Eğitimde Akla ve İradeye Kapı Açmak
Şu gözlem ve hükmümde yanılıyor muyum? Jakoben ögelerle bezenmiş, temeli benimsetme ve şartlandırma kültürüne dayalı bu eğitimle, farklılığı zenginlik gören esnek zihin yapısına sahip insanlar yetiştiremiyoruz. Gençlerimiz alıştırıldığından farklı bir söz veya düşünceyi duyduklarında, kişiliklerine saldırılmışçasına şiddetli ve otomatik tepkiler vermektedir. Bu bataklık, özlediğimiz diyalog zemininin oluşmasını engellemekte; kutuplaşmanın, farklılığa tahammülsüzlüğün kaynağını oluşturmaktadır. Çünkü okulda kendilerine öğretilenler öylesine kişiliklerinin bir parçası haline gelmektedir ki ileriki yaşlarında bile farklı görüşlerle karşılaşmaları, onlarda adeta egzistansiyel bir krize neden olmaktadır.
Geçmişe şöyle bir baktığımızda dünya yüzünde sosyal kesimler arasında en fazla çatışma bulunan toplumlardan birisi olduğumuz hükmüne varabiliriz. “Senden yana ve bana karşı” türü mukabil cephelere kolayca ayrılabiliyoruz. Partilerimizdeki muhalefet anlayışı, alternatif çözüm üretme üzerine değil, iktidarların her ak dediğine kara demek olan “çürütmeci” yaklaşımdan ibaret kalmaktadır. Tüm bunlar çok açık bir şekilde okullarda eğitimin yaygın bir şekilde “şartlanmaya dayalı” öğrenme yöntemini esas haline getirmiş olmasıyla açıklanabilir.
Her kişi ve görüşe hayat hakkı vermekten, yani özgürlükleri genişletmekten korkmamızın sebebi de budur. Kalite ve liyakat kriterlerini esas haline getiremeyişimizin de… “Belli doğruları” tekrarlayarak ve “öcü edebiyatı” ile şuur altına yerleştirilen korkularla insanımız şartlandırılmaktadır.
“Öğrenmeye” değil “öğretmeye” yani “öyle değil, şöyle ol” anlayışına dayanan bu eğitim anlayışı, ülke etrafına demir bir kemer bağlayarak, herkesi aynı tip elbise giymeye zorlamaktadır. Yakın bir geçmişte tüm bunların olumsuzluklarını iliklerimize kadarı yaşadık ve tekrar yaşamanın potansiyeli bulunmaktadır.
Çünkü eğitim bu şartlar için gerekli zihnî alt yapıyı oluşturup durmaktadır. Bütün “çağdaşlık”, “akılcılık” ve “aydınlanmacılık” iddialarına rağmen bu eğitim tarzı, insanlarımızda skolastik bir zihniyeti besleyip büyüten bir zemin oluşturmaktadır.
Neden böyle bir zemin oluşturmaktadır? Çünkü insanımız bu eğitimle tek ve mutlak “doğru-iyi-güzel”lerin sadece kendisininkiler olduğuna ve bunun mümkün olduğunca yayılmasının şart olduğuna inandırılmaktadır. Yığınların bu kafa yapısı devam ettikçe (mevcut eğitim anlayışını değiştirmedikçe) ülkemiz insanının rahat yüzü bulması zordur. Bölünmeler, kırılmalar ülkemizin en hassas noktası olmaya devam edecektir.
İşte farkında olmadığımız bütün iyi teşebbüsleri baltalayıp duran “asıl tehlikeye” ve engele dikkat çekilmesi gerekmektedir.
Ülkemizde şimdiye kadar kurulan tuzaklar ve oyunlar çeşitli toplum kesimlerini karşı karşıya getirmeye yönelik oldu. Peki neden insanımız bu oyuna kolayca gelebilmektedir? Neden toplumumuz hiç de layık olmadığı halde ön yargılı, tabularla hareket edenler hale geldi? Şimdi hep birlikte ülkenin en hayati eğitim probleminin analizine ve gerçekle yüzleşmeye var mıyız?
Bu tarz eğitimle gelen diğer olumsuzlukları da yazarak asıl konuya geçelim.
İnsanımız hep cevabı belli soruları öğrendiğinden cevapları belli olmayan gerçek hayat problemlerin çözememekte, dolayısıyla problem çözme kabiliyeti düşüklüğü içinde kalmaktadır.
Mesela eğitim alanında kaynak-gerçek problemin görülemeyişi bunlardan birisidir. Bilimle kalkınmaya geçemeyişimiz de bunlardan bir diğeridir.
Gerçek problemleri ve resmin bütünü gören bir zihin yapısı oluşmayınca bu eğitimin cenderesinden geçen insanımız, doğru kural koyma ve uygulama becerisi yetmezliği içinde kalmaktadır. Konulan kuralların dejenere olmasını, toplumun neredeyse tamamında kurallara uymamayı bir alışkanlık haline getirilmesinin kaynağını başka yerde aramayalım.
Sonuç olarak kişilerin, oluşan bilgi tabanlarının üzerine alttakilerle bağlantılı yeni bilgiler inşa edememesi, sonuçta, sadece “şeylerin adını bilen” ama bunları uygulayamayan beceriksiz tiplerin ortaya çıkması ile sonuçlanmaktadır. Bu eğitim, ferdîleşmeye önem vermeyen ve güven telkin etmeyen eğitim tarzının adı olduğundan, yanlışlıklar ve haksızlıklar karşısında sessiz, suskun ve haklarını savunamayan ve dolayısıyla sürekli ezilen ve aldatılan bir toplum ortaya çıkmaktadır.
Toplum, halkın kendisinin değil, başkalarının kurallarının yönettiği bir toplum haline gelmesi ve çoğulcu değil, çoğunlukçu demokrasinin hâkimiyet kurmasını da iyi tahlil etmeliyiz, bilginin kullanılması ve üretilmesine değil, cevabı belli sorular ve tek doğrular üzerine kurulu eğitim; idaresi kolay, inisiyatif kullanmaktan ve muhakeme etmekten mahrum, itaatkar bireyler haline getirmektedir.
Şimdi tüm bu olumsuzluklardan sorumlu “şartlanmaya dayalı öğrenme” şeklinde tezahür eden eğitimi analiz ederek sonuçlarını daha yakından görmeye çalışalım.
Şartlanmaya Dayalı (Tepkisel) Öğrenmenin Bilimsel Temeli
Örneğin ayı yavrusu alttan kızdırılan bir sac üzerine zorla çıkarılıyor ve her an havada inmeyi bekleyen, gerektiğinde de inen kırbaç darbeleriyle bulunduğu yerden ayrılması önleniyor. Sacın sıcaklığı hayvanın pençelerini yakar, hayvan da arka ayakları üzerinde dikilerek kıpırdanabileceği daracık alanda daha serin bir yer bulmaya çabalar, bu çabası da kendisini seyredenler üzerinde bir oyun izlenimi uyandırır. Sonunda ayının sac levhadan inmesine izin verilir, çabasını ödüllendirmek için de kendisine nefis bir yiyecek sunulur. Bu egzersizler yeteri kadar tekrarlanır, derken iş o duruma vardırılır ki, hayvan terbiyecisi daha kırbacı havaya kaldırıp nefis yiyeceği gösterir göstermez ayı oynamaya başlar. Bundan böyle kızgın saca gerek kalmaz. Şartlı refleks yoluyla hayvan o düzeye getirilir ki, kendisini işkenceyle yetiştirmiş terbiyecisinin belli bir işaretini alır almaz oynamaya başlar. Böylece, yavru ayı oyun oynayan ayıya dönüştürülür ve seyircilerin karşısına çıkarılıp onları eğlendirmeye hazır duruma getirilir.
Eğitimin en ilkel biçimi, hayvan eğitimi uygulamalı psikoloji ve şartlanmadan başka bir şey değildir. İnsan zihnî fonksiyonlarının henüz gelişmediği bebeklik döneminde daha ziyade şartlanmaya dayalı (reflekse dayalı) öğrenme ile gelişmeye başlar. Çocuk dünyaya geldiğinde temel ihtiyaçlarını (emme, tutma) ihtiyari olarak değil, refleksif olarak yerine getiriyor. Sonra insiyaki hareketler, daha sonra otomatik hale gelmiş itiyatlar (alışkanlıklar) sonra telkinli hareketler ve nihayet iradi şuurlu hareketler…
Tüm bu hareket (davranış) çeşitleri bir çekirdeğin etrafına sarılır gibi, reflekse dayalı hareketlerin etrafına çocuk büyüdükçe sarılıyor. Tüm bunların hedefi, insanın hareketlerini iradi ve şuurlu bir noktaya taşımak olmalıdır. Şuurlu çabalar veya deneyimlerle edindiğimiz bilgi ve becerileri şartlanmayla pekiştiririz
Kendisinden isteneni yapması durumunda bir ödül, bir haz sağlanması; itaatsizlik durumunda ise cezalandırılması, yani bir elemle karşısına çıkılması sonucu çocuğun kendisinden beklenen eğitsel ve ahlaksal davranışları gerçekleştireceği çok önceleri biliniyor ve uygulanıyordu. Aradığı hazza kavuşmak ya da karşısına çıkarılabilecek cezanın eleminden kaçmak isteyen çocuk, eğitsel buyurulara uyuyor ve pek çok kez talim ettikten sonra kendisinden beklenen davranışları otomatik olarak gerçekleştirmeye başlıyordu.
