İnsanın İhtiyârî Fiillerdeki Mes’uliyeti-1
İhtiyârî (irademizle yaptığımız fiiller) ve ızdırarî (irademiz dışındaki filer) fiiller bir tutulamaz:
İnsanda tezahür eden fiiller iki kısma ayrılır. Bunlardan bir kısmı tamamen irademiz dışında meydana gelir. Iztırarî fiiller dediğimiz bu fiiller için herhangi bir mesuliyet veya mükâfat sözkonusu değildir. Bunlara misâl olarak, göz kapaklarımızın çalışması, kanımızın dolaşımı, cinsiyetimiz, ırkımız verilebilir. Diğer kısım ise, kendi irademizle işlediğimiz fiillerdir. İşte, hayra veya şerre vesile olan fiiller, ihtiyârî fiiller dediğimiz bu ikinci kısımdır. Bakma, yeme, içme, konuşma gibi. Kendisinden meydana gelen fiillerden hangilerinin ihtiyârî, hangilerinin ıztırarî olduğunu vicdanen bilen bir insan, kendi cüz’î iradesiyle işlediği kötülükler için neye dayanarak; ne yapayım, kaderim böyle olduğundan bu fenalığı mecburen işledim diyebilir?
Yaptığı iyilikler konusunda, ben böyle yaptım, şöyle ettim şeklinde konuşan bir insan, işlediği kötülükleri kadere nasıl havale edebilir? Hâlbuki aynı kötülükleri karşısındaki muhatabı işleyince işi kadere havale etmez. Meselâ, evine giren hırsız hakkında dâvâcı olurken kaderi hatırlamaz. Hırsızın hâkim huzurunda: Benim ne kabahatim var; kaderim böyle olduğundan mecburen hırsızlık yaptım, şeklindeki müdafaasına öfkelenmekten kendisini alamaz. Aynı şekilde, çocuğunun canına kasteden bir caninin boğazına yapışırken, bu adamın kaderi böyle imiş; istese de istemese de çocuğumu öldürecekti, diye düşünmez. Veya, namusuna kötü gözle bakan kimsenin gözünü çıkarmak isterken, ne yapayım, kaderimde bu varmış, müdahale edemem, demez. O halde, hangi mantıkla, aynı fiilleri kendi işlediği zaman suçunu kadere havale edebilir?
Bu aldatmaca ile kadere iftira eden bir insan, dünya ve âhiret saadetini kaybetmekten ve cemiyetin huzurunu bozmaktan başka birşey yapmamaktadır.
Eğer insanlarda görülen ihtiyârî ve ıztırarî fiiller bir tutulursa, yâni isteyerek işlenen fiiller kadere yanlış mânâda havale edilip, o fiillerde bir mecburiyet olduğu sanılırsa, birçok hurâfeler ortaya çıkar. Bu durumda, insanlar ne kazandıkları zaferlerle öğünebilirler, ne ilim ve sanatlarıyla iftihar edebilirler, ne de düşmanlarını cehalet ve vahşetlerinden dolayı kötüleyebilirler.
Bu sapık görüşe göre, hiç kimse hiçbir fiil ve hareketinden mesul tutulamayacağı gibi, mükâfat da göremeyecektir. Artık ne Hz. Ömer’in adaletinden, ne Haccac-ı Zâlim’in zulmünden bahsedilebilecektir. Zira birincisi mecburen âdil olmuş, ikincisi ister istemez zulmetmiştir!
Dünya işlerimizde cüz’î irademizi kullandığımızı ve hiçbir engelle karşılaşmadığımızı vicdanen bildiğimiz halde, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uymakta karşımıza engeller çıktığını nasıl iddia edebiliriz? Yâni, mübah olan dünya işlerinin veya günah ve isyanların işlenmesinde insanın karşısına çıkmayan engeller sadece ibâdette mi çıkıyor ki, bazı kimseler, kaderimde olsaydı ibâdet ederdim gibi mânâsız ve asılsız bir özür beyânında bulunuyorlar.
Ev yapmaya niyet eden bir insan, bazı imkânsızlıklar dolayısıyla bu isteğine muvaffak olamayınca, ne yapayım, kaderim böyle imiş, diyebilir, lâkin o insan Cennet’teki köşkünü inşâda bir ihmal gösterirse, bu kusurunu kadere yükleyemez. Namaz kılmak isteyen bir kimsenin bu ibâdetini işlemesine ne mâni vardır? Eğer namaz kılmasını engelleyen zorlayıcı sebep bulunsa o zaman mesuliyeti söz konusu olmaz. Namaz kılmaya niyet eden kimse, ellerini akan musluğa götürünce su mu kesiliyor? Namazda hareket edemiyor mu? Ezberinde olan sureleri namaz esnasında unutuyor mu? Evet mücbir yani zorlayıcı sebepten kastımız, aşılması insan tâkatının üstünde olan mânilerdir. Meselâ bir insan zorla meyhaneye götürülse ve elleri bağlanarak ağzından içki dökülse, bu kimse gücünün yettiği kadar karşı koymakla mesuliyetten kurtulur. Zira adı geçen fiili kendi cüz’î iradesiyle işlememiştir. Kendi iradesiyle içki içen veya bir başka günahı işleyen bir kimse, bunları kaderin mahkûmu olarak zorla işlediğini, ev misâlindeki adam gibi mazur olduğunu, elbette iddia edemez.
Bu noktada şu soruya cevap bulunması gerekir: Acaba hayatlarını Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şekilde geçiren insanların, yaratılış itibariyle diğerlerinden bir farklılıkları mı var ki o yolu seçiyorlar? Misâl olarak, Hz. Ömer’le Ebû Cehil’in cüz’î iradeleri farklı derecede miydi ki, birisi hidâyeti, diğeri dalâleti tercih etti?
Vicdan, akıl ve mantık, insanların, hem dünya işlerinde ve hem de ibâdetlerinde, ihtiyâr (irade) sahibi olduklarını kabul eder.
Meselenin diğer bir yönü de şudur: Eğer insanlar günahları ezelde takdir edildiği için mecburen işleselerdi, herşeyi sonsuz hikmetle yaratan Hâkîm-i Zülcelâl’in insanlara peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi, onlara emir ve yasaklarda bulunması hep mânâsız olurdu. Meselâ, Cenâb-ı Hak bir insanı Cehennem için yaratmış olsa ve bunda insan iradesinin hiç bir payı olmasaydı, insanların Kur’ân-ı Kerîm’de Cehennem’le tehdit edilmelerine lüzum kalır mıydı? Veya, insanlar ibâdet etmelerinde kaderin mahkûmu olsalardı, iradelerini kullanmaları söz konusu olmasaydı, Allah-u Azimüşşân’ın insanlara ibâdeti emretmesine ne mânâ verilecekti?
Diğer taraftan, Hak Teâlâ, Râuf ve Gaffar isimlerinin icabı olarak bizlere tevbeyi emretmekte, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“Tövbe eden kimse hiç günah işlememiş gibidir.”
“Allah, günahlarla imtihan edildiği vakit, tövbe eden mü’min kulunu sever.”
Yüce Rabbimiz, ebedî saadete erişmek ve mânen yükselmek isteyenleri o makamlara tevbe kapısından dâvet etmekte; kendi günahlarımızla kapattığımız saadet kapısını biz ölünceye kadar açık tutarak, her ne zaman tevbe etsek lütfuyla kabul buyurmaktadır. Bu sırra binâen, herhangi bir günahtan sonra tevbe etmek vâcibtir. Hâlbuki irademiz dahilinde olmayan hiçbir şey vâcib değildir. Eğer insan cüz’î iradesini kullanmakta bir cebir ve zorlama altında bulunsaydı tevbe hususundaki bütün emir ve teklifler insanla alay etmek mânâsına gelirdi. İnsanların bir kısmının hayır, diğer kısmının şer yolunu seçmeleri gösteriyor ki, irade ve ihtiyâr insandadır; tercih ona bırakılmıştır. Eğer böyle olmasaydı, koyunların süt vermesi, develerin yük taşıması gibi, insanlar da kendilerine kaderin yüklediği vazifeleri ömürleri boyunca yapacaklardı. Hâlbuki hiçbir dinî bilgimiz olmasa da, insanlarla diğer hayvanlar arasındaki farklılığı anlayacak durumdayız. Bizler biliyoruz ki, insanlar yollarını kendi iradeleriyle seçmekte, yıllar sonrasını düşünmekte, plân ve program yapmaktadırlar. O halde, insan ebedî saadetin yolunu seçebilir, onun şartlarını yerine getirebilir ve Rabbül Âlemîn’in Kur’ân-ı Kerîm’le çizdiği saadet programına harfiyyen uyabilir. Öyleyse tercihini yanlış kullanması hâlinde elbette mesul olacağı ve ebedî saadetten mahrum kalacağı aklın gereğidir.
İnsanların cüz’î iradeleriyle Âdil-i Hakîm’in emir ve yasaklarını tercihte serbest bırakılmaları Cenâb-ı Hakk’ın adaletinin de icabıdır. Cebir ve zorlama olmaması için mutlak irade sahibi olan Allah-u Azimüşşân kendi iradesini kullarının cüz’î iradelerine binâ etmiştir. Bütün fiilleri kendi kudret ve iradesi ile yaratan O Hâlık-ı Küllî Şey, kulun ihtiyarî fiillerini yaratmakta, onun cüz’î iradesini, arzusunu, tercihini şart kılmıştır. Yâni, kul cüz’î iradesiyle bir fiile teşebbüs etmedikçe Cenâb-ı Hak o fiili yaratmamaktadır. Kul, cüz’î iradesiyle ihtiyarî fiillerden hangisini tercih ederse -hayır olsun, şer olsun- Cenâb-ı Hak, dilerse, irade ve kudretiyle onu yaratmaktadır. Bu hakikati bir misâl ile açıklamaya çalışalım:
Bir padişahın misafirhânesinde bulunduğunuzu, bu misafirhânenin her katında ayrı ayrı nimet ve ihsanların sergilendiğini ve bir hikmet için bodrum katının kaplan, pars gibi vahşî ve yılan gibi zehirli hayvanlarla dolu olduğunu farzediniz. Ve yine padişahın, elçileri ve fermanlarıyla sizi üst katlardaki ziyafet yerlerine dâvet ve teşvik, alt kata inmekten ise men ettiğini kabul ediniz. Siz bu misafirhânenin asansörüne bindiğinizde istediğiniz katın düğmesine basabilirsiniz. Siz hangi düğmeye dokunursanız asansör sizi o kata çıkaracaktır. Yâni asansör sizin tercihinize tâbidir. Siz defalarca üst katlara ait düğmelere basıp, oralarda hazırlanmış nimetlerden istifade ettikten sonra, nefsinize uyarak, bir de bodrum katının düğmesine basayım, deseniz ve o kata inseniz, karşılaşacağınız dehşet verici durumu elbette kendiniz hazırlamış olacaksınız. İşte misâlde padişahın iradesini temsil eden asansör, sizin arzunuza, kararınıza, tercihinize tâbi kılınmıştır. Hayrı istediğinizde sizi hayra götürmekte, şerri istediğinizde şerre indirmektedir. İşte bu misâl gibi, bizler cüz’î irademizle hayır ve şer, müsbet ve menfî fiillerden herbirini seçebilecek durumdayız. Hayrı seçtiğimizde Allah-u Azimüşşân küllî iradesiyle hayrı, şerri seçtiğimizde ise şerri yaratmaktadır. İnsan neye bakmak isterse, güneş ışığıyla insanın önüne o şeyi sergilediği gibi, Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesi ve mutlak kudreti de cüz’î iradeye taalluk etmekte, ona göre hüküm vermekte, kul neyi isterse, Allah onu yaratmaktadır. Bizim elimizde olan tek şey asansör düğmesine basmak hükmündeki tercihimizi kullanmaktır. Bu tercihten sonra vücudumuzdaki azalarımızın çalışmasından, söz konusu fiilin meydana gelmesi için kâinatta yapılması gerekli faaliyetlere kadar, bütün fiiller Hâlık-ı Teâlâ’nın küllî iradesi ve mutlak kudretiyle yaratılmaktadır. Meselâ, görme fiilinde insanın elinde olan şey, helâl veya haramdan birisine bakmayı tercih etmektir. Bundan sonrası, yâni görmemizin dahilî ve haricî şartlarının yaratılması Cenâb-ı Hakk’a aittir. Zira görmek için gözdeki bütün hareketleri, görmeye sebep olan güneş ışığını ve diğer şartları yaratan hep O’dur. O halde, kendi iradesiyle harama nazar eden veya ahlak dışı bir kitabı okuyan kimse: Ne yapayım, bunları bana güneşin ışığı gösterdi diyemediği gibi, insan cüz’î iradesiyle işlediği bir günahı ve hatası için, İrade-i Küllîye’nin mahkûmu olduğunu iddia edemez.
Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:
“İrade-i cüz’iye-i insâniye ve cüz’-i ihtiyariyesi çendan zaîftir, bir emr-i itibarîdir, fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zaîf cüz’î iradeyi, irade-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yâni mânen der: ‘Ey abdim! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mes’uliyet sana aittir!’”
“Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omuzuna alsan, onu muhayyer bırakıp ‘Nereyi istersen seni oraya götüreceğim.’ desen, o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette ‘Sen istedin.’ diyerek itab edip üstünde bir tokat vuracaksın. İşte Cenâb-ı Hak, Ahkem-ül Hâkimîn, nihayet za’fta olan abdin iradesini bir şart-ı âdi yapıp, irade-i külliyesi ona nazar eder.”
“Elhasıl: Ey insan! Senin elinde gâyet zaîf, fakat seyyiatta ve tahribatta eli gâyet uzun ve hasenatta eli gâyet kısa, cüz’-i ihtiyârî namında bir iraden var. O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet’e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan Zakkum-u Cehennem’e yetişmesin.”
“Demek, dua ve tevekkül, meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” 7
Özetleyecek olursak: Vicdanen biliyoruz ki, biz diğer mahlûklardan farklı olarak bir nevî hür yaratılmışız. Kudretimiz miktarınca, arzu ettiğimiz ve sevdiğimiz şeyleri tercih edebiliyor ve elimize alabiliyoruz. Ve yine biliyoruz ki, Cenâb-ı Hakk’ın iradesi irademize, yaratması kesbimize bina edilmektedir. Bizler irade ve kastımızı hayra sarfettik de Cenâb-ı Hak, bizim tercihimizin aksine, hakkımızda şer mi yarattı? Elbette ki hayır! Hikmet ve Kerem Sahibi olan Yüce Rabbimiz, irademizi hayra sarfettiğimizde keremiyle hayır yaratıyor; şerri tercih ettiğimizde hikmet ve adaletiyle şerri yaratıyor. Ancak Cenab-ı Hakk’ın şerlere rızası yoktur. Allah’ın mahlûku olan bir babanın evladının kötülüğünü istemesi ve bir öğretmenin de talebesini başarısızlığından memnun olması mümkün değildir.
Mehmed Kırkıncı 2010
Dipnotlar:
7. Sözler