Hayatın Merkezinde Sünnet Olmalı

Dinî konulardaki kafa karışıklığımızın en önemli sebebi olarak Hadis ile ilişkilerimizin zayıflamış olmasını görmek zorundayız. Çünkü biz Hadisten uzaklaştıkça, ihtilâflarımızı çözecek olan hakemden uzaklaşıyoruz; bunun sonucu olarak da ihtilâflardan kurtulma ümidimiz gittikçe zayıflıyor.

Bu tesbitimize Kur’ân ile karşı çıkmak isteyenler hiç zahmet buyurmasınlar: Sadece Kur’ân’a yönelmek suretiyle problemlerimizi çözmek mümkün olsaydı, şu anda dünyanın en problemsiz toplumu olurduk. Oysa en içinden çıkılmaz ihtilâfları Kur’ân bayrağı altında çıkarmıyor muyuz? Kur’ân’ı güya hayatın merkezine alma iddiaları rağbet görmeye başladıktan sonra dinî konulardaki fikir kargaşasında belirgin bir artış yaşandı mı, yaşanmadı mı?

Bu manzaranın müsebbibi Kur’ân olamayacağına göre, bizim Kur’ân’a yaklaşma tarzımızda bir hatâ olup olmadığını iyice düşünüp tartmak zorundayız. Kur’ân’ı hayatın merkezine almakta da yanlış birşey olamaz; fakat Kur’ân’ı hayatımızın merkezine aldığımızı zannederken birşeylerin yanlış gittiği ortadadır.

***

Hiç sözü uzatmadan söyleyelim:

Hatâ, Kur’ân’ı çıplak olarak hayatın merkezine almaya teşebbüs edişimizdedir. Oysa Kur’ân bize bu şekilde değil, onu açıklamakla görevli bir Peygamberle birlikte gönderilmiştir. Bizim genetik kodlarımız nasıl hücre içinde bir hücre çekirdeğiyle çevrelenmişse, dünya ve âhiret hayatımızın genetik kodlarını barındıran Kur’ân da, hayatımızın merkezine Hadisle çevrelenmiş olarak yerleşmelidir. Böyle yapmazsak ne olur?

Önce “Ne olmaz?”dan başlayalım: Bazılarımızın zannettiği gibi Kur’ân’ı gerçek rengiyle görmüş olmayız.

“Ne olur”a gelince: Kur’ân’ı kendi fikirlerimizin, peşin hükümlerimizin, arzularımızın, heveslerimizin rengiyle görürüz. Çünkü hayatımızın tam ortasına almış olsak bile, Kur’ân’ı bunlar çevreler ve biz bunların arkasından bakarak Kur’ân’ı okumaya çalışırız. Başka bir deyişle, Kur’ân’ı bize Peygamberimiz değil, heveslerimiz öğretmiş olur.

Bu çıkmazdan kurtulmanın tek çaresi, hayatın merkezine Sünneti almaktır. Böylelikle Kur’ân’ı gerçekten hayatımızın merkezine almış oluruz; çünkü Sünnetin merkezinde yer alan şey Kur’ân’dan başkası değildir.

***

Bu noktada yükselecek olan itirazları görmemek imkânsızdır:

“Peki, ama bize Sünnet olarak intikal eden şeyin sahih olup olmadığından nasıl emin olacağız?”

Bu sorunun da cevabı zor değildir; evham ve vesveselerle bunu zor hale getiren biziz:

Bugüne kadar bu ümmet Peygamberinin mirasından nasıl emin olduysa, biz de öylece emin oluruz, bu kadar basit! Yoksa, on dört asırdır bütün bir ümmetin uyuduğunu ve bu dünyaya ayak basan ilk uyanıkların kendileri olduğunu düşünenler, gerçekte, kendilerini gelecek nesillerin alay konusu yapmış olurlar.

Peygamberimizden bize intikal eden hadislere birtakım şüpheli, hattâ uydurma rivayetlerin de karışmış olduğu bir gerçektir; buna kimse itiraz edecek değildir. Fakat onun kadar gerçek olan bir başka şey de, sahih olan hadislerin sahih olmayandan objektif ölçülerle ayrılmış olduğudur. Hadis uyduranlar uydurmakla meşgul iken, hadisleri derleyenler de armut toplamamış, Peygamber mirasını gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde aktarmanın usullerini belirlemiş ve bu usulleri titizlikle bütün rivayetlere uygulamışlardır.

Bugün Hadisi bütünüyle zan olarak ilân edip şüphe altında bırakanların bilmedikleri yahut bilmez göründükleri şey, hadis ilimlerinin de ayrı bir disiplin teşkil ettiği ve bu konuda herkesin gelişigüzel ahkâm kesemeyeceği gerçeğidir. Fakat kalp rahatsızlığımız için bevliye uzmanına gitmeyi hiçbir zaman aklından geçirmeyen bizler, bundan daha vahîm bir hatâyı din konusunda yapıyor ve Peygamber mirasını, velev ilâhiyatçı bile olsa bu sahanın uzmanı olmayan — veya uzmanı görünse de eğitimi başka türlü telâkkilerle yoğurulmuş ve Hadis’e karşı ön yargılarla şekillenmiş — bir kısım insanların uluorta iddialarına kurban verebiliyoruz.

***

Kur’ân veya Hadis söz konusu olduğunda hemen hatırlamamız gereken iki husus vardır.

Birincisi: Kur’ân’ın gerçek mânâda müfessiri sadece Kur’ân ve Hadistir; bizim tefsir olarak adlandırmaya alıştığımız şey ise, aslında tevildir. Tevil yorumdur; tefsirde ise kesinlik vardır. Hadisin Kur’ân’ı tefsirinde eğer kesinlik olmasaydı, Hz. Peygambere verilen Kur’ân’ı açıklama görevi (bk. Nahl, 16:44, 64) hâşâ asılsız bir iddia olarak kalırdı.

İkincisi: Sünnete bizzat Kur’ân tarafından verilen bir isim de “Hikmet”tir. Birçok âyette Resulullahın bize “Kitap ile Hikmeti öğrettiği” hatırlatılır.[1] Sünnetin Kur’ân’da bu sıfatla anılması ve bunun defalarca tekrarlanması da elbette bir “hikmete” mebnîdir. Yüce Allah, böyle yapmakla bize Peygamberimizden intikal eden mirasta şüphe, tereddüt, abesiyet, hatâ, mânâsızlık gibi şeylerin bulunmayacağını tekrar tekrar hatırlatmıştır. Onun için, eğer bir mü’minin hayatında tam merkeze oturmaya lâyık olan birşey varsa, o da baştan sona hikmetten ve Kur’ân’ın hakikî tefsirinden ibaret olan Sünnettir, Hadistir.

Bu gerçeğin ihmali halinde hikmetten de, Kur’ân’dan da uzaklaşmış olacağımıza dair şahit olarak ise, bugünkü fotoğrafımızdan başka pek az şeye ihtiyaç vardır.

Ümit Şimşek

[1] Bkz. Bakara, 2:129, 151, 231; Âl-i İmrân, 3:164; Nisâ, 4:113; Cum’a, 62:2.

Sende yorum yazabilirsin