Ülkemizdeki Eğitim Gerçeği
Eğitim adına yapılanları daha yakından analiz edebilir ve insanımızın nasıl “şartlandırıldığına” daha yakından bakabiliriz. Bir takım gerçekler ve “şey”lerin adı öğretiliyor; sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirilip ölçüyoruz. Okullarımızda, özellikle hazırlık kurslarında eğitim adına yapılanlar, adeta düşünmeden ve zahiri bir kaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırmaktan başka bir şey değildir. Bu yetiştirilme tarzını tahlil ettiğimizde şartlı refleks stratejisinin ağırlık kazandığını görmek zor olmasa gerek. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, beynin şartlandırmaya açıklığından yararlanılmaktadır.
Öğrenci bazen zorlanarak, bazen motive edilerek öğrenmek istenilenleri hafızasına depolamaya yönlendirilir. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi (örneğin fen derslerinde sıkça başvurulan örnek problem çözümü) yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, aslında beynin şartlanmaya açıklığından yararlanır.
Her ne kadar öğrencilerdeki genel inanç, sosyal bilimlerin ezbere çok yatkın olduğu yönünde olsa da tekrara dayalı öğrenmenin de en yoğun olduğu alan fen bilimleri ve uygulamalı bilimlerdir. Orada aynı kategoriye ait problemler defalarca çözülerek artık o gruptan başka bir şey önümüze çıkma ihtimali kalmayıncaya kadar tekrarlatılır. Ortaya aslında bir nevi zihinsel travma- zihne kazınma olayı- yani şartlandırma çıkmaktadır. Bir eğitimcinin şu itirafını hatırlayalım: “Bir problemin öğretmen tarafından çözülmesi ve benzerlerinin öğrenciler tarafından çözülmesi, problem çözme değil, ezberin ta kendisidir. Bu yolla yüzbinlerce problem çözseniz de kazancınız problem çözme becerisinin geliştirilmesi değil; müfredatta bulunan problemlerin çözüm yollarının ezberlenmesi ve bu ezberin pekiştirilmesidir”
Eğitim diye yaptıklarımızı bu şekilde özetleyebiliriz. Her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretiliyor, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda bir “şartlandırılmaya” tabi tutuluyor. İlgilendiği şeyleri sorgulayan ve sorgusunu o şeyin özüne ermeden sonlandırmayan “çocuk aklı”nın merakı şu veya bu nedenlerle engelleniyor sürekli. Dolayısıyla çocuğun dehası daha işin başında öldürülerek, şartlanmaya zemin hazır edilmektedir.
Nasıl Şartlandırılıyoruz?
Sınavlar ve işlenen dersler boyunca, öğretilenler eksiksiz geri istenir. Öğrenci ne kadar aktarılanı geri verirse o kadar becerikli ve başarılıdır. Yani başarı kriteri bu olur. Öğrenci bu durumda “ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma!” ve “Sorma, düşünme, itaat et!” gibi anlayışları benimsemeye başlar. Söylediklerimiz değil, davranışlarımızın daha etkili olduğunu düşünürsek, örneğin sınavlarda uygulanan gözetim sisteminin oluşturduğu “kalıcı etkiye” bakarsak, öğrenciler “güvenilmez” oldukları yolunda şartlandırılmaktadır. Hatta tek tip giyim, boy sırası ve hep bir ağızdan şarkı ve marş söyleme gibi uygulamalarla tek tipçi anlayış beslenmekte ve farklılığın kötü olduğu telkin edilmektedir. Bu telkinlerin ne kadar etkili ve kalıcı olduğunu tepkisel davranışlarımız ve oluşan tabular göstermektedir.
Şartlanma yolu ile öğrendiklerimizi sorgulamamız mümkün değildir. Zihnimiz şekillenmiş daha doğrusu formatlanmıştır. Sonuçta mevcut bilgilerimizin yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inanmak güç, hatta imkansız hale gelmektedir. Kısacası mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci ezbere, taklide, tekrara dayanıyorsa öğrendiklerimizi “şartlanma yoluyla” elde etmeye başlamışız demektir.
“Klasik şartlı öğrenme” yönteminde, önce uyaran vardır ve organizma ona tepki gösterir. Önce tepki yapılır ve sonra tepkinin doğurduğu uyarıcı gelir. Sebep-sonuç ilişkileri sorgulanmadan, hatta fark edilmeden kurulmuşsa o zaman kaçınılmaz bir şekilde şartlı öğrenmenin içindeyiz demektir. Çünkü Pavlov’a göre şartlı öğrenme, düşüncelerin ilişkilendirilmesine değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. Eğer bilgi, tutum ve davranışlar düşünce ile ilişkilendirilmeden, nedeni bilinmeden ve sorgulanmadan öğrenilmişse ortaya tepkisel öğrenme çıkar.
