Dolgun’un faresi

Stalin’in zindanlarında yıllar geçiren Aleksander Dolgun, uzun bir açlıktan sonra hücre duvarındaki delikten beliren bir fareyi yakalayabilmek için saatler boyu kan ter içinde nasıl uğraştığını anlatırken, farenin o anda gözüne nefis bir ziyafet olarak göründüğünü de uzun uzun tasvir etmekten geri kalmaz.

Karnı günde üç defa dolup boşalan insanların bu manzarayı hissen idrak etmesi elbette mümkün değildir. Selim fıtratların kaçınılmaz olarak tiksindiği birşeyi Dolgun’un o andaki gözüyle görebilmek için, evvelâ Dolgun kadar aç kalmak gerekir. Ama hissen değilse bile mantık yönüyle bu hâdisenin açıklamasını yapmakta zorlanmayız. Çünkü herkes bilir ki, açlık bir canlının en karşı konulmaz duygusudur. Mutlaka tatmin ister, şiddetlendikçe diğer bütün duygu ve ihtiyaçların önüne geçer ve eğer tehlike sınırlarına gelip dayanmışsa, akla gelen herşeyi rahatlıkla, kolaylıkla ve — Dolgun örneğinde olduğu gibi — iştahla insana yaptırır!

Bunu herkes bilir de, açlığın sadece karnımızın sol tarafındaki rızık deposuna has bir duygudan ibaret olmadığını herkes her zaman hatırlamaz. Eğer insanlar her çeşit açlığını aynı şiddette hissedebilseydi, bugün beşer âleminin çok daha başka şeyler etrafında pervane olduğunu görecektik.

Üstad Bediüzzaman, “insaniyet, İslâmiyet ve iman midelerinden” söz eder ve bu midelerin önüne serilmiş kâinat dolusu rızıklara binlerce sayfalık muhteşem tasvirlerle iştahımızı açar. Üstelik bu sofralar, bize pahalıya satılan cinsten ziyafetler de değildir. Onlarla rızıklanmak, gözünü açıp bakmak kadar kolay, kulak verip işitmek kadar basit, bir kitabı okumak kadar rahat, düşünmek kadar doğal, yaşamak kadar lezzetlidir. Kendi iradesiyle kendisini mahrum etmeyen hiç kimse bu sofralardan kovulmaz; hiç kimseden de şükürden başka bir ücret istenmez. Kaldı ki, şükrün bizzat kendisi, bütün bu sofraların ötesinde başlı başına bir ziyafettir. “Bir ateistin en bedbaht ânı, şükretmek isteyip de şükredecek birisini bulamadığı andır” diyen Batılı yazar, en büyük ziyafetten mahrumiyeti ve en büyük açlığı veciz bir şekilde ifade etmiştir. Kur’ân da, kendisini yalanlayanların en büyük hüsranını onların yüzlerine bir şamar gibi vurur:

“Yoksa bu rızıktan nasibinizi, onu yalanlayıp da kendinizi bütün bütün mahrum etmekten ibaret mi kılacaksınız?” (Vâkıa sûresi, 56:82.)

İnsaniyet, İslâmiyet ve iman midelerinin açlığı, tıpkı maddî açlığımız gibi, kendisini mutlaka hissettirir. İnsanları aldatan ise, bu hissi hiç duymamak değil, çoğu zaman yanlış teşhis koymaktan ibarettir.

Eğer hergün gelip geçtiğiniz yolun kenarındaki çiçekler her sabah size tatlı tebessümleriyle selâm verip durdukları halde siz onları görmeden gelip geçiyorsanız, sakın ruhunuzda onlara bir iştiyak kalmadığını sanmayın. Yanlış çiçekleri koklamaktan vazgeçerseniz, o iştiyakı hissetmeye başlarsınız.

Gün boyunca etrafınızda cıvıldaşan serçelerin tesbihatından hergün ayrı bir lezzet alamıyor, o cıvıltıları işitmediğiniz zaman hayatınızda bir eksiklik hissetmiyorsanız, hayatınızı ve hayalinizi dolduran gürültülerden hiç değilse kısmen arınmayı deneyin. Tatlı bir iştah suretinde belirmeye başlayan bir açlığın her defasında yeni bir lezzetle tatmin olmaya başladığını görürsünüz.

Yaz mevsiminin gelişini karpuz yemek şeklinde telâkki etmeye başlamışsanız, onu ve diğer yaz nimetlerini yemeden önce beş on dakika onları seyredin ve dinleyin. Aynı sofranın kaç mideye birden rızık dağıttığını bilfiil yaşarsınız.

Ama, ilim ve hikmetten, iman hakikatleri ile tefekkürden mahrum şekilde günleriniz gelip geçtiği halde, “Dünyevî vazifelerle uğraşmak, fıtraten hoşlandığım ve hakaikine meclûb olduğum nurlu Sözlerle iştigalime kısmen mâni oluyor; işte buna müteessirim, fakat elimden birşey gelmiyor” diyen Nur kahramanının ıztırabını derinden derine de olsa duyamıyorsanız…

O zaman, maneviyat âleminin tabiplerinden Fetih bin Said el-Musulî’nin teşhisine kulak vermek zamanıdır:

“Yemekten, içmekten ve ilâçtan alıkonan hasta nasıl ölürse, üç gün üst üste ilim ve hikmetten alıkonan kalp de öylece ölür.”

Midemiz haftalar süren bir açlığa dayanabildiği halde, kalp, uzman ifadesiyle, en fazla üç günlük bir açlığa dayanabilecek bir yapıda yaratılmıştır. Bu açlığı hissetmeyenler, kalplerinin fazla dayanıklı olduğunu sanmasınlar. Gerçekte açlık tehlike sınırını çoktan aşmıştır da, selim fıtratların reddettiği şeyleri kalp ve ruha boşaltarak oralarını Halkalı çöp-lüğüne çevirmeye başlamıştır.

Onun için, dikkat!

İlimden, hikmetten, iman ve Kur’ân hakikatlerinden mahrum tek bir günümüz geçmesin.

Ve Dolgun’un fareleri sakın bize sevimli gelmesin!

Ümit Şimşek

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: