli ve mânalı olmayacaktı.”(!)

O profesör, bahse konu olan yazısının “SONUÇ” kısmında, “kıvrak sistemler”(!) dediği esrarengiz bir failden bahsediyordu fakat o “kıvrak sistemler”in kimin eseri ve kimin tarafından kurulup çalıştırılmakta olduğundan hiç bahsetmiyordu. 

 *  *  *  

O profesörün o gazetedeki yazısının sonundaki “SONUÇ”tan anlaşılabilen aslında şuydu: Hazret-i Adem’den kıyamete kadar, her biri -çeşitli derecelerinde- iman veya küfür ehli olarak bu imtihan dünyasında yaşayanlar olacaktır. O profesöün o  gazetedeki yazısındaki “SONUÇ”da, bu hakikatin delillerinden biriydi. 

  *  *  *

O profesörle ayni zihniyettekilerin yollarının yanlışlığını ortaya koyan, doğruyu, hakikati gösteren çok sayıda eserler asırlardır yazılmıştır, okunmuştur ve okutulmuştur. Asrımızdaki insanların anlayışlarına ve ihtiyaçlarına göre yazılmış Risale-i Nur Külliyâtında yer alan ve o zihniyet sâliklerinin durumunu tahlil eden bazı cümleler  de şöyledir:

“Eğer kat’ı intisaptan ibaret olan küfür insanın içine girse; o vakit bütün o mânidar nukuş-u Esmâ-ı İlâhiyye karanlığa düşer, okunmaz.

Zira Sâni’ unutulsa, Sânia müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz. Âdeta baş aşağı düşer. O mânidar âli sanatların ve mânevî âli nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise; süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Her biri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar.

Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise; dediğimiz gibi: Kısacık bir ömürde hayvanatın en âciz ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder gider. İşte küfür, böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar; elmastan kömüre kalbeder.” (Risale-i Nur Külliyâtı, SÖZLER)

 *  *  *

Aslında insanların öğrendikleri bilimler, kendi hususî lisanlarıyla mütemadiyen Allah’tan bahsediyorlar; Hâlıkı tanıttırıyorlar. O’nun kudretinin büyüklüğünden, sanatının inceliğinden, Kayyumiyetiyle her şeyi idame ettiğinden, Rezzâkiyetiyle yüzbinlerce çeşit bitki ve hayvanı ayrı ayrı rızıklandırdığından, Hakîmiyetiyle her şeyi hikmetle tanzim ettiğinden, Rubûbiyetiyle her şeyi terbiye ettiğinden,.. ilâ âhir; bütün bilimler Allah’ın Esma-i Hüsnâsının kâinattaki tecellilerini anlatıyorlar.

Hakikî bir Müslüman, bilimlere bu nazarla bakar ve bakmalıdır. Acaba Müslüman olmayanlar, imansızlar, dinsizler niçin bu nazarla bakamıyorlar? Tıp biliminden basit bir misalin bile, Allah’a ve O’nun inanılmasını istediklerine imanın artmasına sebeb olması gerekirken, o bilimde veya diğer bilimlerde “profesörlük” gibi “ilmî unvanlar” ve hattâ onun daha da ötesinde “bilim ödülleri” alanlar ve “meşgul oldukları bilimlerle ilgili bilgilerinin çokluğunu bütün dünyaya kabul ettirenler” arasında nasıl oluyor da onlardan bazıları İslâm dinine lakayt veya tamamen dinsiz de olabiliyorlar?

Talebeliğim esnasında bu sual üzerinde bazen düşündüğümü hatırlıyorum. Bunun, dünyanın bir imtihan yeri ve insandaki enenin (benliğin) bilinmesiyle ilgili olduğunu, Risale-i Nur Külliyâtından SÖZLER adlı eserdeki Otuzuncu Söz’de bulunan,  insandaki “ene” ile ilgili bahsi okuyunca anlamıştım.

Prof. Dr. Mustafa Nutku

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: