Algı ve Davranışlarımız, Niçin “Allah Var(mış)” yerine, “Allah Yok(muş)”a Ayarlı? (2)
İnkâr edemiyorsan, Unut! / İnkâr edemediğimizi, Unutarak kendimizi aldatıyoruz!
Önceki “Hepimiz Manevî olarak Hastayız ama Farkında Değiliz” Yazımızda; bir müslüman olarak, neden inandığımız ve bildiğimizin aksine, “Rabbimiz yok(muş)” gibi; yani “O’nu unutarak” yaşamayı, bir hayat tarzı ve algı biçimi olarak kabul etmişiz ve ediyoruz!? Ve neden, hiçbirimizin, bu arızalı durumdan herhangi bir şikâyet ve serzenişi yok veya şikâyetlerimiz geçici!? sorusunda kalmıştık.
Hangi saik, bizim “Allah var” yerine, sanki “Allah yok(muş) gibi”; yani “O’nu unutarak” yaşamayı tercih etmemize neden oldu? Bir müslüman olarak, inandığımız ve bildiğimizin aksine; neden bu ikincisi, bize daha cazip ve kolay geldi!? sorularının cevabını aramaya devam edelim.
Bu soruya cevap olarak, dışımızda: “Çevre, kültür, eğitim, medya, ekonomi, yoksulluk, aile, devlet, kötü arkadaş, şeytan, çağ ve modernite” gibi bir sürü sebep ve etki sayılabilir. Ama belki tüm bunlardan önce ve asıl olarak, bunun sebebi içimizde saklı. Sonuçta, dışımızdan gelen etki ve te’sirleri kabul edip – etmemeye, iradeli bir varlık olarak, bir dereceye kadar biz karar veriyoruz. Dışarıdan gelen etki ve sebepler karşısında, insanın durumu; rüzgârda savrulan bir yaprak kadar ma’sum değil yani.
Tamam dışımızda direkt olarak “şeytan” ve indirekt olarakta şeytanın yönlendirdiği “arkadaş ortamı ve çevre, kültür, manevî atmosfer”, bizim bu manevî hastalıklarımızda önemli bir etken. Ama dediğimiz gibi; insan eli kolu bağlı, camid bir yaprak değil. Ne var ki; dışımızda şeytan ve içerideki talebesi nefsin de oyunları bitmez!
Örneğin, şeytan da biliyor: Bize direkt ve alenî olarak, yani doğrudan Rabbimiz’i inkâr ve reddettiremeyeceğini. Bu sebepten bu “yok(muş)”lu kurgu ve zanlar üzerinden, önce “algı – tutum – davranışlarımız” üzerinden bu fikri işletir. Yani işe, direkt inanç ve imanımızdan başlamaz.
İnsan fıtratı ise, kendi üzerinde çelişki ve parçalanmayı kabul etmediği için; bu “yok(muşlu) algı – tutum ve davranışlar” ile “bilgi – kabul ve inançlarımız” arasındaki çelişki ve zıtlığın savaşı; “yok(muş)lu davranışsal kodların”, manevîyatımızdaki ruhî ve kalbî kod ve inançlarımızı bozmasıyla neticelenir.
Başka bir örnek, gene şeytan da biliyor; bizi, ölmeyeceğimize, dünyada ebedî yaşayacağımıza ikna edemeyeceğini. Burada şöyle bir hile devreye giriyor: İstatistik ve ihtimâl hesaplarına göre, sonraki saat – gün – aylarda yaşayacağımızın yüksek olasılık olması ve bu olasılığa göre, bizim aksine hiç ihtimâl vermemeye ve düşünmemeye başlamamız.
Tuzak şöyle işliyor: Yarın olunca, diğer yarın da yaşayacağımıza inandırması; diğer yarın olunca da, sonraki yarın da yaşayacağımıza inandırması ve böylece, “sonraki yarın da yaşayacaksın, sonraki yarın da yaşayacaksın” diye diye; sonraki gün, ay ve yıllarda da yaşayıp, ölmeyeceğimize inandırması.
Safsataya dayanan bu aldatma süreç ve mekanizması ve fasid kıyasla (evet “fasid kıyas”; çünkü dün ve bugün yaşamamız, yarın da yaşayacağımıza delil teşkil etmez; bilâkis her geçen gün, diğer gelecek günlerde ölme ihtimâlimizi yükseltir!); böylece içimizde oluşan sahte bir “vehmî ebediyet hissi” ve mugalatasıyla bizi aldatır. Şimdi hiç sırası değilken; ölümü hatırlayarak, hazır lezzetini bulandırmak istemeyen nefsin de işine gelir bu yalana kanmak!
