Tevekkül Et Kadın

Hasbünallahü ve ni’mel vekil…

Doktor Bey dünyanın bütün yükünü omuzlarımda taşıyorum sanki. Dayanamayacağım kadar ağır bir yük bu.

“Size ağır gelen bu yük kavramını biraz açar mısınız?”

Evin tüm sıkıntılarını ben çekiyorum. Eşim iyi bir insan ama biraz asabi, olur olmaz her şeye sinirlenen biri anlayacağınız. Bir taraftan onu idare etmek zorundayım. Diğer taraftan oğlum üniversiteyi bitirdi. Askerliğini de yaptı. Ona iş arıyoruz. Bulabilecek miyiz? Bulursak iyi bir iş olacak mı? Yaşı artık evlenme yaşına geldi ama işi olmadığı için kız bakamıyorum. Öbür taraftan kızım KPSS sınavına hazırlanıyor, ya kazanamazsa diye uykularım kaçıyor.

Hepsinden öte annem felçli ona ben bakmak zorundayım. Artık bu kadar yükü taşıyamıyorum. Anlayacağınız bunaldım doktor bey, hem de çok bunaldım. Off, offffffff.

“Omuzlarınıza binen yükün mahiyetini anladım sanırım…”

“Çaresi doktor bey, çaresi. Siz bana varsa çaresinden bahsedin. İnanın düşüne düşüne kayışı sıyıracağım.”

“Elbette çaresi var. Her derdin bir dermanı olduğu gibi, bu derdinde bir dermanı var. Zaten bizi yaratan çaresiz bir dert yaratmamış. İlk yapmanız gereken; sizi rahatsız eden ve size ağır gelen bu yükü omuzlarınızdan indirin ve rahat edin!”

“Nasıl yani?”

“Tevekkül ederek Filiz Hanım, tevekkül ederek.”

“Şimdide siz biraz açar mısınız, tevekkül derken?”

“İsterseniz bunu size bir teşbihle izah edeyim: Vaktiyle iki adam omuzlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir gemiye bir bilet alıp binerler. Birisi gemiye girer girmez yükünü gemiye bırakıp, o yükün ağırlığından kurtulur. Diğeri hem cahil, hem kendini beğenmiş biri olduğundan yükünü yere bırakmaz. Yükünü omuzlarından indiren ve rahat eden kişi, o kendini beğenen ve mağrur olan arkadaşına hitaben:  “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et” der. Arkadaşı da ona: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki kaybolur. Ben kuvvetliyim. Yükümü omuzlarımda muhafaza edeceğim”  der. Yine ona: “Beni ve seni taşıyan şu emniyetli gemi daha kuvvetlidir, yükümüzü bizden daha iyi muhafaza eder. Eğer böyle yapmazsan belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere güç yetiremeyecek.  Geminin kaptanı seni bu halde görse, ya delidir diye seni kovacak. Ya haindir, gemimize güvenmiyor, bizimle alay ediyor, hapis edilsin, diye emredecektir. Hem bu durumunu gören herkese maskara olursun. Çünkü dikkatli insanların nazarında, za’fı gösteren dik başlılığın ile aczi gösteren gururun ile riyayı ve zilleti gösteren yapmacık hareketlerin ile kendini halka maskara yapıyorsun. Herkes sana gülüyor” denildikten sonra o bîçarenin aklı başına gelir. Yükünü yere koyar. Kendisine bu telkinleri yapan arkadaşına dönerek:  “Oh!.. Allah senden razı olsun. Zahmetten, ağır yükten, maskaralıktan kurtuldum” der ve rahat eder.

“İşte Filiz Hanım! Siz de bu adam gibi yükünüzü omuzlarınızdan indirin ve şu kainatı yaratan âlemlerin Rabbine tevekkül edin. Ta ki başınıza gelen ve gelmesi muhtemel olan her türlü olumsuz olaydan dolayı sıkılıp bunalmayasınız.”

“Yani o yükünü bırakmayan yolcu ben oluyorum öyle mi?”

“Teşbihte hata olmaz ama biraz öyle. Size Mark Twein’in bir sözünü hatırlatmak istiyorum: ‘Hayatta birçok endişem oldu ama çok azı başıma geldi…” diyor.

Bazen gemideki o yolcu gibi olur insan. Yaşadığı tüm sıkıntılar altında ezilir. İtimat etmez kimseye ve “O”na. Bazen de pencereden dışarıyı seyreden ve kendi kendine ağlayan kız misali gibidir. Vehimlerine hayat elbisesi giydirir, anlam katar ve olmamış belki de hiç olmayacak şeylere üzülerek kendini yer bitirir.

Kız misali mi?

“Evet! Genç bir kız pencereden dışarıyı seyrederken birden ağlamaya başlar. Bunu gören komşusu sorar. ‘Kızım ne oldu, bir problemin mi var?’ diye. Kız hıçkırıklar içinde anlatmaya başlar: ‘Ben ağlamayayım da kim ağlasın? Ben şimdi bu pencereden dışarıyı seyrederken genç ve yakışıklı bir delikanlı buradan geçse, bir birimizi görsek ve aşık olsak, beni istemeye gelseler ve annem-babam evlenmemize izin verse, sonra onunla evlensek ve dünyalar güzeli bir çocuğumuz olsa, çocuğumuz büyüse ve dışarda oynamak için benden izin istese ve bende izin versem, sonra dışarıda oynarken, şu logar kapağı olmayan çukuru görmese o çukura düşse ve ölse, ben ne yaparım? Ben onun yokluğuna nasıl dayanırım? Ben ağlamayayım da kim ağlasın?’ der.

Evet, Filiz Hanım, olmamış şeylere vehim gözlüğüyle bakmak ve hüzünlenmek aynen böyle bir şey.

Her insanın bir sabır rezervi vardır. Onu gereksiz yere kullanmadığı müddetçe, gündelik sıkıntılarla ve problemlerle baş etmek için yeterlidir, o sabır rezervi. Ancak günümüz insanı sabır rezervini yanlış kullandığı için, kendisine yetmiyor.

Bakın yapılan bir çalışmada: İnsanların normal kaygı duyması gereken miktar (Yerinde kaygılar) %8’miş.

Geri kalan % 92 ise;

Asla olmayacak şeylerle ilgili kaygılar % 40,

Olmuş bitmiş şeylerle ilgili kaygılar % 30,

Sağlık konusundaki evhamlar % 12,

Değişik konulardaki küçük kaygılar % 10’muş.

Yani aslında çoğunlukla başımıza hiç gelmeyecek veya gelmiş geçmiş şeyler için kendimizi üzüyoruz. Bu sizce ne kadar mantıklı?”

………..

Filiz Hanımla görüşmemiz bittiğinde odadan çıkarken belli belirsiz şu cümleler dökülüyordu dudaklarından:

Ya logar kapağı açık kalırsa…!

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: