Kâinat Kitabı Kimi Anlatıyor?

            Elinize bir kitap geçtiğinde onu yazarının kim olduğunu ve kitabın konusunu merak edersiniz. Kitabın yazarını gösteren bir isim yoksa kitabın konusundan, yazılış tarzından, yazıldığı zamandan ve bunun gibi şeylerden yazarının kim olduğunu anlayabilirsiniz.

Her yazarın da bir amacı vardır, bunun için kitap yazar. Kimisi ünlü olmak para kazanmak için, kimisi de içinden geldiği için yazabilir. Kendi bildiklerini, deneyimlerini aktarmak için de yazanlar olur. Her yazarın amacı kendine göredir.

            Kâinat kitabın yazarı; bu kitabın her bir harfini, noktasını, kelimesini, cümlesini ve satırını acaba niçin yazmıştır? Kendini tanıttırmak, mükemmelliğini bildirmek, kendi güzelliğini göstermek ve kendini okuyucularına sevdirmek için yazmış olabilir mi? Küçük büyük her bir varlık, aslında kendine özel dilleriyle O’nun mükemmeliğini ve güzelliğini en mükemmel bir tarzda anlatıyor ve sevdiriyor olabilir mi?

*bu kitab-ı kebirin müellifini (ŞUALAR,7.Şua)

*bu kitab-ı kebîr-i kâinatın Nakkaş-ı Ezelîsi, bu kâinatla ve bu kâinatın herbir sayfasıyla ve herbir satırıyla, hattâ harfleri ve noktalarıyla kendini tanıttırmak ve kemâlâtını bildirmek ve cemâlini göstermek ve kendisini sevdirmek için, en cüz’îden en küllîye kadar herbir mevcudun müteaddit lisanlarıyla cemâl-i kemâlini ve kemâl-i cemâlini tanıttırıyor ve sevdiriyor. (LEMALAR,30.Lema)

         Bir kitabın anlamı bilinmezse hiçbir değeri olmaz. Böyle her bir harfinde binler anlam gizlenmiş olan bir kitabı, her sınıf insan kendi bilgi, yetenek ve gayreti ölçüsünde anlayabilecektir. Yoksa o kitabın anlamı, yalnızca kendi anladığından ibaret değildir.

*Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemâlâtını ve cemâlini ve hakâik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemâlâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitâbın mânâsı bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus, böyle herbir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitâbı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre, bir kısmını anlattıracaktır.  (SÖZLER,31.Söz)

O kitabın incelenmesi ve özelliklerinin araştırılması gösterir ki;  taşıdığı mükemmel sanatlar ve geniş anlamlar yönüyle o kitap maddi değerinden yüz kat daha fazla önemlidir. Çünki bu kitap, kendinden ziyade yazarının varlığını ve birliğini anlatmak için yazılmıştır. İnsan da kâinat kitabının bir parçasıdır ki ona bakan, bu evrenin sanatkârını ve yazarını bulabilir. Kâinat kitabının hangi parçasına baksan onda o kitabın yazarını görürsün.

*o kitab-ı kainatın müşahedesi, kendi vücudundan yüz derece daha ziyade katibinin vücudunu ve vahdetini ispat eder (LEMALAR,30.Lema)

*rabbimizi bize tarif eden üç büyük külli muarrif var. birisi şu kitab-ı kainattır (SÖZLER,19.Söz, MEKTUBAT,19.Mektup)

Kâinat kitabı; bu kitabın yazarına ait ulûhiyet ve mabudiyetin gösterilmesi için böyle cisimleşmiş bir tarzda yazılmıştır. Bu yüzden her sayfası bir kitap kadar, her satırı bir sayfa kadar geniş manalar ifade eder. Evrendeki yaratılma ile ilgili olayların her bir kelimesi, harfi, hatta noktası birer mucizedir. Onların her biri; yaratıcısının gücünü gösteren delillerdir. Evreni, anlamlı nakışlarlarla süslenmiş büyük bir mescide çevirirler. Bu mescidin her bir köşesinde her bir grup; kendilerini yaratan, ibadete layık O varlığa karşı, kendilerine ait özel bir tarzla, ibadet içindedirler.

*ulûhiyet ve mâbudiyetin tezahürü için bu kâinatı öyle bir mücessem kitab-ı Samedânî ki, her sayfası bir kitap kadar ve her satırı bir sayfa kadar mânâları ifade eder ve öyle cismânî bir Kur’ân-ı Sübhânî ki, herbir âyet-i tekvîniyesi ve herbir kelimesi, hattâ herbir noktası, herbir harfi birer mucize hükmündedir ve öyle muhteşem ve içi hadsiz âyâtla ve mânidar nakışlarla tezyin edilmiş ve mescid-i Rahmânîdir ki, herbir köşesinde bir tâife, bir nevi ibadet-i fıtriye ile iştigal eder bir şekilde halk eden bir Allah, bir Mâbud-u Bilhak, (ŞUALAR,11.Şua)

         Kâinat kitabının satırları, kelimeleri ve harflerinin bir ve tek yazar tarafından yazıldığını kabul eden kişi, makul ve kolay bir yoldadır. Ancak, o yazıları, harfleri tabiata ve sebeplere dağıtan kişiler ise; imkânsız bir yola sapmış ve çıkmaz bir sokağa girmişlerdir. Bir tek canlı harfin bastırılması için, bütün evrenin bastırılıp tab edilmesi için gerekli malzemelere ihtiyaç vardır. Bu insandaki idrak yeteneğinin kabul etmeyeceği bir hurafedir.

*şu kitab-ı kâinatta yazılı satırlar, kelimeler ve harflerin bir Vahid-i Ehadin kalem-i kudretiyle yazılmış olduğu cihete hükmeden adam, pek rahat ve kolay ve mâkul bir yola sülûk etmiş olur. Fakat, o yazıları, o harfleri tabiata ve esbaba isnad eden herifler, imtina ve muhalin en suubetli ve çıkmaz bir yoluna zehab etmiş olurlar. Çünkü, bu yola zehab edenler için tek bir zîhayatın tab’ ve bastırılması için ekser kâinatın tab’ına lâzım olan teçhizat lâzımdır. Bu ise, vehmin kabul edemediği bir hurafedir. (M.NURİYE, Lemalar)

         Bu kâinatta çeşitli şekillerde yazılmış her bir kelime; kendini o şekliyle gösterse de pek çok başka özellikleri bakımından, taşıdığı anlamlar açısından, hem tek başına hem de bütün harflarla birlikte sanatkârını gösterir, O’nun sahip olduğu üstün özelliklerini yansıtır. Ve her bir harf taşıdığı özellikler, şekiller ve süslemeleri bakımından adeta sanatkârını övgüyle anlatan bir kasideye benzer. Ahmaklığı herkes tarafından bilinen bir adam dahi böyle bir sanatkârı inkâr edemez.

*kitab-ı kâinatta mücessem olarak yazılan herbir kelime, kendi miktarınca kendini gösterirse de, pek çok cihetlerden münferiden ve müçtemian Sâniini gösterir, esmâsını izhar eder. Ve kendi evsafıyla, eşkâliyle, nakışlarıyla, âdeta Sâniini medih için yazılmış bir kasidedir. Buna binaen, meşhur Hebenneka gibi ahmaklaşan bir adam dahi Sâni-i Zülcelâlin inkârına gitmemek gerektir. (M.NURİYE, Lemalar)

         Bu kâinat kitabı öyle bir yazılmıştır ki bir kısmı diğer kısmına muhtaç şekilde tanzim edilmiştir. Maddiyat dünyası; yaratıcının nimetlerinin ışığını gösterebilmek için güneşe muhtaç tarzda yaratılmışlardır.

