Hocalık Vazifesi
Çok yakın bir arkadaşım telefonla arayıp: “Sevgili hocam!.” diyor. “Kadınlara uygulanan şiddeti biliyorsun. Eşlerinden dayak yiyip duruyor zavallılar. Bu durumu gözler önüne sermek ve şiddeti biraz olsun azaltmak amacıyla, yoğun bir çalışma içine girdik. Bu arada ülkenin her yerine, bir çok afiş asmaya karar verdik.” Masum kızcağızları, bazen birkaç kuruş başlık parası verip ailesinin yanından ayıran, en zor ve en mukaddes görev olan ‘çocuk yetiştirme işi’ yetmezmiş gibi, onları boğaz tokluğuna çalıştıran, üstelik de azarlayıp dövmek gibi bir cinayet işleyen zâlimlere duyduğum nefret yüzünden, kendisini tebrik ediyorum tabi ki.
Bu arkadaşım, grafik sanatçısı. İsmi de Murat. Bürosu da evime çok yakın bir yerde. Sohbet sırasında bir istekte bulunup:

Afişe bir kez daha bakıyorum: Seçilen kadın tipi, çok başarılı. Gerçekten de orijinal bir çalışma ama, anlaşılan Murat Bey, dayak yiyen bir hanıma hiç rastlamamış. Bir komşumuzda, bu duruma sık sık şahit olduğumuzdan, edindiğim tecrübeyi ona aktarmam lazım. Bu yüzden de sekreterden bir kağıt alıp, eksik kalan hususları belirtiyorum. Afişteki espri, benim satırlarıma da yansıyor elbet. Şaka yollu bir üslupla şunları yazıyorum:
“Değerli kardeşim. Çok güzel bir kadın tipi seçmişsin. Bu bakımdan seni tebrik ederim. Fakat toplum tarafından takdir edilmek ve dikkati çekmek için, kadının gözünü iyice morartmalı, hatta birkaç dişini kırmalısın. Bu taktirde çalışman, herkese örnek olur. Sevgilerimle… Cüneyd Suavi.”
Yazıyı hemen bir zarfa koyuyor ve sekretere vererek, Murat Bey’e iletmek istiyorum. Ama öğle tatiline girildiğinden, sekreter de ayrılmış masasından. “Nasıl olsa yolumun üzeri.” diyerek, tekrar gelmek niyetiyle dışarı çıkıyorum. Akşam üstü evime döndüğümde, eşim karşılıyor beni kapıda.
“Biraz önce aklıma geldi.” diyor. “Necati’nin düğünü bu geceydi. Nasıl unuttuk onu? Üstelik de bir hediye bile almadık.” Çarşı-pazar gezme işi, âdeta işkence gibi geliyor bana. Bu yüzden de kararlı bir tavırla: “Ben bu işte yokum hanım.” diyorum. “Bir yüz dolar verdik mi, bu iş hallolur. Zaten Anadolu’da ‘para takma’ işi yaygın değil mi?” Hanımın da aklı yatıyor buna. Boyun büküyor hemen. O akşam düğüne gittiğimizde, Necati’yi hararetle tebrik ediyor ve eşimin evden ayrılmadan önce bir zarf içine koyduğu yüz doları, sessizce tutuşturuyorum eline. Necati, benim hem akrabam hem de hayranım. Yazdığım her kitabı, âdeta ezberlemiş. Sağ olsun, çok fazla değer verir bana. Üç-dört gün sonra, Murat Bey’in bürosuna bir daha uğruyorum. Ama yok ortalarda. Belli ki hâlâ yarışıp duruyor. Daha önce yazmış olduğum notu, sekretere verip çıkıyorum bürodan, görevimi yapmanın mutluluğuyla. Arkadaşım Murat Bey, akşam üstü telefonla arayıp: “Muhterem hocam!.”diyor. ”Bu gün gelmişsiniz ama görüşemedik. İşler öyle yoğun ki. Bir teşekkür etmek için aradım sizi. Yaptığımız çalışmaya, çok değerli bir bağışta bulunmuşsunuz. Sizin gibi herkes yüz dolar verse, bu iş çok kolaylaşır, kadınlar da dövülmekten biraz olsun kurtulur.” Bu işte bir yanlışlık var mutlaka. Biraz düşündükten sora: “Muratçığım!.” diyorum. “Canım kardeşim. Bu yüz dolar nereden çıktı yahu?” “Sekretere bıraktığınız zarftan çıktı tabi ki hocam.” diyor. “Allah sizden bin kere razı olsun.” Bir anda ter basıyor vücudumu. Sanki ölecek gibi oluyorum. “Necâti’nin zarfı Murat Bey’e gitmişse, Murat Bey’in zarfı da, Necati’ye gitmiştir elbette.” diyerek. Âcilen Necâti’yi arayarak: “Necaticim!.” diyorum. “Düğünde verdiğim zarfı açtın mı?” “Nasıl açmam sevgili hocam?” diyor. “Açtım tabi ki. En kıymetli hediyeyi o akşam siz verdiniz. Eşim için yazdığınız her öneriyi, emin olun ‘harfiyyen’ uyguladım. Kendisini daha önceden tanırdınız. Nişanlıyken biraz şımarıyordu. Fakat şimdi görseniz, süt dökmüş kedi gibi oturuyor. Zaten dün de afişlerde rastladım: ‘Yapıştırın gözünün tam üstüne!.’ yazıyordu.”
Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi