Dünya, Bediüzzaman’ı anlayabildi mi?

HAZRET-İ BEDİÜZZAMAN

(Zirve-i müntehada son varis-i Muhammed (A.S.M))

Eksi ve artı kutuplar halinde “münteha”ların şahsında birleştiği zattır Hz. Bediüzzaman.

Tarihi en ağır şartlarda en ulvi mertebede Kur’anı imtisal, süneni ittiba’ mertebelerini yaşıyarak, o en ağır fetret yıllarında, ümmetin o fetretten necatına medar imamet.. bilahare ilim ve fen asrını, materyalizm dalaletinden kurtarıp Kur’ani ilim ve hikmetle tefekkür-ü imani olan en yüksek irşad çığırını açmıştır. Bizzat kendi beyanları ile ve İmam-ı Rabbani (RA) Hazretlerinin de işaretiyle: “Ehil olanlara velayet-i kübra feyizlerini ifaza etmektedir. “Yani: Asr-ı Saadetten in’ikas ile Kur’ani irşadda en ulvi bir inkişaf ve inkilab, asrın şiddet-i ihtiyacına binaen ihsan edilmiştir.

Âzami takva ve nastan istiğnanın müntehasındadır.

Gençliğinin en heyecanlı devresinde İstanbul’da bulunmuş: “On sene İstanbul’da gezdim; bir tek kadına bakmadım.” sözünün ifade ettiği bir takva-yı azamın sahibidir. Şiddetli merakla bu noktada kendisini imtihan eden ehl-i ilim arkadaşlarının şehadetiyle sabittir.

İstiğnası da harika:

Bedîüzzamân bu arada çok cazip ve dünyâda O’ndan başka belki de kimsenin red edemeyeceği bir teklif alır. Bu teklifi kendisine hiçbir vârisi olmayan Saîd Halîm Paşa yapmıştır. İstanbul’da olan ve etrafı ile İstanbul’un en şâşalı güzellikleri ile meşhur olan yalısını teklif etmiştir. Bu yalı, Saîd Halîm Paşa Yalısı’dır. Paşa Bediîüzzamân’ı sevmiş ve O’na “Gel bu yalıyı sana vereyim burada ilmî çalışmalarını yap.” demiştir..

“Bu arada Bediüzzaman’ın fikirlerini çok beğenen ve yaptığı hizmetleri yakından takip eden Sadrazam Saîd Halîm Paşa, Yeniköy’deki yalısını çok büyük arazisi ile beraber ona vermek istemişti. Bediüzzaman bu köşkte hem ilmi çalışmalarına devam edebilir, hem de çok sıkıntılı ve yorucu geçen hayatının bundan sonraki kısmını rahatça geçirebilirdi.”

Bedîüzzaman ilk teklifi aldığında hemen red etmemiş, düşünmesi gerektiğini söylemiştir. Aradan zaman geçmiş ve Paşa Bedîüzzamân’a adam göndermiş. “Karârını versin, benim işim var.” diyerek Bedîüzzamân’ın kararını vermesini beklediğini söylemiş. Fakat Bediüzzaman, hizmetindeki ihlasa zarar gelmemesi için II.Abdülhamid’in teklifini reddettiği gibi, Saîd Halîm Paşa’nın teklifini de reddetti.

Çamlıca’daki dinlenme günlerinde Kosturma (Kostroma)’da filizlenen ve dünyanın fani yüzünü gösteren tefekkür yeniden başlamıştı. İstanbul’daki siyaset de onu bunaltmıştı. Yeni bir ruhi uyanışın sancılarını yaşayan Bediüzzaman, sık sık Beykoz’daki Yuşa Tepesi’ne çıkarak tefekküre dalıyor ve dünyayla olan bağlarını tamamen koparmaya çalışıyordu.”

Bedîüzzamân bir gece dahâ müsâade istemiş ve o gece istihâre yapmış. Devâmını kendisinden dinleyelim:

“Bundan yirmi beş sene kadar evvel İstanbul Boğazındaki Yûşa Tepesinde, dünyânın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyâya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: “Yarına kadar beni bırakınız; istihâre edeyim. Sabahleyin kalbime bu iki levha hutûr etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübârek hâtıranın hâtırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhâfaza edildi.

Beni dünyâya çağırma, / Ona geldim fenâ gördüm.
Demâ gaflet hicâb oldu, / Ve nûr-i Hak nihân gördüm.
Bütün eşyâ-yı mevcûdât / Birer fâni muzır gördüm.
Vücud desen, onu giydim, / Âh, ademdi, çok belâ gördüm.
Hayat desen onu tattım / Azap-ender azap gördüm.
Ömür ayn-ı heva oldu, / Kemal ayn-ı heba gördüm.
Akıl ayn-i ikàb oldu, / Bekàyı bir belâ gördüm.
Amel ayn-i riya oldu, / Emel ayn-ı elem gördüm.
Visâl nefs-i zevâl oldu, / Devâyı ayn-ı dâ gördüm.
Bu envar zulümât oldu, / Bu ahbâbı yetim gördüm.
Bu savtlar na‘y-i mevt oldu, / Bu ahyâyı mevât gördüm.
Ulûm evhâma kalb oldu, / Hikemde bin sakam gördüm.
Lezzet ayn-i elem oldu, / Vücutta bin adem gördüm.
Habîb desen onu buldum, / Âh, firâkta çok elem gördüm. ”

İşte Bedîüzzamân bu mısralarla muhataplarına karşılık vermiştir.

Bu istiğna hadiselerinin hepsini sıralamamız mümkün değil; bir iki örnekle iktifa edeceğiz. Zaten Tereke hakimi de vefatında bütün maddi varlığını beş yüz küsur lira olarak tesbit etmiştir.

Dava adamının sıdkının en mühim bir miyarı da, onu harekete getiren ve ömrünce mücahedesinde azminin saiki olan vak’a ve nesne, Bediüzaman’da harikulade bir hamiyet, şecaat ve gayret-i imaniyedir:

Zalim emperyalizmanın sözcüsü olarak Lord Gürzon’un: “Bu Kur’an Türklerin elinde kaldıkça
biz onlara hakiki hakim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız.. ya bu Kur’anı sukut ettirmeliyiz, veya Türkleri ondan soğutmalıyız.”

İşte bu gazete haberi, Hz Bediüzzamanın fıtratında mevcud hamiyet ve şecaat-ı imaniyeyi, tarifin fevkinde galeyana getirmiş: “Ben Kur’anın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu dünyaya isbat edeceğim.” demiş ve bütün ömründe bu saikle çalışmış ve çalıştırmış ve milletimizin ve ümmet-i İslamın bugünkü teyakkuzunda en mühim bir amil olmuş ve olacaktır.

İngilizlerin İstanbul’u işgali esnasında onların münafıkane, kandırıcı siyasetinden,hayatını yüzde yüz tehlikeye atarak hocaları ve milleti kurtarıcı mücahedatı, şiddetli şecaatkar makaleleri Ankara’nın dikkatini çekmiş; hatta bu arada Sultan adına Kuva-yı Milliye’nin aleyhinde çıkarılan yalan fetva taktiğine karşı: “Sultanımız şimdi esirdir; hükmü mualleldir. Kuva-yı Milliye meşrudur. Cihad farz-ı ayndır.” buyurarak musib fetvayı vermiş; Kuva-yı Milliye’yi desteklenmiştir.

Ankara, Mustafa Kemal 19 defa şifre ile Ankara’ya davet etmiştir. Buna mukabil; “Burada ateş hattında mücahede etmek daha çok hoşuma gidiyor.” diyerek icabet etmemişti.
Ondokuzuncu defasında istişare sünnettir, diye bir talebesiyle istişare etmiştir. O zat: “Efendim yeni bir devlet teşekkül etmek üzeredir. Sizin gibi zatların bulunması gayet maslahattır.” demesiyle Ankara’nın davetine icabet etmiş; on maddelik bir beyanname neşretmiştir.

Fakat o esnada 19. asır materyalizminin tesiri ve dünyaperestlik fikrinin meclis üzerinde de hakim olmaya başladığını görerek; -M.Kemal’ın, mebus maaşı 30 lira, reis-i cumhurun resmiyetteki maaşı 70 lira iken- Hazret-i Bediüzzaman’a 300 lira maaş, Şark umumi vaizliği, ömür boyu mebusluk, boğazda istediği yerde, kâşânelerde oturmak gibi teklifleri de bırakarak.. hatta trene binip gideceği zaman M.Kemal’in trene kadar gelerek: “Hocam bizi bırakıp gitme; beraber çalışalım.” diye ısrarlarına rağmen: “Ben ahiretime çalışacağım.” diyerek Van’a avdet etmiştir. Aslında o esnada son varis-i Peygamberî, İkicihan Serverinin: “Ben o Süfyan’ın zamanında gelseydim; en asude bir yere çekilir, Kur’andan iman bürhanlarını istihrac eder, Süfyan’a (materyalizme ve zihniyetine) onunla mukabele ederdim.” hadis-i şerifinden mesajını almıştır.

“Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Onu takviye ile sıhhat bulabilir.” buyurarak tarihi vazifesine; “cihad-ı manevi”sine azimet etmiştir.

Bu arada Şark’ta Ankara’nın dine karşı tavrından rahatsız olarak bazı hareketler vukua gelmekteydi.

Mesela Osmanlı Paşalarından Kör Hüseyin Paşa; Üstadımız tasavvurundaki, din ilimleriyle fen ilimlerini mezcederek ders verecek bir üniversitenin mukaddematı olarak talebeleriyle yaptığı ders esnasında Kör Hüseyin Paşa, bir istişare için ziyaretine gelerek Hazret-i Üstad Bediüzzaman’dan Ankara’yla harb etmek için fetva istemiştir. Geldiğinde büyük bir torba altın getirmiş.

Hazret-i Üstad: “Nedir bu!” diyor.

Kör Hüseyin Paşa: “Zekatımdır hocam.”

Bediüzzaman: “Senin çevrende fakir köy yok mu! Sen şeriat bilmez misin! Oradan buraya zekat gelir mi! Al paranı!” buyuruyor.

Kör Hüseyin Paşa: “Şu yanındakileri çıkar da seninle mahrem bir mes’ele görüşeceğim.” der.

Bediüzzaman: “Bunlar benim vücudumun azaları gibidir; burada yabancı yok. Söyle ne söyleyeceksen.”

Kör Hüseyin Paşa: “Ben Mustafa Kemal’la harb edeceğim”

Bediüzzaman: “Mustafa Kemal’ın askeri kim!”

Kör Hüseyin Paşa: “Ne bileyim ben işte askerdir.”

Bediüzzaman: “Ahmed’i Mehmed’le, Hasan’ı Hüseyin’le çarpıştıramazsın. İzin yok.”

Kör Hüseyin Paşa: “Seyda, benim yüzümü kara ettin. Ben şimdi ellibin atlıya ne yüzle bakacağım!”

Bediüzzaman: “Git dünyada halk nazarında yüzün kara olsun. Mahşerde Hak huzurunda yüzün kara olmasın.” buyurur. O imanlı zat vazgeçip dönüp gitmiştir.

Bilahare Şeyh Said’in yardım istemesine mukabil: “Türk milleti asırlardır İslam’ın bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiştir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Milleti irşad ve tenvir lazımdır.” buyurmuşlardır.

Cumhuriyet’in başında zalim emperyalizmanın baskısı ve materyalizm taunun tesiriyle dine karşı tarihte emsali olmayan devlet terörü estirildiği devrede; gerek materyalist felsefeye gerek bütün şiddetiyle kendilerine tatbik edilen istibdad-ı mutlaka karşı ilmî ve manevi mücahedatına en imkansız şartlar altında devam etmiş, “İslamiyet selm ve müsalemettir; dahilde niza ve husumet istemez.” kaziyesini mutlak derecede imtisal ederek asla menfi harekete tevessül etmemiş, izin vermemiş, şiddetle menetmiştir.

