GAYRET ETMELİ

Ben küçükken, bizim 37 ekran, küçük bir televizyonumuz vardı. O küçük ekranlı televizyonda çıkan filmleri oturur kardeşimle beraber pürdikkat izlerdik. İzlediğimiz ne olursa olsun üzerimizde mutlaka etkisini hissederdik.

“Battal Gazi” seyrettiğimizde heyecana gelirdik. Filmin sonunda intikamını alan Battal Gazi’nin “Bu Anam için! Bu Babam için! Bu da tüm Müslümanlar için!” diyerek vurduğu kılıç darbeleriyle yerimizde duramaz ve Bizans kralını burçlarda aşağı atmasıyla heyecanımız doruğa ulaşırdı.  Akşam babamız eve geldiğinde, Battal Gazi’yi seyrettiğimizi ve filmden geçen heyecanlı aksiyon sahnelerini anlatır, çok heyecanlandığımızı söylerdik. Babam da bize; “Bu da bir şey mi?! Bu filmleri biz zamanında sinemada seyrettik. Dediğiniz sahneler gelince, sinemada filmi seyredenler heyecana gelirdi. “Bu Anam için! Bu Babam için! Bu da tüm Müslümanlar için!” diyerek vurduğu kılıç darbeleriyle filmi izleyenler galeyana gelir, bazısı hızını alamaz oturduğu ahşap sandalyeyi yere vurup kırardı. Bizans kralını burçlardan aşağı atması ile de alkış kıyamet kopardı.” Diyerek bize ne kadar heyecanlandıklarını anlatırdı. Filmin sonunda bende de kardeşimde de oluşan his “keşke Battal Gazi zamanında yaşasaydık.” hissi olurdu.

“Çağrı” filmini seyrettik, Peygamber Efendimiz zamanında yaşamış olmayı cân-ı gönülden arzu ettik. Keşke dedik.

“Diriliş Ertuğrul” dizisini seyrediyoruz. Bu diziyi de seyrederken yine Ertuğrul Gazi zamanında yaşamış olmayı, Osmanlı’nın temellerinde hissedar olmayı istedik. Yine keşke dedik.

“Payitaht Abdulhamid” dizisini, Sultan II. Abdulhamid’e tekrar ve tekrar hayran kalarak ve içimizdeki Osmanlı sevgisini artırarak seyrediyoruz. Her bölümün sonunda: “Ah keşke Sultan Abdulhamid Hân zamanında yaşasaydık, onun en küçük neferi olup, yalnız bırakmasaydık; Osmanlı’yı ayakta tutma çabasında sadakatle yanında olsaydık” diyerek yine keşke diyoruz. Değil mi?

Şu kadarını söyleyeyim ki; bundan 100 yıl sonra, bugünümüzü anlatan güzel bir film yapılsa, o filmi o gün izleyenlerde de bugünümüz de yaşamış olmayı isteme hissi ve isteği oluşacağından hiç şüphem yok.

Ben çok sonraları fark ettim ki: bu keşkeleri diyerek kendimizi avutuyor; yapmamız gerekenleri, bu hissin verdiği hafiflikle yapmıyoruz. O zamanda yaşasaydık yapardık, diyoruz. Sanki bu zamanda yapılacak hizmetler yokmuş gibi, Hak ile bâtıl arasındaki savaş sadece o zamanlarda olmuş ve bitmiş gibi zannediyoruz. Hak ile bâtılın savaşı bitmedi, halen devam ediyor. Hem de en şiddetli şekli ile devam ediyor. Ama bizler üzerimize düşen bir vazife yokmuş gibi olduğumuz yerde sayıyoruz. Olduğumuz yerde saymakla da aslında mağlup oluyoruz. Zira bâtıl durmuyor, çalışıyor. İşte bu savaşın, bu mücadelenin halen sürdüğünü bu keşkeleri diyerek kapıldığımız hafiflik ve bu hafifliğin verdiği rahatlıkla görmüyor ve Hak yolunda çalışmamız gerektiği hissine kapılmıyor, dâvamızın derdine düşmüyoruz.

Bekir DEVELİ abinin sunduğu, Siyer Vakfı 3. Alemlere Rahmet Uluslararası Kısa Film Yarışması Gala ve Ödül Töreninde anlattığı güzel bir kıssa var. Anlatmak istediğime muvafık düştüğü için aktarmak istiyorum. Şöyle anlatıyor Bekir DEVELİ abi: “Ne güzel, güzel dert sahibi olmak. Dert denince hep insanın aklına negatif şeyler gelir. Oysa ecdat; yolda, sokakta karşılaştıklarında musâfaha eder, selamlaşır, hâl hatır ettikten sonra birbirlerine “Rabbim derdini arttırsın” diye dua ederler. Onlarda “âmin” diye mukabele ederler, sarılır, öyle ayrılırlarmış. Hepsi bir dertle.

İşte bu dert sahibi büyüklerin gayretli çalışmaları ile ecdat ayakta kaldı, şanlı tarihimizi yazdı. Bu kıssayı dinlediğimde, kendi kendime “dâvamı ne kadar dert ediniyorum” diye sordum.

“İbadetlerimizi yerine getirdikten sonra vazifelerimizin bittiğini sanırsak, iman iddiasından utanmamız icap eder”[1] diyor Necip Fazıl KISAKÜREK. Yani, elhamdülillah ben Müslümanım diyen herkes bir dâva sahibidir, dâva adamıdır. Dâva ehli bilinçli bir Müslüman olarak, şöyle bir durup, dâvamızı ne kadar dert edindiğimizi, ya da dâvamızın hayatımızdaki önceliklerimiz arasında kaçıncı sırada olduğunu şöyle bir düşünelim.

İslam’a hizmet etme gayesinde olan, çok sevdiğim, ihlâslı bir hizmet ehlinin şöyle dediğini hatırlıyorum: “ben uyumadan önce, yarın nasıl bir hizmet ederim diye düşünüyor, bunun hayalini kuruyorum.” Dâvasını sahiplenmiş ve dâvasını hayatının gayesi olarak gören bir dâva ehlinin söyleyebileceği bir söz, değil mi? Uyumadan önce kaçımız öyle düşünüyor, bu minvalde hayal kuruyor, bu yolda planlamalar yapıyor? Bizler aş, eş, iş hayali kurarken; araba, ev, arsa hayalleri ile meşgulken, dâva sahibi kişiler öyle hayaller kurup, böyle düşünüyorlar…

Üstad Bediüzzaman “Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında hâkim-i mutlak olacak, yalnız hakikat-i İslâmiyettir.”[2] Diyerek bizlere istikbalde İslâmiyet’in hâkim olacağını ve buna ilişkin emareler bulunduğunu bildiriyor. Üstad Hazretleri bu ifadesinin devamında da İslâmiyet’in hâkim olmasının önünde duran manileri sıralıyor. Sıraladığı manilerden birini de bizlere “atâleti intaç eden yeis” olarak bildiriyor. Yani, bir yönü ile belirttiğim, keşke diyerek kendimizi avutup, tembellik ettiğimiz meseleler…

Üstad Bediüzzaman başka bir ifadesinde: “En bedbaht, en muztarip, en sıkıntılı, işsiz adamdır. Zira, atâlet ademin biraderzadesidir. Sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır.”[3] Tıpkı suda olduğu gibi: Durgun suda hastalık olur, içilmez; akan, hareketli suda sıhhat vardır. Durduğumuz zaman, aynen durgun suda hastalık ve bakteri ürediği gibi bizde de vicdanen, kalben ve ruhen kirlenme başlar ve vicdanen, kalben ve ruhen hastalanmaya başlarız. Durgunluğumuz sürdüğü sürece de bu hastalık gittikçe yayılır ve artar.

Bu dâvanın derdinde olmaz, tembellik eder çalışmazsak sıkıntımız ve mesuliyetimiz de büyük olur. Buna ilişkin bir hadis var. Peygamber Efendimiz buyuruyor: “Bana hayat bahşeden Allah’a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez.”[4]

“Sabrın mükâfâtı zaferdir; atâletin mücâzâtı sefalettir; sa’yin sevabı servettir; sebatın mükâfâtı galebedir.”[5] Üstad Bediüzzamanın bu ifadelerinden aldığımız dersten anladığım kadarıyla; sabırla, kararlıkla ve gayretle çalışırsak galip geleceğimizi, yani İslâmiyet’in hâkim olacağını anlıyoruz.

Netice-i kelâm:

Kendimizi avutmaktan, tembellik etmekten vazgeçip, üzerimizdeki ataleti atıp, gayret etmeli, dert edinmeli, elimizden gelenin en iyisini yaprak çalışmalı, koşmalı, koşturmalı, terlemeli dâvamız uğrunda ara vermeden, durmadan çalışmalı, emek vermeliyiz. Okumalı, tefekkür etmeli, okuduğunu doğru idrak etmeli ve idrak ettiğimizi hayata tatbik etmeliyiz.

“Ben kimim ki, benim elimde ne gelir? Ben günahkâr bir kulum, dine hizmet edecek liyakatte değilim,” diyerek şeytanın vesvesesine sakın ha kapılmayalım. Zira, Allah’ın günahsız kulları sadece Peygamberleridir. Ve yeteneklerimize göre mutlaka yapacak, elimizden gelecek küçük te olsa bir hizmet mutlaka vardır. Cenâb-ı Hak, bizleri hizmet edebileceğimiz bir zamanda, hizmet edebileceğimiz yetenekleri vererek yaratmış.

Rabbim bizlere İ’LÂY-I KELİMETULLAH dâvası uğrunda ve yolunda azimle, şevkle, aşkla, ihlâsla, sebatkar bir dâva ehli olarak çalışmayı ve son nefesimizi bu yolda vererek şehid olmayı nasip etsin.

Selâm, dua ve muhabbetle…

 

Halil İbrahim DEDE

14/09/2017 – Çorlu

E-Posta: halilibrahimdede@outlook.com

facebook.com/dedehalilibrahim

 

[1] İmân ve Aksiyon Syf.15

[2] Risale-i Nur Külliyatı | Muhakemat

[3] Risale-i Nur Külliyatı | Mektubat | Hakikat Çekirdekleri

[4] Ebû Dâvûd, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Hanbel, V, 388

[5] Risale-i Nur Külliyatı | Mektubat | Hakikat Çekirdekleri

Sende yorum yazabilirsin