Elhasıl şeytanın en büyük hilesi; asıl yutturacağı büyük lokmayı, parça parça ve alıştıra alıştıra bize yutturmasında! Ve inkâr ve reddettiremeceği birşeyi, bize unutturarak, aynı neticeyi almayı becermesinde!
Mes’elâ; asıl lokma olan “küfür ve inkâr”dan önce, “şirk”e ihtimâl verdirip, buna inandırır. Şirkten önce de, bazı sebep ve kuvvetlere te’sir ve icadda ortaklık verdirerek, buna giden yolu başlatarak, kolaylaştırır.
Mes’elâ; bizi dünyada ebedî yaşayacağımıza inandıramayacağı için, bunu gün ölçeğinde, parça parça yapar. Yaşadığımız hergün, yarın da yaşayacağımıza bizi inandırması; yarın olunca da, diğer yarın da yaşayacağımıza inandırması böyledir. Elhasıl, reddi mümkün olmayan veya bize inkâr ettiremeyeceği “ölüm” ve “Rabbimiz”i, bize unutturarak, aynı sonucu alır!
Burada bazılarımız, beşerî ve insanî bir zaaf olarak; “nas / insan” kavramının, etimolojik olarak, kökeninde “nisyan”, yani “unutmak” olduğu; bu sebepten bize bu sebepten “insan” denildiğini söyleyebilir. Yani insanın yaratılış olarak unutkanlık ve gafletle yoğrulduğunu söyleyebilirsiniz.
Fakat bu, bizim rutinimiz ve 7/24 yaşam felsefemiz hâline gelen “sanki Allah yok(muş) gibi yaşama” hastalığımızı açıklamadığı gibi; bu hastalığımızın sebebi ve geçerli mazereti de olmuyor. Çünkü biz burada, beşerîliğimizden veya bilincin devamlı canlı ve uyanık ol(a)mamasından kaynaklanan, geçici bir tökezlemeden bahsetmiyoruz! Biz burada, insanî zayıflık ve acziyetimizden kaynaklanan; yani irade ve ihtiyarımız dışında gerçekleşen Rabbimiz’i unutma ve gafletlerden bahsetmiyoruz.
Bizde huy ve meleke hâline gelen, karakter ve ahlâka dönüşen bir durumdan bahsediyoruz! Belki başlangıçta farkına varmadan, belki önemsemediğimizden, belki “çıkması kolay, hemen çıkarız” diye bilerek içine düştüğümüz bir çukurdan bahsediyoruz! Belki başlangıçta ihmâlimizle, bilmeden; sonra alışkanlık, sonra belki bile isteye girdiğimiz bir uyku; yaşadığımız bir rü’yadan bahsediyoruz! Ve kimsenin bunun farkında olmamasından ve farkında olanların da problem etmemesinden!
Yani bizim, bu sanki “Allah yok(muş) gibi!” yaşayıp, öyle de algılamaya başlama, kurgu ve oyununa bilerek ve isteyerek dahil olup, girdiğimizden bahsediyoruz. Hattâ bu sahte gerçeklik ve simülâsyonu çevremize kendimizin ördüğünü; en azından, örülürken buna engel bile olmadığımızı; sessizce bekleyerek buna izin verdiğimizi söylüyoruz. İşte bu yazımızda, ömrümüzün her gün ve saati tekrarlayarak, alışkanlığa dönüştürdüğümüz bu “sanki yok(muş)lu” algı ve tutumumuzun nedenlerini arıyoruz!
Evet, hangi saik, bizim “Allah var” yerine, sanki “Allah yok(muş) gibi”; yani “O’nu unutarak” yaşamayı tercih etmemize neden oldu? Bir müslüman olarak, inandığımız ve bildiğimizin aksine; neden bu ikincisi, bize daha cazip ve kolay geldi!?
Cevabın kilit noktası, “nefs/nefiste.” İnsanda “hazır lezzete” düşkün ve şimdiki bir gram lezzeti, ilerideki bin gram lezzete tercih eden; yani miyop nefis ve heva, heves, hissiyatın; kalb, akıl ve ruhumuzun ikaz ve nasihâtlerini dinlememesinde. Hatta onların sesini bastırıp – susturması neticesinde; insanın günaha çekilip – sürüklenme ve düşmesi ve bu günah hareket ve davranışın, tekrarla, insanda alışkanlık ve meleke olması nedeniyle, o insanın, düştüğü çukurdan çıkamamasında.
Evet, İnsan Ülkesi’nde; “nefs, hissiyat” darbe yapıp, yönetimi elegeçirince, kâlp – akıl – ruhun yetki ve etkisi kalmaz. Bu durumdaki bir insan, nefsin miyopluğu sebebiyle “şimdi”ye kilitlenip, (yani mazi ve müstakbeli düşünmeden); değil gelecekteki ahiretini, elân yaşadığı dünya hayat ve rahatının geleceğini bile düşün(e)mez ve bozar!
Hapishanelerden sorsak; çoğu suçlunun ânlık kapıldığı “öfke, şehvet, hırs, tamâ” gibi sebeplerle, ânlık fevrî hareketlerle, düşünmeden; günahın cazibesine kapılıp, bu çukurun içine düştükleri görülecek. Benlik ve iradenin, bu şiddetli hissiyatın çekim alanına kapılmasıyla, insandaki akıl ve fikrin sustuğu görülecek. Bu şaha kalmış hissiyatın azgınlık ve gürültüsünde; kâlpteki imanın, etki ve sesini işittiremediği görülecek.
Yani günahın yakınında dolaştığı için çekim alanına kapılan insan; nefsinin haz alma isteği ve içindeki “öfke, şehvet” gibi hisler ve biyolojik ihtiyaç ve güdülerinin de zorlamasıyla; tökezleyip, sendelemeye başlar. Bu duruma düşen kişi, eğer mü’min ve müslüman biriyse; o günahı işlemeden önce çözmesi gereken başka bir problem vardır: O günahı, Rabbi ve melekler gördüğünü bile bile nasıl işleyecektir!? Önce bu çelişkili durum ve ikilemi çözmesi gerekir. Ki rahatça günah işleyebilsin!
Çünkü bir mü’minin, başka insanlar görse utanacağı bir davranış ve günahı; “Allahû Teâlâ ve melekler” gördüğünü bile bile, onların gözüönünde işlemesi mümkün değil! Üstelik bunu bile bile o günahı işlese bile, Rabbimiz ve meleklerinin şahitlik ve huzurunda, o günahtan beklediği; yani nefs ve hissiyatın, o günahtan aldığı / alabileceği lezzet ve haz azalır ve acılaşır!
Nefsinin yörüngesine girmiş bu mü’minin, tutup Rabbimiz ve melekleri inkâr etmesi de mümkün değil! Fakat onların gözüönünde, bu cürmü işlemesi de mümkün değil! Yani ruh ve vicdanı müteessir olmadan, rahatlıkla o günahı işleyebilmesi için önce bu ikilemi çözmesi gerekmektedir. İşledikten sonra yaşayacağı pişmanlık ve azabı dindirmesi için de bu gereklidir. Burada dışta şeytanın desise ve vesveseleri, içte nefsin arzu ve oyunları ve “vehim” gibi hislerin de yardımıyla, kaçabileceği tek bir deliğe girer: “Unutmak!, Rabbinin gördüğünü unutmak!”
En azından o ân için Rabbinin gördüğünü unutarak, inanç ve kabullerini bilinçaltına itmeyi seçer! Bilerek kendini aldatma ve aldanmayı seçerek; böylece bu çelişkili durumu çözmekten kurtulmuş olur! Şimdi zihin ekranına sadece o ânki görüntü ve hazlar yansımaktadır. Bilinç ekranı sadece “şimdiki ân”a odaklanmış; geçmiş ve gelecek zamanlar, netice ve sonuçları monitöre yansımamaktadır!
Demek Rabbimiz’in varlık ve gördüğünü unutmak ve “sanki yok ve görmüyor(muş)” gibi düşünme meyil ve isteği, davranış ve alışkanlığı; manevî organ ve cihazlarımızın içerisinde en etkili ve donanımlısı olan “nefis” ve nefisten doğan “vehim, his, heves, hevanın”; günah işleme serbestisi kazanma meyil ve isteği ve günahtan aldığı hazzı azaltmama ve bulandırmama ve günahtan sonra da pişmanlık ve azap duymama heves ve isteğinden doğuyor! Yani bu “yok(muş) gibi vehmi”; nefsin, Rabbinden bağımsız bir alan açma isteğinden kaynaklanıyor.
Kişinin günah amel veya davranışı rahatça işleyebilmesi ve bundan elde edeceği haz bulanmadan, günahtan aldığı lezzeti maksimize edebilmesi ve gelecekte de işleyebileceği günahlara zemin hazırlaması için, insanda şöyle bir psikolojik mekanizma ve savunma ve şeytanî vehim devreye giriyor: Rabbimiz ve meleklerin gördüğünü, (en azından, o günahı işlerken) unutmayı (veya bilinçaltına itmeyi) tercih eder; günah sürecinde, o ân için bilerek kendini gaflete atar.
Mü’minin, geçici bir sendeleme ve tökezlemeyle bu yere düşüş ve işlediği günahı; eğer pişman olup, çabucak tevbe – istiğfar eder, bir daha da kesinlikle yapmamaya kesin karar verirse, Rabbimizin de affetmesiyle; manevî bünyeye fazla zarar vermez, tehlike bertaraf edilmiş olur.
Fakat bu, “bilerek unutma” ve “geçici gaflet ve uyku durumu”, günahların artmasıyla, sık sık tekrarlanmaya devam ederse; artık bu “unutuş” ve “sanki görmüyor(muş)” gibi his ve algılar, alışkanlıkla otomatiğe bağlanır ve insanda meleke ve karakter hâlini alır!
Yani “namaz kılmama, ibadet etmeme” veya “hırsızlık yapma, içki içme, yalan söyleme” gibi; “yapma ve yapmama”larla tekrarlanan günah amel ve davranışlar; tekrarlanan bu “gördüğünü unutuş”, daha sonra “sanki Allah yok(muş) gibi yaşamaya” evrilir ve çevrilir!
Demek “manevî hastalıklar” ile “günahlar” arasında çift yönlü bir etkileşim ve neden – sonuç ilişkisi var. Yani hastalıklarımız, günahlarımızı; günahlarımız da, hastalıklarımızı arttırıyor.
Fakat zarar bu kadarla sınırlı kalmaz: Devamlı tekrar ve telkinlerle, “Rabbini unutmaya” kendini kodlayan ve “sanki yok(muş) gibi”ye kendini programlayan bu kişi, sadece günah işlerken değil; artık mübahlarda bile bu “Allah yok(muş)” bilinç ve nazar ve algısıyla yaşamaya başlar!
Düşme süreci burada da son bulmaz: Alışkanlık ve tekrarla meleke ve karakter hâline gelen bu his ve tutum, nazar ve niyet; artık “namaz” gibi farz amellere de sirayet eder! Yani bu kişinin, namazlarda Rabbini hatırlama ve ânmaları da, artık zorlamayla; yani yapmacık ve sun’î ve o da ânlık olur!
Fakat çukurun dibine ulaşılmamıştır henüz! Mü’minin zararı bu kadarla kalsa, nisbeten gene iyi; hatta tevbe – istiğfarla, bu aşamada, buradan dönüşte mümkün. Fakat hayatın olağan akışında “arka fon müziği” gibi devamlı çalan bu “yok(muş) gibi” yapma ve “unutmalar”ın risk ve tehlikesi, zarar ve sonucu, zannedildiğinden çok daha fazla olur!
Çünkü: Büyük Ölümün provası olarak, hergün uykuyla ölüp, yeniden diriltildiğimiz dünya hayatında; algı, tutum ve davranışlarımızda O’nu unutarak hesaba dahil etmediğimiz; yani “yok(muş) gibi” şıkkını işaretlediğimiz her bakış ve amel; hastalığımızın daha da derinleşme ve kronikleşmesine; en sonunda, tedavisi mümkün olmayan tümör ve kanser gibi kökleşmesine; sonra da bütün manevî bünyemize yayılıp, kaplamasına sebep olur! Çünkü tekrarlanan zan ve davranışlar, inanç ve alışkanlığa dönüşüp, karakter ve kaderimize te’sir etmeye başlar.
Başlangıçta haram ve helâl, günah ve sevaba kuyumcu terazisi hassasiyetinde olan kalb, tekrarlanan günahların kir ve ağırlığıyla kirlenme ve bozulması neticesinde; hassasiyet ve duyarlılığını kaybeder! Pazarcı terazisi, hatta kamyoncu kantarı gibi olur!
