Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?

İnsanların iyi ve ideal insan olma yolunda muvaffak olabilmeleri için, Cenab-ı Hak (c.c) dinleri ve peygamberleri göndermiştir. Peygamberler, kendilerine gönderilen Kitap, Suhuf ve vahiyler yardımıyla, insanlara bu görevlerini hatırlatmakla vazifelidirler. Bunlar, kendilerine inanan ve tabi olan herkese de iman hakikatlerini vermekle beraber ilim ve tevazuu da tavsiye etmişlerdir.

İnsanlık toplumunda eğitim, Hz. Adem (a.s) ile başlamış ve kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin çok hikmetlerinden birisi de, eğitim ile kendisini yetiştirmesidir. Kazanılan ilim sayesinde insan, dünya ve ahirete yönelik işlerini ve ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Zira insanlar, diğer hayvanlardan farklı olarak, hayatını nasıl yaşayacağını bilmeden ve her şeyden habersiz olarak dünyaya gelmektedir. Buna karşılık, ihtiyaçları da o nispette sonsuz denecek kadar çoktur. İşte insanlar, ihtiyaç hissettikleri şeyleri elde etmek için eğitim olgusuna eğilmektedirler.

İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan ilmi çalışmalar olduğu gibi, temel olmayan ihtiyaçlar için de ilmi çalışmalar yapılmaktadır. Fizikten Astronomiye, Gıda biliminden Kimya ilmine, Ziraat ilminden Tıp derslerine, İnşaat bilgilerinden Deniz ürünleri konularına, İşletmecilik alanlarından Mühendislik alanlarına, İlahiyat vadilerinden Yöneticilik kıyılarına, Matematik bölümlerinden Psikoloji ilmine… binlerce alanda ciddi ve ince çalışma ve buluşlar gerçekleştirilmektedir.

Sayılan tüm bu ilimlerin, insanları Allah’a (c.c) ulaştırması gerekir. Çünkü bütün ilimlerin ulaştığı son nokta, İlahi isimlerdir. Mesela, Tıp ilmi “Şafi” ismine, mühendislik bilimleri “Mukaddir” ismine, Matematik ilmi “Muhsi” ismine, Felsefe ise “Hakim” ismine v.s tüm ilimlerin insanı ulaştıracağı nihai doruk, Esma-i ilahiyedir. İlimlere böyle yaklaşan, bu şekilde okumaya çalışan ve bu niyetle tahsil eden kişiler, yaratılışın sırrını yakalar ve hakiki insan olurlar. Çünkü ilimleri, Allah’ı (c.c) anlama sanatı olan marifetullah’a merdiven ve basamak yapanlar, Kur’anın istediği ve tarif ettiği “iyi ve ideal insan” olur. Fakat sadece ilim tahsil eden ve bilimsellikten maneviyata geçemeyenler, “iyi bilim adamı” olur. Böyle insanlar, sahip oldukları ilmi, hakiki anlamda okuyamadıklarından, istenilen sonuca ulaşamazlar.

İnsanların iyi ve ideal insan olma yolunda muvaffak olabilmeleri için, Cenab-ı Hak (c.c) dinleri ve peygamberleri göndermiştir. Peygamberler, kendilerine gönderilen Kitap, Suhuf ve vahiyler yardımıyla, insanlara bu görevlerini hatırlatmakla vazifelidirler. Bunlar, kendilerine inanan ve tabi olan herkese de iman hakikatlerini vermekle beraber ilim ve tevazuu da tavsiye etmişlerdir.

Özellikle Kur’an-ı Kerim’in ilk emrinin “Oku” olması (Alâk suresi, 1), okumanın ve ilim sahibi olmanın İslam içerisindeki yerini ortaya koyar. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer suresi, 9) ayetiyle, ilim sahibi olanların diğer insanlardan farklı olduğu vurgulanır. “Sakın ha cahillerden olma” (En’âm suresi, 35) ayetinde, cahilliğin dünyevi ve uhrevi bir yük olacağı hatırlatılır. “Kulları içerisinde Allah’tan (c.c) ancak âlimler korkar” (Fâtır suresi, 28), ayetinde ise Allah’ı sevmenin ve O’ndan korkmanın tek yolu, Allah’ı bilme ilmi olduğu bildirilir. “Allah (c.c), içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir” (Mücadele suresi, 15) ayeti ise Allah (c.c) katında da insanlar katında da yücelmek isteyenlerin ilme sarılması gerektiği vurgulanır. İşte bu gibi ayetler, eğitimin ve ilim tahsil etmenin İslam dini içerisindeki yerini ve önemini gösterir.

Peygamber efendimizin ( a.s.m ); “İlim öğrenmek kadın, erkek her Müslüman’a farzdır” (Keşfu’l-Hafâ, I. 138; Feyzu’l-Kadir, I. 542) hadis-i şerifi, ilim öğrenmenin farz olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. “Hikmet ve ilim müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır.” (Tirmizî, İlim, 19.) ifadesinde ise, ilmin Müslümanların hakiki malı olduğu hatırlatılır. “İlim Çin’de dahi olsa arayınız ve bulunuz”( Acluni, Keşf’ü-l Hafa, I. 138) hadisi de ilmi tahsil etmenin zorluğu, bizi yolumuzdan çevirmemesi gerektiği vurgulanır. “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin”sözünde, ilmi tahsil etmenin sonunun olamayacağı ders verilir. “Alimin mürekkebi, şehidin kanından eftaldir“, (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1:6), hadisi, alimin sarf ettiği mürekkebin değerini ortaya koymaktadır. “Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yurdundan) çıkarsa geri dönünceye kadar Allah (c.c) yolundadır” (Tirmizî, İlm, 2) hadisi ise, ilim tahsil etmek için yola çıkmanın hem cihad, hem de ibadet olduğu bildirilir. “Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir” (Keşfü’l Hafâ, H. No: 751) hadisi, alimlerin yüksek makamını gösterir. “Dünyayı isteyen ilme sarılsın, ahireti isteyen ilme sarılsın. Her ikisini isteyen yine ilme sarılsın.” hadisinde de dünya ve ahiret saadetinin anahtarının ilim olduğu görülmektedir. İlim, amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında “İslâmiyet’le ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir” demek mümkündür.

Bu ayet ve Hadisler, ilmin faziletini, değerini ve önemini açıkça göstermektedir. Fakat bu ayet ve hadislerde bahsedilen ilim, tevazu ve edeb ile boyanan, hayat bulan ve ruhlanan ilimdir. Yoksa edebden ve tevazudan mahrum bir ilim, ruhsuz bir cesede veya susuz kalmış bir bitkiye benzer. Çünkü tevazu, ilmin gereğidir ve neticesidir. İnsan, hakikatlere ne kadar aşina olursa ve ne kadar nüfuz ederse, o kadar kibirden ve büyüklenmekten uzaklaşır. Çünkü, insan bu sayede kainatın büyüklüğünü ve kainatın yaratıcısının azametini daha iyi anlar. Kendisinin aczini ve zayıflığını daha güzel okur. Allah’ın (c.c) kendisine bahşettiği  güzelliklerden dolayı, büyüklenmenin aksine şükür ve hamdini artırır.

Şayet tahsil ettiği ilim, onu bu istenilen sonuca ulaştıramamışsa, o zaman o ilim, Yunus Emre’nin:

İlim ilim bilmektir.

İlim kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsen.

O nice okumaktır.” dörtlüsünde ifade ettiği gibi eksiktir. Çünkü tahsil edilen ilim, insana kendisinin ve diğer varlıkların mahiyetini bildirmelidir. Allah’ın (c.c) büyüklüğünü ve insanın küçüklüğünü hissettirmelidir. Böylece vazife başında ciddi ve vakur, şahsi yaşayışında ise mütevazı ve alçakgönüllü olacaktır. Büyüklenenlere karşı izzetle ve zayıflara karşı da tevazu ile karşılık verecektir. Hangi makam ve mevkide olursa olsun, Allah’ın (c.c) kulu olduğunu unutmayacaktır.

Allah (c.c), bu özellikleri taşıyanları, yüceltir. Peygamber Efendimiz (a.s.m) “Her kim Allah (c.c) için mütevazi olursa, Allah da (c.c) onun derecesini yükseltir” (Müslim Bir ve’s Sıla, 69), “Cenab-ı Hak (c.c), bana, mütevazi olmanızı vahyetti” (Riyazu’s -Salihin, II, 37) buyurmuşlardır. Ve bu tevazu anlayışını tüm hayatında da yaşayarak göstermiştir.

Mesela, bir gün kendilerine bir adam getirilir. Gelen kişi, korkudan titremeye başlar. Bunu gören Allah Resulü (a.s.m)“Sakin ol! Ben bir melik değil, Kureyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum” (Gazalî, İhyâu Ulûmi’d-din, Kahire, 1954, II, 483, 484) buyurmuştur.

Resulullah (a.s.m), bir gün sahabelerine su dağıtırken, uzak diyardan bir atlı gelir ve “bu kavmin efendisi kimdir?”diye seslenir. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (a.s.m) “Milletin efendisi onlara hizmet edendir” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463) buyurur. Bu ifade ile, hem kendisinin o muhitin efendisi olduğunu hem de tüm asırlara ve insanlara milletin efendisi olmanın yolunun onlara hizmet olduğunu da mütevazi bir şekilde canlı bir ders verir.

Hz. Lokman’ın oğluna yaptığı tavsiyelerden birisi de şöyle idi: “Kibirlenip insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde çalımla yürüme; çünkü Allah (c.c) kurulup öğünenlerin hiç birini sevmez” (Lokman suresi, 18)

Bundan da anlaşılıyor ki, tevazu sahibi olmak hem dinin emridir hem de insan haysiyetine yakışan bir tutumdur. Çünkü, büyüklerimiz “Cehalet insana cesaret verir, bilgi ise tevazu katar” demekle, kibirlenmenin sebebinin cahillik, tevazunun nedeninin ise ilim olduğuna dikkat çekmişlerdir. Hz. Ali (r.a) ise; “Bana bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olurum” diyerek, öğrencilerin, eğitimcilere nasıl bir hissiyatla bağlanmaları gerektiğini vurgulamıştır. Demek, asıl büyüklük çok bilmekle değil, bildiğini yaşayabilmek ve bilgisini başkalarına tahakküm sebebi yapmamakla kazanılır. Öyleyse, bir adamın gerçekten büyük olup olmadığı, onun alçak gönüllülüğünden anlaşılabilir.

İlim sahiplerinin kendi ilimlerine katkı sağlayabilmeleri için, yine tevazu içerisinde olmaları şarttır. Çünkü, kendisine güveni olan ve yeterli ilme sahip olduğunu zanneden bir kişi, başkalarına tenezzül etmez. Böyle insanların gelişmeleri de, burada noktalanmış olur. Bu konu ile ilgili Japonların anlattıkları şu olay, çok manidardır:

Bir zamanlar, Japonya’da ünlü bir din adamı varmış. Bu din adamına bir gün bir bilgin misafir gelir. Bu bilgin, kendisine güvenen biriymiş. Durmadan konuşup, din adamının konuşmasına meydan vermez. Din adamı da bir taraftan bu bilgini sabırla dinlerken, bir taraftan da ona çay doldurur. Çay fincanı çoktan dolduğu halde, din adamı hala doldurmaya devam eder. Bunu gören bilgin hemen “efendim, çay taştı” der. Din adamı “Oh! Bu çay fincanı çoktan doldu. O zaman daha fazla doldurulmaz” diye cevap verir. Zeki olan bilgin, onun vermek istediği mesajı alır ve konuşmayı keser. Bundan sonra din adamı, ona nasihat ve dersler verir. O da çok istifade ederek ayrılır.

İlmin insanı edeplendirdiği konusunda, tarihimizden şu muhteşem tablo temaşaya ve ibret alınmaya layık bir örnektir:

İmamlar imamı Ebu Hanife hazretleri bir gün camide vaaz verirken, yanına bir kadın yaklaşır. Kadın yanında getirdiği yarısı sarı yarısı kırmızı bir elma ile bir bıçağı, imamın yanına bırakır ve geri çekilir. Bir feraset timsali olan o koca imam, elmayı bıçakla ortadan kesip, içini kadına gösterdikten sonra kadına verir. Kadın elma ve bıçağı aldıktan sonra, gider. Bu hadisenin en anlama geldiğini soran cemaate büyük imam şöyle cevap verir: “Kadın bana bir tarafı kırmızı diğer tarafı sarı olan elmayı getirerek, kırmızı kanda mı yoksa sarı kanda mı hayızdan temizleneceğini sormak istedi. Ben de elmayı ikiye bölüp ona beyaz olan iç kısmını göstererek ancak akıntı beyazlaştığında temiz olabileceğini söylemek istedim.”

İşte bu gibi ibret tabloları, İslam dininin insanlara ilim, edeb ve takvayı ne ölçüde kazandırdığının mükemmel ve muhteşem bir göstergesidir.

Abdullah Soydinç

www.zaferbilimarastirma.com

 

Sende yorum yazabilirsin