İlahi ikaz,  tabii afetler…

Mehmet Abidin Kartal

Kainatta başıboş hiçbir hadise yoktur, küçük ve büyük her hadise ya doğrudan doğruya veya dolaylı olarak insanla alakalıdır. Çünkü insan bu kainatın meyvesidir. Nasıl bir ağaç bütün varlığıyla meyveye müteveccih ise, kainat da bütün unsurlarıyla insana, insanın hayatına yönelmiştir. Dolayısıyla insanın fiil ve hareketleriyle kainatın unsurları arasında sıkı bir ilişki vardır. Bu ilişki sadece maddi olmayıp aynı zamanda manevidir. Kainattaki unsurların insanın yaşayışıyla, onun manevi halleriyle yakından alâkalı olduğunu Kur’ân-ı Kerim işaret etmektedir. İsyan eden Firavun kavminin helaki üzerine sema ve yerin ağlamadığını ifade eden ayet, muhalif manasıyla, inanan ve itaat edenlerin ölmeleriyle sema ve yerin mahzun olup ağladıklarını ifade etmektedir. (Duhan Suresi: 31.)

Tabii afetler (kuraklık, sel felâketi, yangın, deprem, v.s.) insanlığın başına her devirde gelmiştir. Geçmiş kavimlerden bazılarının şiddetli kuraklıkla helak olduklarını bir gerçektir.

Âd Kavmi, Yemen’de Hadramut civarında Ahkâf adındaki bölgede yaşıyordu. Allah bu kavme yeşil vadiler, bereketli topraklar, hayvanlar ve nesiller ihsan etmişti. Uzun boylu, iri yapılı ve güçlü olan bu insanlar, işlek yolların kenarlarına sağlam binalar ve muhteşem saraylar yapmışlar ve kendilerini tamamen sefahat ve eğlenceye vermişlerdi. Zenginliğin verdiği şımarıklıkla fakir-fukaraya eziyet ediyor, komşu kabileleri zulümleri altında inletiyorlardı. Kendilerine bunca nimet veren Allah’a şükretmek yerine, cansız putlara tapıyorlardı.

“Sizi uyarmak için, aranızdan bir adam vasıtasıyla, size Rabbinizden bir ihtar geldiğine hayret mi ediyorsunuz? Düşünün ki Allah, sizi, Nuh Kavminden sonra halifeler yaptı ve yaratılışça size, onlardan ziyade boy ve güç verdi. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın, umulur ki kurtulursunuz.”

Allah’ın lütfettiği nimetler için nankörlük değil, itaat ve teşekkür istiyor. Bu gerçeği bilen ve gereğini yapanların akıbetleri biliniyor: Onun rızası ve cennet. Ya inkâr ve isyan edenler? Onları da dehşetli bir azap bekliyor. Kimini dünya sonrası hayatında, kimini de bu hayatında. İşte Âd Kavmi daha dünya hayatındayken azabı hak edenlerden.

Bu kavme peygamber olarak gelen Hûd (as), Allah’ın onlara bahşettiği nimetleri hatırlatıyor, iman etmelerini, zulüm ve hayâsızlığı bırakmalarını istiyordu. Fakat kavminin bu davete aldırış ettiği yoktu. Üstelik alay ve eğlenceye alıyorlardı. Hûd (as) kimi zaman da onları Allah’ın azabıyla uyararak, “Doğrusu sizin hakkınızda muazzam bir günün azabından endişe ediyorum” (Şuara Suresi: 135.) yaklaşmakta olan dünya ve ahiret azabını hatırlatıyordu. Kâfirler ise, Hûd (as) getirdiği dinin uydurmadan başka bir şey olmadığını iddia ediyor, bir azabın gelmeyeceğini söyleyerek meydan okuyorlardı. Kavminin bu inkârcılığı Hûd (as) son derece çok üzmekteydi.

Nihayet Cenab-ı Hak, bereketli yağmurlarını kesti. Bağlar, bahçeler kurumaya, hayvanlar telef olmaya ve nesilleri kesilmeye başladı. İnsanların kuru rüzgârdan dudakları çatlıyor, boğazları kuruyordu.

Hûd Aleyhisselâm bu fırsattan istifade ile onları doğru yola davet ediyor, dehşetli bir azabın yaklaşmakta olduğunu sürekli hatırlatıyordu.”Ey kavmim, Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra Ona tevbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket (yağmur) insin. Ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi (neslinizi) çoğaltsın. Günahlarınızda ısrar edip de imandan yüz çevirmeyin.” (Hud Suresi: 52.) Fakat küfür ehli, başlarına gelen musibetten ibret almak bir tarafa, daha da hırçınlaşmıştı. Peygamberi şiddetle inkâr ediyor ve “Sen bizi mabutlarımızdan çevirmek için mi geldin? Eğer bu tehditlerin doğru ise, bize vaat ettiğin azabı getir de görelim.” (Ahkâf Suresi: 22.) diyorlardı. Bir taraftan da onu öldürmek için tuzak kuruyorlardı.

Hûd (as), bitmez tükenmez seneler boyunca uğraştığı kavminden artık ümidini kesmişti. Önü kesilmiş, yapacak bir şeyi kalmamıştı. Artık helak olmalarını beklemekten başka çaresi yoktu. Onlara şöyle karşılık verdi: “İsteyip durduğunuz azabın gelmesini bekleyin bakalım. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” (A’raf Suresi: 71.)

Hûd (as) azabın ne zaman geleceği vahyedilmiş, müşriklerin helak olup müminlerin kurtulacağı müjdelenmişti. Bir kış günü fecirden sonra kendine tabi olanları topladı. Müşriklerin ileri gelenleri de o civardaydı.

Çok geçmeden ufukta siyah bir bulut belirdi. Susuzluktan kıvranan Âd Kavminin ileri gelenleri, bulutu görünce yağmur yağacak diye sevinçten yerlerinde duramıyorlardı. Hûd (as)ın ise rengi atmıştı. Az sonra bu müşrik kavmin başına gelecekleri düşünüyordu. Birdenbire korkunç bir sesle bütün vadiyi kaplayan bir fırtına başladı. Şiddeti ve soğukluğu inanılmaz boyuttaki bu rüzgârın adı, Kur’ân lisanıyla “sarsar”dı. (Hâkka Suresi: 6.)

Sarsar, Âd Kavmini saman çöpü gibi havaya savuruyordu. Kimisi havaya savrulmamak için kalın ağaçlara, köklü kayalara sarılıyor; kimisi de sağlamlığı ile övündükleri saraylarına sığınıyorlardı. Ama kayalarla, ağaçlarla, sığındıkları yapılarla birlikte havaya savrulmaktan kurtulamıyorlardı.

Ansızın gelen bu fırtına, ağız ve burun deliklerinden giriyor, bağırsaklarını ve iç organlarını boşaltarak dışarı çıkıyordu. O süslü saraylar, bağlar ve bahçeler de sahipleri gibi harabeye dönmüş, yok olup gitmişlerdi.

Topluca bulundukları yerden bu olayı seyreden Hz. Hûd ve ashabı ise, kurtuldukları için Allah’a hamd ediyorlardı. Hûd (as), 4000 civarındaki müminle birlikte hicret ederek Mekke civarına yerleşti.

Yüce kitabımız Kur’an’da: “İnsanların ellerinin kazandığı (günahlar) yüzünden, karada ve denizde fesad çıktı ki (Allah), yaptıklarının bir kısmını(n cezâsını), kendilerine (dünyada) tattırsın; tâ ki (kötülüklerden) dönsünler.” (Rum Suresi, 41. ayet) buyrularak insanların elleriyle işledikleri günahlar sebebiyle dünyada kendilerine karadan ve denizden bazı azaplar tattırılacağına işaret edilmiştir. Tabii afetlerle insanlar bu azapları tatmaktadırlar.

 

Tabii afetlere bakışımız nasıl olmalı?