Bu aşamada, Manevî Vücudumuzdaki bazı hücre veya organlar, duyu veya hisler, kuvve veya lâtifelerin bazıları tamamen ölür! Bunların tamamı veya çoğunun, tekrar canlanması, tedavi ve iyileşmesi de mümkün olmaz! Tevbe – istiğfar, pişmanlık veya keffaret olarak, sonradan yapacağımız iyi ameller de bunları geri getir(e)mez! (Ancak, belki Rabbimiz’in “şefâat”iyle; su-i istimâl ve ihmâlimizle çürütüp – öldürdüğümüz manevî kuvve ve letaif, hücre ve organlarımızın “şifa” bulup, dirilmesi mümkündür ve olabilir. Fakat kimlerin şefaâte kavuşacağı, kimlere şefaât edileceği herhâlde kur’âyla belirlenmeyip; burada da Rabbimiz’in başka şart ve kanunları devreye giriyor.)
Ettiğimiz tevbe ve pişmanlıklar, belki Rabbimiz’in af ve mağfiretine ve Cehennem’den kurtulmaklığımıza yarar. Fakat Cennet’teki makam, göreceğimiz şeyler ve alacağımız lezzetlerdeki eksiklik devam eder. Çünkü her sevap ve günahın, dünya ve ahirette mükâfat ve cezası olduğu gibi; ruhta ve bedende ve kaderde bıraktığı izler, karşılık ve sonuçları vardır! Tıpkı babamız Âdem Âleyhisselâm’ın tevbesi kabul edilip, affedildiği hâlde, zelle ve hatasının sonuçlarına katlanması gerektiği gibi. Yani affedildiği hâlde, tekrar eski hâline veya Cennet’e iade edilmediği gibi. En azından bir süre.
Bu sanki “yok(muş) gibi” yapmalar, tekrar eden günahlarla tekrar etmeye devam ettikçe, günaha duyulan aşk, şevk ve alışkanlıkla; bir adım sonra bu “yok(muşlar)”, temenni ve arzuya dönüşür. “Keşke Rabbimiz ve Cehennem olmasa veya keşke bu işlediğim şey günah olmasa, belki günah değildir; hem Allah muhakkak affeder, niye affetmesin ki canım, mümkün değil, ufacık günah; hem başkalar neler işlemiyorlarki!…”lere evrilip; mezhepten, dinden ve sonra da imandan çıkmaya giden yolun kapısı açılmış olur!
Çünkü: Bu “Allah yok(muş) gibi” yapmalar ve “O’nu unutmalar”; ret ve küfür, inkâr ve şirkin bir çeşidi olup; bu algı ve tutum, his ve davranışların hergün, her saat tekrarlanma ve devamı; bunları istemek, arzu ve temenni, talep ve dua etmek gibidir. Samimî, yani ihlâsla kim ne isterse veren ve dualara cevap verip, kabul eden Rabbimiz de; bu yürekten yapılan kalbî – halî – fiilî dualarımızı kabul ederek; biz O’nu nasıl zannediyorsak, O da bize öyle muâmele etmeye başlar!
Yani biz “O’nu unutarak”,“yok(muş), görmüyor(muş)” gibi davrandıkça; O da bize “sanki yok(muş)”, bizi “görüp – gözetmiyor(muş)”, bizi “unutmuş” gibi muâmele eder! Bunun sonucu olarak, günlük hayatında Rabbinin himaye ve izini hiç görememeye başlayan; sonuçta Rabbiyle hiç muarefe ve tanışıklık, dostluk ve alışverişi kalmayan kişinin, varacağı son durak: İnkâr ve küfür, şirk ve günah bataklığında boğulmasıdır! (Rabbimiz hepimizi muhafaza buyursun!)
Elhasıl dünyada bile faydası olmayan “iman”ın, ahirette faydalı olabileceği şüpheli! Başımıza gelen acı ve sıkıntıları azaltıp, teselli vermeyen ve aldığımız keyif ve lezzetleri de arttırmayan; yani bu hayatımızda bizi mutlu ve huzurlu etmeyen “iman”ın, öbür hayatımızda fayda verebileceği şüpheli. Eğer durum buysa; ahiretimizi, bu dünyadan (şimdiden) hayâl meyâl seyredebiliriz ve mevcut imanımıza bakarak, ahirette nelerle karşılacağımız hususunda bir kanaâte varabiliriz. Bir kanaât oluşmasa bile, olasılık ve ihtimâlleri görebiliriz.
Ayhan KÜFLÜOĞLU / 06.Mart.2017