*bu kitab-ı âlemin de bir kısmı, diğer bir kısmını izah ediyor. Meselâ, maddiyat âlemi Cenab-ı Hakkın envar-ı nimetini cezb etmek için hakikî bir ihtiyaçla şemse muhtaç olduğu gibi (M.NURİYE, Zeylül Habbe)

         Evrene bakış açınız çok önemlidir. Sanatkârının nurani güzelliğini görüp de bu gözle bakamazsanız, evren herkesin ağladığı bir matem evine döner. Gözünüzde herşey birbirine yabancı ve düşman olur. Cansız varlıklar birer cenaze suretinde algılanır. Hayvanlar ve insanlar; sanki yetimler gibi ayrılık ve yokoluş korkusuyla ağlayıp sızlamaya başlarlar. Kâinat; gösterdiği hareket, değişim ve bütün çeşitliliği ve süslemeleriyle onların gözünde tesadüflerin oyuncağına döner. Özellikle insanlar hayvanlardan daha aşağıya düşer.

        Evrene iman nuruyla bakan kimse; onun bir ağlama evi değil, zikir ve şükür mescidi olduğunu görür. Birbirinin düşmanı zannedilen varlıklar; dost ve kardeş olurlar. Bütün cenazeler ve ölü gibi olan cansız varlıklar; dostluk ve ahbablık içinde yaşayan varlıklara dönerler. Ve yaratıcılarını, kendi dilleriyle anlatan, konuşan birer görevli memura benzerler.

*Evet, o zatın nuranî güzelliğiyle kâinata bakılmazsa, kâinat bir mâtem-i umumî içinde görünecekti. Bütün mevcudat birbirine karşı ecnebî ve düşman durumunda bulunacaktı. Cemâdat, birer cenaze suretini gösterecekti. Hayvan ve insanlar, eytam gibi zeval ve firakın korkusundan vâveylâlara düşeceklerdi. Ve kâinata, harekâtıyla, tenevvüüyle ve tagayyüratıyla, nukuşuyla tesadüfe bağlı bir oyuncak nazarıyla bakılacaktı. Bilhassa insanlar, hayvanlardan daha aşağı, zelil ve hakir olacaklardı.

İşte, o zatın telkin ettiği İmân nazarıyla kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görünecekti. Fakat o mürşid-i kâmilin gözüyle ve İmân gözlüğüyle bakılırsa, her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı dîdâr edecektir.

Evet, kâinat İmân nuruyla mâtem-i umumî yeri olmaktan çıkıp mescid-i zikir ve şükür olmuştur. Birbirine düşman telâkki edilen mevcudat, birbirine ahbap ve kardeş olmuşlardır. Cenaze ve ölü şeklini gösteren cemâdat, ünsiyetli birer hayattar ve lisan-ı haliyle Hâlıkının âyâtını nâtık birer musahhar memuru şekline giriyorlar. Ağlayan, müteşekkî ve eytam kıyafetinde görünen insan, ibadetinde zâkir, Halıkına şâkir sıfatını takınıyor. Ve kâinatın harekât, tenevvüat, tagayyürat ve nukuşu abesiyetten kurtuluyor. Rabbânî mektuplar, âyat-ı tekviniyeye sayfalar, esmâ-i İlâhiyeye aynalar suretine inkılâp ederler. (M.NURİYE, Reşhalar)

*Öyle bir Allah ki, vücub-u vücud ve vahdetine, şu kitab-ı kebir denilen âlem, bütün yazıları ve fasıllarıyla, sayfalarıyla, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle şehadet ettiği gibi; şu insan-ı kebir denilen kâinat da, bütün âzâsıyla, cevahiriyle, hüceyratıyla, zerratıyla, evsafıyla, ahvaliyle delâlet eder (M.NURİYE, Katre)

*Evet, meselâ, herbir kelimesi bir kitabı ve herbir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtipsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelînin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar, ancak Nakkaş-ı Ezelîye İmân etmekle kitab-ı kâinata şahit olabilirler.

Ve keza, pek çok san’at harikalarına ve nakış ve ziynetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni ve sânisiz vücudu mümkün olmadığı gibi, bu âlemin vücudu da Sâniin vücuduna tâbidir. Dalâlet sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler. (M.NURİYE, Lasiyyemalar)

Dr.Selçuk Eskiçubuk

 www.NurNet.org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: