BİR DAKİKA!

“İnsanın, hususan müslümanın tahassüngâhı ve bir nevi cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır.” Lem’alar

Önce hafızamızı şöyle bir yoklayalım.

Bilip de  unuttuğumuz yahut dikkate almadığımız bazı gerçeklerle  şöyle bir yüzleşelim:

“İnsanlarla iyi geçinmek sadakadır.” Hadis-i şerif.

Her şey çift yaratılmış. Yeryüzü ve sema. Gece ve gündüz. Dünya ve ahiret. Eksi ve artı yüklü bulutlar.  Ve daha niceleri…

Bu çiftlerin bir halkası da erkekler ve kadınlar.

Erkekler de Allah’ın kulu, kadınlar da. Karşı cinse yaptığımız bir haksızlık, bir yönüyle hukukullaha dokunuyor, Allah’ın bir kuluna zulmettiğimiz için. Diğer yönüyle kul hakkına giriyor, o kişiye haksızlık ettiğimiz için. 

Kula yapılan haksızlığı ancak kul affedebiliyor. Arafat’ta bütün günahlar affediliyor, ancak kul hakkı ve kaza namazı hariç…

Bir şehit çok kişiye şefaat edecek bir manevi makam kazanıyor, ama kul hakkını çiğnemişse o veli kul da bunun hesabını vermek mecburiyetinde.

Bir erkeğin hane halkına yaptığı bütün harcamalar sadaka sayılıyor, böylece Cenab-ı Hak en cimri bir kulunu bile sadaka sevabından hissedar ediyor.

İslâm hukukunda, bir hanım, çocuğuna bakmak mecburiyetinde değil. Ama onun kalbine öyle bir şefkat bırakılmış ki, çocuğunu canından çok seviyor ve onun her ihtiyacını severek karşılıyor. O halde, “Bu şer’i hükmün hikmeti ne olabilir?” diye düşündüğümüzde karşımıza harika bir inayet ve hikmet tablosu çıkıyor: Hanım, çocuğuna yaptığı bütün hizmetler için sadaka sevabı alıyor, koca da çocuğuna ücretsiz bakan hanımına karşı bir minnet duygusu besliyor.

Evliliğin birinci hikmeti; tarafların birbirlerini haramlardan muhafaza etmeleridir. “Onlar sizin için bir örtü, siz de onlar için bir örtü hükmündesiniz.” ayeti bu gerçeği ders verir.

İkinci hikmeti ise; neslin devamıdır. Bu ikinci hikmetin hükmettiği çocuk sahibi ailelerde ayrı bir rahmet cilvesi daha kendini gösterir: Çocuğunu imanlı, salih amel ve takva sahibi, güzel ahlakla donanmış bir şekilde yetiştiren anne ve baba, farz-ı kifaye olan emr-i bil maruf ve nehyi anıl münker, yani  doğruyu ve güzeli emredip, yanlışlardan ve  yasaklardan sakındırma görevinden bir hisse alırlar. Bu ise başta peygamberlerin, sonra onları temsil eden büyük alimlerin, daha sonra derecesine göre bütün  müminlerin önemli bir görevidir.

Çocuk terbiyesi bu yönüyle bir peygamber görevidir, çocuklarını İslami terbiye ile yetiştiren ebeveyn bu büyük şereften küçümsenmeyecek bir  pay alırlar. Zira, bir kişinin hidayeti için bile peygamber gönderildiğini biliyoruz. Nitekim Eyup aleyhisselamın dört ümmeti, İsa aleyhisselamın on bir havarisi olduğun naklediliyor.

Ve son bir hakikat: Allah’ın helal kıldıkları içinde en hoşlanmadığı şey boşanmaktır.

Her ibadetine “Allah rızası için” diyerek niyet eden bir kul, Allah’ın razı olmadığı böyle bir şeyi gönül rahatlığıyla nasıl yapabilir?!..

Bütün bu saydığımız gerçeklerin karşısına çıkan bir tek şey var: Hissine mağlup olmak, enaniyetine esir olmak, kibir afetine yakalanmak.

Bediüzzaman hazretlerinin şu harika tespitini de hafızamızın derinliklerinden çıkarıp şöyle bir düşünelim:

“Sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez.”

Nedir o dağ? Yine o büyük Üstadın  Uhuvvet isalesindeki şu ifadelerine bakalım:

Kabe hürmetinde olan iman ve cebel-i uhut azametinde olan İslamiyet…

Bu risale, “Müminler birbirinin kardeşidirler.” ayet-i kerimesinin tefsiri sadedinde kaleme alınmış. Aile hayatına bu noktada baktığımızda kadın ve kocası bir yönüyle birbirinin kardeşidirler. İman ve İslamiyet yanında çakıl taşları gibi küçük ve önemsiz kalan geçimsizlik sebeplerini, hislerine galip gelerek sinek kanadı gibi basit görmeğe ve karşı tarafa “nefis ve şeytana mağlup olduğu için; acımaya” onu kurtarmak için çaba göstermeye mecburdurlar. Bu ise çok büyük bir emek gerektirmiyor, hislerine galip gelerek, pireyi deve yapmak yerine deveyi pire yapmaya özenmek yeterli oluyor. O  kızgınlık anında  insan, bir yönüyle de, bir takva imtihanı geçiriyor. Bu noktaya da kısaca değinelim:

Bilindiği gibi, Bakara Suresinin ikinci ayetinde “Kur’anın muttakiler için bir hidayet olduğu” ifade edildikten sonra, takva sahiplerinin  birinci sıfatı olarak gabya iman zikredilir. Daha sonra namazlarını kılmaları ve zekatlarını vermeleri  nazara verilir. Tefsir alimlerimiz, ayette geçen “namaz” ifadesinin bütün bedenî ibadetleri, “zekâtın” ise bütün malî ibadetleri temsil ettiğine dikkat çekerler.

Ali imrân, 134. ayetinde ise; muttakiler için hazırlanan cennetin yarıçapının yerden semaya  kadar olduğu beyan edildikten sonra muttakilerin sıfatları sıralanır: Bunlardan birisi de kızdıklarında öfkelerini yutmaları, kendilerine hakim olmalarıdır. 

Bir anlık bir kızgınlık, hissin akla bir an galip gelmesi nice cinayetlere sebep olmuş, nice yuvaları yıkmıştır. 

Çok basit bir sebeple hissine kapılarak aile yuvasını dağıtmaya karar verenler,  öncelikle bu müessesenin önemini ve büyüklüğünü unutan yahut bilmezlikten gelen kişilerdir. Bunun  için ailenin önemi ve ne büyük bir nimet olduğu, ne azim bir İlahi ihsan olduğu konusunda gözden kaçan bazı hususları kısaca nazara vermiş yahut hatırlatmış olduk.

“Bir elin nesi var, iki elin sesi var.” derler. Bu sözde esas olan, insanları yardımlaşmaya teşvik etmektir. Konuya şu yönüyle de bakabiliriz. İki kişi arasında bir geçimsizlik yaşanıyor ve bu bir kavgaya dönüşüyorsa, burada her iki tarafın da belli oranlarda sorumluluğu var demektir. Taraflardan birisi sabır ve anlayış gösterse kavga çıkmayacaktır, zira bir elin sesi olmaz.

Sabır konusu,  Allah kelamında defalarca vurgulanır ve büyük önem taşır. Nitekim, Asr suresinde, asra yemin edildikten sonra, “muhakkak ki insan hüsrandadır” buyrulur. Daha sonra,  ömür sermayesini zayi ederek zarara düşen ve hüsrana uğrayan  kişilerden şu üç zümre istisna edilir; bunların dışında herkesin zararda olduğu nazara verilir. Bunlar, iman edip  salih amel işleyenlerle,  birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerdir.

Bir başka ayet-i kerimede de “Allah sabredenleri sever.” (Âli imrân 146)buyrulur. Gel gör ki, Allah’ın sevdiği bu sabır  tavrını sergilemek  isteyenlerin karşısını iki büyük düşman birden dikilirler: Nefis ve şeytan.

Bu iki büyük düşmana galip gelerek,  sabır yolunu tercih eden kullara ne mutlu?..

Bediüzzaman hazretleri sabrı üçe ayırır:

Taat üstünde sabır, yani Allah’ın razı olduğu çizgide yürümekte sebat göstermek.

Diğeri, masiyete karşı sabır, yani İlahi rızaya ters düşün her türle işten, halden uzak durmaya çalışmak.

Üçüncüsü ise musibete karşı sabırdır. Bu ise, yakınlarımızın ölmelerinden, hastalıklara, afetlere  kadar her türlü olumsuzluğu birer imtihan sorusu kabul ederek, hatta bunlara olumlu bakarak  isyan ve itiraz yoluna girmeyip, sabır ve metanet göstermeye çabalamak demektir. İşte her türlü aile geçimsizliğini de bir musibet, bir imtihan vesilesi kabul edip sabır yolunu tutanlar büyük sevaplara nail olurlar. Çoğu zaman olduğu gibi, bu sabrın dünyada da mükafatını görürler,  kavganın yerini mutluluk ve huzur alır. Bu gibi hallerde, nefsine uyup karşı tarafın özür dilemesini bekleyenler, nefislerini memnun ederken, kalb ve ruhlarını büyük zarara uğratırlar. Çünkü,  küskünlüklerde ilk barışan kazanmakta ve büyük sevaba nail olmaktadır.

Kabre göçüldüğünde, bu gerçek  bütün çıplaklığıyla görülür, ama artık iş işten geçmiş olur.

Sabır imtihanını kazanan bahtiyar zevatın başında peygamberler gelir.

Konuyla yakın ilgisi olduğu için bir hususu da hatırlatarak yazımıza son verelim: 

Bildiğiniz gibi, bir Müslüman erkek, ehl-i kitaptan bir kadınla, meselâ bir Hıristiyan ile  evlenebilir. Kendisi Allah’ın bir olduğuna inandığı halde üç ilah safsatasına inanan bir kişi ile aile hayatını sürdürebilir. Hanımın bu sapık inancı ne evlenmesine engel olmuştur, ne de evliliklerini bozmalarına.

Bir ailede bundan daha büyük bir görüş farklılığı olabilir mi?

Prof. Dr. Alaaddin Başar

sorularlarisale.com

Sende yorum yazabilirsin