Bilgi Odak Haline Gelince…
Bir kere daha vurgulayalım ki ülkemizde eğitimi “anlama ve kavrama” sürecinden çıkarıp (ya da düşük seviyede tutarak) tekrarı ve ezberi esas haline getirmekle “şartlı öğrenme” metodunu ikame etmiş olmaktayız.
Şartlandırma: En ilkel öğrenme biçimi! Hayvanlara bir davranış kazandırmada kullanılan metot!. Peki nasıl olmuş da hayvanlara davranış kazandırma yöntemi ülkemizde temel öğrenme metodu haline gelmiş ve eğitimde baş köşeye oturmuş bulunuyor?
“Bilgili insan” yetiştirmek ve sınavlara hazırlanmak eğitimde hedef haline gelince bilginin kullanılması ve üretilmesi önemsenmeyince, yeni alternatif bakış açıları talep edilmeyince “tek doğru budur” mantığı ister istemez hakim hale gelmektedir. “Doğruları/bilgileri öğretme” üzerine bina edilen eğitim yapısı insanımızın gözüne birer at gözlüğü takmaktadır.
Bir kere daha dikkatleri bu noktaya çekelim ki, çocuklara öğretilenler, sorgulanmaya, düzeltilmeye ve derinleştirilmeye açık birer “bilgi” olarak değil de adeta iman edilmesi gereken ilâhî hakikatler olarak sunulmaktadır. Bilginin bu şekilde tekrarlanması ve önemsenmesi onu kutsallaştırmaktadır. Konunun bir başka boyutu ise bilginin öne çıkarılması, beceri ve uygulama boyutunun ihmal edilmesi ile öğrenci okulunu bitirdiği halde gerçek hayatı ve mesleğini öğrenememesidir.
Zorba Tipler
Tekrara dayalı belletmenin temel özelliği dayatmacı niteliğe sahip zorbalık eğilimleri yüksek fert yetiştirmesidir. Kuşku duymadan, sorgulama yapmadan okuduğu her metne, söylenen her söze, ileri sürülen her düşünceye inanması istenen öğrencinin hür düşünmeyi ve düşünce üretmeyi öğrenmesi mümkün olamamaktadır
Bu yapının doğal sonucu başka düşünce ve hayat tarzlarına hayat hakkı tanımak istemeyen zorba fert tipleri ortaya çıkacaktır. Birbirine tahammülsüz kutuplaşmış toplum grupları böyle bir eğitim yapısının ürünüdür. Bu ortamda “uzlaşmaz” ve ”tek doğrulu” fanatikler her kesimde egemen hale gelir.
İşe Nereden Başlamalı?
Hulasa çocuklara, doğal öğrenme eğilimlerine (örneğin oyun) aykırı ve baskıcı, aşırı zorlamaya dayalı yöntemlerle, ardışık tekrarlatmalar yoluyla belleğe nakşetmek şeklindeki eğitim, onların zihnini köleleştirmeden öte bir işe yaramamaktadır. Elbette ki insan kendisine kalsa ne yapacağını ya da ne yapmak istemediğini bilir. İnsan kendi varoluşunu oluşturan iradeye sahiptir çünkü. Yaratan, insanı diğerlerinden farklı olarak ona seçme özgürlüğü vermiş ve onu öğrenme programı ile teçhiz etmiştir. Doğru ve yararlı seçimler yapmak bizim elimizde. Eğitimde kazanmamız gerekenler, hayatımızda asıl önemli olanları görebilmek, empoze edilenleri anlayabilmek için farkındalık düzeyimizi artırmaktır.
Programlanmış bir şekilde hareket eden Allah’ın bir çok varlığı bulunmaktadır. İnsan nev’i varlığını, temel cevherini hürriyet özelliğine borçludur. O yüzden hürriyete ve tercih hakkına saygı, insan nev’inin varlığına saygıdır. Şartlanmaya dayalı eğitim, hürriyeti yok edip insanları robotlaştırma gayretleridir ve insanlık cevherine saldırıdır; fıtrata saygısızlıktır.
İnsanı robottan ve hayvandan ayıran en önemli bir özelliği, yaptıklarının anlam ve hikmetini bilmesidir. Eğer bildiğimiz her şeyin mümkün olduğunca şuuruna varamıyorsak, yani “açıklaya- biliyor” değilsek şartlanmanın tuzağına düşmüşüz demektir. Bu yüzden her öğrendiğimizi; neyi, niçin öğrendiğimizi, hayattaki karşılığını, ne işe yaradığını ve hikmetini öğrenmek zorundayız.
Prof. Dr. Osman Çakmak