Niyaz
“Dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semeratı uhreviyyedir.” (Mektûbat)
Âlemlerin Rabbi, semâ âlemini de arz âlemini de insana göre ve insan için terbiye etmişti. İns ve cinne hak yolu, doğru yolu, kendine vâsıl olan yolu göstermek üzere inzal buyurduğu Kur’an-ı Kerim’i de “âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd” ile başlıyordu. Fâtiha Sûresinde Cenâb-ı Hak, Rahman ve Rahîm olduğunu kullarına haber veriyor ve din gününün yegâne mâliki olduğunu bildirdikten sonra, sanki sözü insana bırakıyor, o da “biz yalnız sana ibadet eder ve senden yardım dileriz” demekle âlemlerin terbiyesindeki gerçek gayenin ibadet olduğunu, yalvarma, medet dileme olduğunu böylece ilân etmiş oluyordu. Ve sûrenin bundan sonraki kısmı duaya ayrılıyordu…
Malûmdur, insanın dünya hayatı iki esas üzere yürüyor: Menfaatı celp, zararları def. Mânevî hayat da öyle; onun da fayda ve zarar bölgeleri var. Onun da dostları ve düşmanları mevcut. O da sıhhat bulabiliyor ve yara alabiliyor. O da besleniyor, büyüyor; hastalanıyor ve ölüyor…
İşte bu iki esası yâni menfaat celbi ve zarar def’i meselesini sûrenin son kısmında harika bir şekilde görüyoruz.
Bizi sırat-ı mustakime, yâni “peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin yoluna” hidayet et, demekle ruhumuzun en büyük ihtiyacını dua ile dile getirmiş oluyoruz.
Ve sanki bu mutlu günün parıltıları ufukta görünmüşte kaybolma tehlikesi belirmiş gibi, yeniden Rabbimize sığınıyoruz: “Bu istikamet erlerinden ayrılarak gadabına uğrayanların yoluna değil…”
İnsanın yaratılışında ibadet vardır, sığınma vardır, dua vardır… Ve insan bu büyük şerefe kolayca ulaşabilmesi için son derece fakir ve zaif yaratılmıştır.
“Asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibariyle sen, onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun.” Sözler
İnsan zaiftir. Nur Müellifinin tatlı beyanıyla, göz ile görülmeyen ve çok defa büyütüldükten sonra ancak görülebilen bir mikrop, onu yere serer öldürür.
İnsan âcizdir. Hiçbir ihtiyacını kendi başına görebilecek güçte değildir. Sebze için toprağa, meyve için ağaca muhtaç. Ve ikisini de yapmaktan âciz. Güneşin doğmasına da muhtaç, batmasına da. İkisi de onun kudreti haricinde. Kanının temizlenmesine de muhtaç, hücrelerinin değişmesine de. Bunlar da onun gücü ve kuvvetiyle icra edilmiyorlar.
Ve insan nihayetsiz fakir. Hiçbir şey onun kendi mülkü ve malı değil. Gözünden kulağına, dişinden tırnağına kadar herşeyi emanet. İşte insan mahiyetinin, zaaf, acz ve fakrdan yoğrulmasındaki hikmet, İlâhî isimlere en parlak bir âyine olabilmesi.
Göz güneşe muhtaç ve onu getirmekten de âciz. İşte bu küçük yağ parçasının hâl diliyle ettiği duayı Allah kabul ediyor ve onun imdadına koca güneşi gönderiyor.
Biz de cennete muhtacız, ebede muhtacız, rızaya muhtacız.. Ve bunlar bizim cüz’i iktidarımızla ve sönük ibadetlerimizle kazanılacak gibi değil…
Namaz, oruç ve sair ibadetlerin herbiri birer dua… Gözü güneşe kavuşturan Allah, bizi de cennete kavuşturmaya kâdir. Yeter ki, duamız kabul olsun…
Hiçbir şeye gücü yetmeyen ve her şeye muhtaç olan insan, nasıl dua kapısını çalıyorsa, aynı şekilde, defetmesinden âciz kaldığı hadsiz düşmanlarına karşı da istianeye başvuruyor, Rabbine sığınıyor, O’ndan medet diliyor.
Rabb-ül-âlemine hamd ile başlayan Kur’an sûreleri, “Rabbülfelâk” ve “Rabbünnâs” olan Allah’a sığınmakla son bulur…
Uçan bir sineği tutmak isteseniz, sizin şerrinizden kaçar ve odanın kuytu bir köşesine sığınır. Ama, o sineğe içinde uçuştuğu hava unsuru düşman kesilirse artık nereye kaçacaktır? Yapacağı tek şey kalmıştır: O unsurun Hâlıkına sığınmak.
Bizim de bütün mahlûkatın şerrinden, şeytana kanabilen nefsimizin ve diğer insanların şerrinden Rabbülfelâk ve Rabbünnâs olan Allah’a sığınmamız bunun gibi…
…
Nur Külliyatından Mektûbat’ta tatlı ve tafsilatlı bir dua bahsi vardır. Oradan bir hakikat dersi:
“Hem dua bir ubudiyettir. Ubudiyyet ise semeratı uhreviyyedir. Dünyevî maksatlar ise o nev’i dua ve ibadetin vakitleridir.”
İmam-ı Rabbani’nin Mektûbatında da, “İbadet, tezellül ve inkısardan ibarettir” buyrulur. İşte insanın kendi aczini, zilletini en kâmil mânâda hissettiği ve kalbi buruk olarak Rabbine müteveccih olduğu güzel anlarından birisi de dua vaktidir.
İnsan dua ederken, A’raf Sûresinde geçen “Rabbinize yalvara yalvara, için için dua edin.” emrine uyar. O’na sığınır, O’ndan ister, O’nun mağfiretini taleb eder. İşte bu hâl bir ibadettir ve meyvesini âhirette verecektir. Bir de istenen şeylerin dünyada tahakkuk etmesi meselesi var. İbadet onlar için edilmez, onlar ancak ibadete birer vesile. Ve o ihtiyaç anları birer dua vakti. İnsan o vakitlerde fakrını, aczini daha iyi anlar ve bunları yerine getirmeye ancak Rabb-ül-âlemin’in kâdir olduğunun idraki içinde ellerini O’nun dergahına açar, O’na yalvarır.
İstemenin en ileri, en ulvî derecesi, O’ndan yine O’nu istemek… Rızasını dilemek. Yakınlığına talip olmak. O’na imanda, O’nu sevmede ve O’ndan korkmada kemâle ermeyi istemek. “Kalpler ancak O’nun zikriyle mutmain olur” mealindeki âyetin verdiği derin mesaja kulak vererek, O’ndan O’nu anmayı dilemek. Bize bizden daha yakın olduğunun şuuru içinde, O’nun yakınlığını kalbimizde duymayı ve böylece O’nunla olmayı istemek.
Nefis, duada bile araya girer. Ve O’nun huzurunda O’na yalvaran kulu, bir bakıma O’ndan gaflete düşürür. Ve O’nu istemek yerine, dünya nimetleriyle oyalanmayı kalbe telkin eder.
Prof.Dr.Alaaddin Başar