Şark’tan sebepsiz zulmen batıya, tam (kuş uçmaz kervan geçmez) tabirine mâsadak, dağlar arasında bir köyde gurbet hayatına mahkum edildiği halde, hatta sonradan yirmi kere zehirleme, yirmi sekiz sene sürgün gibi tarihte emsali olmayan zulümlere,kader-i İlahi cihetine bakarak bu en ağır şartlar altında ilmî ve manevi mücahesine sarılmış, şefkatin en münteha noktasında Alem-i İslam’ın ve beşeriyetin ebedi hayat ve saadetleri hesabına her müşkilata göğüs germiştir. Bu şartlar adeta rahmet-i İlahiye’nin, rêfet-i Rabbaniye’nin tecelliyatına medar olarak ezeli-ebedi muc’ize olan Kur’anın manevi muc’izesi ve azam mertebede ayinedarı olarak ilim ve fen asrının Kur’andan dersi olan Risale-i Nur’lar zulmen nefyedildiği o dağ köyü gurbetinde beşeriyetin ufkuna, Asr-ı Saadetin bir in’ikası olan bir tecelli olarak güneş gibi doğmasına medar olmuştur. Risale-i Nur’lar; ilim ve fen asrının dersi olarak, Kur’anın ilim ve hikmet nuruyla açılımı olarak sünühatın en azami mertebesinde olarak, zalim emperyalizmanın materyalizm afyonuyla zehirlemeye çalıştığı beşeriyetin imdadına, şiddet-i ihtiyaca binaen ilmi ve manevi dersleriyle Kur’ani bir hidayet nuru olarak ihsan edilmiştir.

Evet.. Hadis-i Şerifte: “Ahirzamanda silah kılıç yerine, hak ve hakikatın bürhanları, düşmanları mağlup edip dağıtacak.” buyrulmuştur.

Şimdi bütün dünyada seksen lisan üzerinde intişar etmekte, İslam ve insaniyetin imdadına yetişmektedir.

Risale-i Nur ile gelen Kur’ani irşadda Asr-ı Saadetten sonraki en büyük inkılabı şu cümle ifade ediyor: “Kainat mescidi kebirinde Kur’an kainatı okuyor.” Bu muazzam keşif ve hakikatı bu ilim ve fen asrı zemininde Risale-i Nur keşfetmiş Kur’an kainatı isim ve sıfat-ı mutlaka-i ilahiye üzerinden nasıl okuduğunu bize ders vererek irşadda en büyük Kur’ani inkılabı keşfetmiştir. Sahabenin velayeti olan velayet-i kübrayı, ehil olanlara ifaza eder buyruluyor.

Vesselam.

Mühim bir not: Asrın manevi cihad erlerine Hazret-i Bediüzzaman’ın vasiyet hükmünde ve şahıslarında taklidi mümkün olmayan bir mertebede imtisal ettikleri iki beyanları:

BEN BU EHL-İ DALALETİ BİR CİHETTE İKTİSADIMLA MAĞLUBETTİM!

Peki “Bu dehşetli zamanda.. şeytani plan, proje, entrikalar zamanında manevi cihad erlerinden, bu yüzden mağlubiyete uğrıyanlar var mıdır!” desek:

“İKTİSAD EDEMİYEN DECCALIN DAMINA (tuzağına) DÜŞER”

VESSELAMÜ ALA MENİTTEBEAL HÜDA.

Bazı naseza ve cihad-ı maneviye-i diniye cihetinde zamanın nezaketini nazara alamıyarak, bu dehşetli entrikalı zamanda İslam ve insan aleminin iki cihan saadeti için, Rahmet semasının vediası olan varis-i Peygamberi’ye, asrın mahza Kur’ani iman ve hakikat-ı İslamiye dersi muallimine atfedilmeğe çalışılan naseza ilişmelere binaen, Kur’anın bu asra dersinden ibretli ve dikkate davet eden bir paragraf:

Bu hizmet-i kudsiyenin kerameti üç nevidir:

Birinci nev’i: O hizmeti ihzar etmek ve hâdim lerini o hizmete sevketmek cihetidir.

İkinci kısım: Manileri bertaraf etmek ve muzırların şerrini def’edip, onları tokatlamaktır.

Bu iki kısmın hâdiseleri çoktur, hem çok uzundur.

{(*): Meselâ: Halk Partisi, Nur talebelerine verdikleri azab ve sıkıntı ve ihanetlerden, kendileri dünyada daha ziyade cezasını çektiler, aynını gördüler.}

Üçüncü kısım şudur ki: Hizmette hâlisen çalışanlara fütur geldiği vakit, şefkatli bir tokat yerler, intibaha gelerek yine o hizmete girerler. Bu kısmın hâdisatı, yüzden fazladır. Yalnız yirmi hâdiseden onüç ondördü şefkatli tokat yemişler, altı yedisi zecr tokatı görmüşler.

EYÜP EKMEKÇİ – Nurdan Haber

Sende yorum yazabilirsin