    Şu dünyanın ve içindeki her şeyin mükemmel yaratılışı, her sene üzerindeki canlıların yenilenmesi, hatta en basit görünen bir sinek kanadının dahi mucizeli yaratılışı, o sanatların ezeli sanatkârı olan Allah’ın varlığını gösterdiği gibi her şeyin onun kudret ve iradesi tarafından kuşatılmış olduğunu da gösteriyor. Kur’an’da, bir tek yaprağın ağaçtan düşmesinin dahi onun bilgisi dâhilinde olduğu bildirilmektedir. Bir yaprak bir sinek dahi onun bilgisi, iradesi dışına çıkamıyorsa koca yer kabuğu, yeryüzünün halifesi olan insanlar aleyhine, onun irade ve izni olmaksızın hareket etmesi mümkün değildir.

    Allah(c.c) hikmetinin bir gereği olarak, dünyada görünen fennî kanunları ve sebepleri kendi icraatlarını gizleyen birer perde yapmıştır. Zelzeleyi, depremi dilediği vakit, bazen de magma tabakasındaki bir madeni veya bir fay hattını harekete geçirir.

    Depremler yer kabuğundaki böyle inkılap ve hareketlerle olsa da, yine Allah’ın emri ve hikmetiyle olur; başka olamaz. Meselâ: Bir adam bir tüfek ile birisini vursa. Vuran adama hiç bakılmasa, yalnız fişekteki barutun ateş almasına bakılsa, ne kadar ahmaklık ve divanelik olur. Aynen bunun gibi, Allah’ın emriyle uzayda gezen bir gemisi olan yeryüzünün içine adeta önceden yerleştirdiği bir bombayı, gaflete düşen veya yoldan çıkan insanları uyandırmak için patlatmak yine Allah’ın emriyle olabilir. Tüfeği görüp, tetiği çeken eli görmemek nasıl bir akılsızlıksa, fay hattını veya yer kabuğunun hareketlerini görüp onları harekete geçiren kudret elini görmemek de öyle büyük bir akılsızlıktır.

    Zulüm, günah ve ahlâksızlığın fazlalaştığı zamanlarda depremlerin olması,  yağmurların azalması, kuraklığın baş göstermesi, sel felâketlerinin olması veya diğer felâketlerin meydana gelmesi, kâinatı bizim hizmetimize veren Rabbimizin gazabını açıklayan alâmetlerden başka bir şey olmadığını bilmemiz gerekir. Bediüzzaman, tabii afetlerin hikmetlerine şu şekilde işaret ediyor.

“Birinci nokta: Nimet ve rahmet-i İlâhiyenin fiyatı, şükürdür. Biz, şükrü hakkıyla vermedik. Evet, rahmetin fiyatını şükürle vermediğimiz gibi, zulmümüzle, isyanımızla gazabı celp ediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile nev-i beşer tam tokada kendini müstahak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz olacak.

İkinci nokta: Hadiste var ki, hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zulümlerden şekva ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır derler. Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, masum hayvanlar da azap çekerler.

Üçüncü nokta: Ayette vardır: “Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar.” Çünkü musibet-i ammeden masumlar harika bir tarzda yangın içinde selâmette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü bir imtihandır, bir tecrübedir. O vakit Ebu Cehil gibi fenalar, aynen Ebu Bekir-i Sıddık (ra) gibi ederler. Onun için, musibet-i ammede masumlar da belâ çekerler.

Dördüncü nokta: Şimdi malda ve rızıkta hileler ile, su-i istimal ile, rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahip olmadığı ve on adamdan iki üç tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş altısı ya zulüm ile, haram karıştırmakla ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor.” (Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 73-74.)

Dördüncü noktayı biraz açmak istiyorum. Dünyada ve ülkemizde yaz aylarında zaman zaman sel felâketleri olmaktadır. Bu felâketler sonucunda üretilen mamuller yok olup gitmektedir. Bu felâketlerde tabii şartlar, değişen iklim ve benzeri faktörler rol oynadı diyebiliriz. Unutmayalım sebepleri de yaratan Allah’tır. Ama yapılan zulümlerin, ahlâksızlıkların, yapılan işlere haramın karıştırılmasının bu felâketlerin esas hikmeti olduğu bir gerçektir.(Küresel Krizden Küresel Huzura, Mehmet Abidin Kartal , İstanbul 2009, s.313)

Tarım ürünlerinin zekâtının verilmesi farzdır. Türkiye’de tarım ürünlerinin zekâtını veren kaç çiftçi vardır? Doğrusunu söylemek gerekirse, şu ana kadar parasının zekâtını verenleri gördük, ama tarım ürünlerinin zekâtını veren azdır. Tarım ürünlerinin zekâtı, ticaret mallarında ve nakit parada olduğu gibi üzerinden bir yıl geçmesi gibi bir şartı yoktur. Topraktan elde edilen mahsullerin hasat mevsiminde, durumuna göre onda birinin ya da yirmide birinin fakirlere verilmesi gerekmektedir. Tarım ürünlerinin zekâtının (öşür) verilmesi Kur’ân ve sünnetle sabittir. (Bakara Suresi: 267; En’am Suresi: 141.)

    Öşür, farz bir ibadettir. Tarım ürünlerinin zekâtıdır. Ancak ülkemizde unutulmaya yüz tutmuştur. Müslümanlar bu konuda bilgisizdir. Bundan dolayıda, büyük vebal altındadırlar. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edeneler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarınızın en iyilerinden infak edin” (Bakara Suresi, 267) buyrulmaktadır.

“İslam alimleri yerden çıkartılan şeyler”den muradın tarım ürünleri olduğunda hemfikirdirler. Bunların da zekâtının verilmesi gerekir. En’am Suresi 141’de konu biraz daha açılır ve “Hasat günü, ürünün hakkını (zekâtını) verin” buyrulur.

   Öşrün ölçüsüne gelince, bunu Peygamber Efendimizin (sav.) hadisinden öğreniyoruz. Efendimiz buyurmuştur ki: “Yağmur ve nehir sularıyla sulanan toprak ürünlerinde onda bir (öşür), el emeği ile sulananlarda ise yirmide bir (nısf öşür) vardır” (Buhari, Zekât 55. Müslim, Zekât 8. Tirmizi, Zekât 14.). Toprak ürünlerinden öşrün verilmesinin ölçüsü budur.

   Sosyal barış ve adaletin temel taşlarından biri olan tarım ürünlerinin zekâtını vermiyor, sonra da tabii afetlere ağlıyoruz. Tarım ürünlerinin zekâtı verilmeli, zekâtı verilen mal bereketlenecektir. Günümüzdeki sıkıntıların ve bereketsizliğin sebeplerinden biri de zekât konusundaki hassasiyetsizliktir. Malın, servetin sigortasının zekât olduğu unutulmamalıdır. Ticarî mallarda, nakit parada ve tarım ürünlerinde zekât anlayışının toplumda yerleşmesi, birçok sosyal ve ekonomik dengesizlikleri giderdiği gibi, tabii afetlere de set çekecektir. Çünkü günahlar, zulümler İlâhî gazaba sebebiyet verdiği gibi; iyilikler, sadakalar, zekâtlar, hayırlı hizmetlerde İlâhî rahmetin celbine ve gazabın kalkmasına vesile teşkil ederler.

Tabii afetlerin (kuraklık, sel felâketi, yangın, deprem, v.s.) insanlığın başına her devirde gelmesi,Allah’ın sonsuz nimetlerine, lütuf ve ihsanına karşı isyanda olanları ikaz mahiyetindedir. Hiçbir nimet ve felaket sebepsiz değildir. Düşünenler için nice hikmetleri vardır. Cenab-ı Allah (c.c) geçmiş isyankar, nankör nefislerinin kölesi olmuş inkarcı kavimlerin akıbeti hakkında ibret almamız için, Fâtır Suresi 44. ayetinde mealen şöyle buyuruyor:

‘ (Bunlar) yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin akıbeti nasıl olmuş, baksınlar! Hâlbuki (onlar) kendilerinden kuvvetçe daha şiddetli idiler. Ne göklerde, ne de yerde hiçbir şeyin Allah’ı âciz bırakması mümkün değildir. Şüphesiz ki O, Alîm (herşeyi bilen)dir, Kadîr (herşeye gücü yeten)dir’

Mehmet Abidin Kartal

Sende yorum yazabilirsin