4 Hatve Notları-2 ( Bediüzzaman’ın Manevi Tariki)

*Yirmi Altıncı Söz
” Bismillahirrahmanirrahîm “

Ve in min şey’in illa ındenâ hazâinuhu ve mâ nünezziluhu illa bikaderin ma’lûm ” (Hicr suresi, 21)

Ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mübîn ” (Yasin suresi, 12) (ilâ âhir)

meâlindeki âyâtın sırr-ı kadere âit ve “imân-ı bilkader,” “Hayrihî ve şerrihî minallâhi teâlâ”nın ispatına medâr mühim bir hakikatini Dört Mebhas ile öyle bir sûrette tefsir eder ki, havâssın fikirleri yetişmediği esrâr-ı kaderiyeyi, basit avâmların zihinlerine takrîb edip anlattırıyor. Hâtimesinde, en kısa ve en selîm ve en müstakîm bir tarîkın esâsını Dört Hatve nâmiyle tezkiye-i nefsin ve tekemmül-ü ruhun medârı olan dört mühim dersi veriyor. Ve Hâtimenin hâtimesinde mesâil-i müteferrikadan altı mesele var ki, birisi Sûre-i Feth’in âhirindeki âyetin bir sırr-ı i’câziyesini açıyor.

* Bu 4 Hatve bahsine dair Fihrist Risalesinde Üstad, temelde nefsin tezkiyesi ve ruhun tekemmülünü sağlama hedeflidir diye fihriste yapmış. Yukarıdaki alıntıda gördüğümüz üzere…

Birinci Hatvede:

Felâ tüsekkûn enfüsekum ”  (Necm suresi, 32) âyeti işaret ettiği gibi, Tezkiyye-i nefs etmemek. Zira: İnsân, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzât yalnız zâtını sever, başka herşeyi nefsine fedâ eder. Mâbud’a lâyık bir tarzda nefsini medheder. Mâbud’a lâyık bir tenzih ile nefsini meâyibden tenzih ve tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabûl etmez. Nefsine perestiş eder tarzında şiddetle müdafaa eder. Hattâ fıtratında tevdi edilen ve Mâbud-u Hakikî’nin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazât ve istidadı, kendi nefsine sarfederek ” Men ittehaza ilâhehu hevâhu ” ( Furkan suresi, 43) sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri: Onu tezkiye etmemek tebrie etmemektir.

* 1. Hatve: Âyet “ Tüzekkû ” demiş, “ Yüzekkû ” dememiş. “ Yüzekkû ” deseydi, her saniye nefsinizi aklamayın olurdu. “ Tüzekku ” da ise, bir yanlışlık yapıldığında kendinizi aklamayın manası var. İnsan her zaman yanlış yapmaz. Âyet “ Yanlışlık yaptığında avukatlık yapma! ” diyor. Kur’anda nefs, iki manada kullanılır: Emmâre olan nefs, bir de kişinin kendisi demek olan nefs… Kendisi manasındaki nefs, akıl-kalb ve nefs-i emmâreden meydana geliyor. Sıradan bir insanda bu üçü beraberdirler; böyle bir kişinin iç dünyasında akıl-mide, kalb-nefs, cesed-ruh düşmanlığı yoktur. Böyle olmadığı için de kişi, kendi düşmanının farkında değildir. Böyle bir kişi, kazara veyahut isteyerek bir hata yaptığında nefsi hemen der: “ Sen haklısın. ” O da hemen bu fikri kabullenir: “ Ben haklıyım, karşı taraf haksız. ” Sonra avukatlık başlar. Eğer masumsa, vicdanı da işin içine girer. Eğer haklılık oranı çoksa, karşı tarafı asla dinlemez. Eğer hak oranı azsa, bu sefer kendi hakkını büyük göstermek için mübalağa yapar. Ta ki onun hakkıyla aynı seviyeye gelsin. Bu da tutmayınca yalana ve kıvırmalara girer. Yeter ki karşı taraf ona “ Sen haklısın ” desin. “ Yeter ki muhatabına karşı alçak ve hakir gözükmesin… ” Fakat bu haksız savunmayla bütün vicdanlar onun zelilliğini görür.

* Hadise sen-ben davası… O üstün, ben alçak… Oysa hadisede “ hakka hürmetkârlık ” noktasından bakılsa, kendini muhatabın yerine koysa iş bitecek… O zaman hakkın karşısında ezilmek hiçbir vicdanı rahatsız etmez, hakkın azizliği problemleri çözer. Yani “ O kişinin nefsinin karşısında zelil olmuyorsun, hakkın karşısında zelil oluyorsun. ”

* Bu âyet, Necm suresinde geçiyor. Bu da işarettir ki, nefsini aklamayan kişi bir manevi miraç yapmaya başlar.

* İnsan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever: Cibilliyet ile, cebel ( dağ ) aynı kökten geliyor. Dağ nasıl ki yeryüzü denilen yapının yükselmiş bir şekline verilen isimdir; içi kayalıktır. Aynen öyle de insan benliği, bir buz dağıdır. Nasıl buz dağları, etrafını dondurarak büyür. Yani çevresini alıp kendine çevirmekle büyür ve parçalanıp erimekle, kendinden taviz vermekle küçülür. Aynen öyle de, insan benliği çocukluğundan itibaren aldığı kudsi veya nefsani alt yapı ile şekillenir, almakla büyür; buz dağı gibi olur. Fakat alma-verme sistemi şeklinde bir talim ve terbiyeden geçerse büyüdüğü zaman zorlanmaz; kolay erir. Haşir suresi der ki: “ Bu Kur’an, buzdan enâniyet dağları üstüne birden indirilseydi, o haşyet-i İlâhîden önce huşua girer sonra da parçalanırlardı. ” Bu cihetten Üstad der: “ En bahtiyar odur ki, bir buz parçası nev’inden enâniyet ve şahsiyetini Kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı ve büyük bir havuza atıp eritendir. ” (21. Lem’a, 2. Mani)

* Fıtrat: Ruh ve bedenin birleşmesiyle meydana gelen yapı… İnsan hayatı ve bütün hayatlar, hayatın devamı için savunma ve yeme şeklinde bir sistem üzerine kuruludur. Bu devamlılık için, kendi emniyetini ve ihtiyaçlarını düşünmeye mecburdur. Bu da onu bencil kılıyor. Kendini düşünüyor, kendi lezzetlerini arıyor, kendi etrafında bir âlem kuruyor. Cismi de bu süre zarfında devamlı alarak büyüyor. İşte insan, böyle bir hayatın şuurlusu… Şuuru bir de ona hususi kâinat veriyor… Bu da ona, kendisini âlemin merkezi hissetme algısı veriyor… O, merkez; diğer herkes, figüran… Merkez o olduğu için, onun hayatında başka şeylerin değeri onun tayin ettiği değere göre olduğu için başkalarını kendine feda eder. Feda olmazlarsa siler- atar. Nefis, başkalarının şuuru yanında kendisinin de bir figüran olduğunu göremiyor. Bu, nefse, çok acı veriyor. Nefis, takdir edilmek istiyor. Beğenilmek ve vazgeçilmez olmak istiyor. Böyle bir kişi, şefkatten anlamaz. Çıkacağı en yüksek nokta, aşk-ı İlâhîdir. Bunda da başkalarının varlığını görmek istenilmez.

* Nefs, zât yani kendilik demek… Veyahut zâtın, bu maddi dünyaya açılan kısmı demek…  Fedâ, sevenin sevdiğine karşı yaptığı özel bir muameledir. Fakat bir şart var, fedâda, sevdiği için acı verici bir şeye katlanmak vardır… Burada da, kendi nefs-i emmaresi için, bu fedâyı yapıyor. İnsanın akıl ve kalbi, başkalarının varlığından rahatsız olmaz; nefs-i emmâresi, rahatsız olur. Çünkü bu seviyedeki birisi, nefsiyle birdir, beraberdir. Âyetin hükmü uygulanırsa, içte hala konuşan, kendini haklı gören, savunan bir geveze devamlı konuşur. İşte o, “ nefs-i emmâre ” dir. Yani âyet kişiye bir turnusol vuruyor: Senin içinde şer meyilleri var, hayır meyilleri var. Şer meyilleri, nefs-i emmâreden gelir; hayır meyilleri ruhtan, kalpten gelir. Kalbin muhatabının haklılığından rahatsız olmaz! İstersen dene, ona hak ver; bak nasıl için ferahlayacak! Fakat nefsin muhatabının haklılığından rahatsız olur.

* Erkekte ruh, celâlî; nefs, cemâlidir… Kadında ruh, cemalli; nefis, celallidir. Fakat ruh ve kalb, sırat-ı müstakim üzeredirler. Bu cihetten hayırlıdırlar. Fakat nefis, ifrat-vasat-tefrit üç hali de yaşayabilecek şekilde sınırsızdır. Tezkiye ve terbiye görmeyen nefis, iki hal sergiler: İfrat ve tefrit… Yani ya hep, ya hiç… Birisini sevse, “ O melektir; kusursuzdur ” diye sever ( İFRAT ); ondan nefret etse “ O şeytandır; onda hiçbir hayır yok ” diye kızar. ( TEFRİT ) Oysa hayır, vasattadır. Erkek nefsinde cemalî isimler hâkimdir. O nefs, bir kadındır. Kendini en güzel hisseder; başkasının güzelliğine tahammül edemez. Bu güzelliğini satmak için her yolu dener. (Hod-furuş) Takdir edilmekten zevk alır. (Hod-gâm) Bu sefer daha çok hünerlerini sergiler; ta ki daha çok takdir alsın… Fakat bu pazarlamayı, başkalarının nefsine değil; ruhuna yapar. Kadın nefsinde ise izzet, azamet gibi vasıflar vardır. Bu cihetten başka kadınların nefsinden kendisini daha üstün olduğunu düşünür, onları ezmekten zevk alır. Onlarla yarışa girer. Nefis tezkiyesi, erkeğin nefsini cemallendirerek ruhun celaline cemal ekler; “ kemalli erkek ” ortaya çıkar. Kadında ise, nefsin celali hayırlı hale getirilerek kadının ruh cemaline nefis celali de eklenir “ Kibriyalı kadın ” ortaya çıkar. Hatice-i Kübrâ ( Büyük Hatice ) gibi…

* Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever: Sevme ( muhabbet ), sahibini kör eden bir özellik… Yani sevilenin kusuruna kör oluyorsun… İnsan kendini zâtî muhabbetle sevince, kendi kusurunu nasıl görebilsin! Her kişide ilk başta böyledir. O halde insanı uyandıracak bir mürşid lazım. Burada 1. Düstur şu: “ Aczini gör! ” Çünkü en rahat o görünüyor. Nefse sorsak: “ Şu gökyüzünü, sen mi kurdun? Hayır, diyecek! Güneşi sen mi yaktın, ayı sen mi taktın; yeri sen mi yeşillikle serdin, rızıkları sen mi yaptın, dağları sen mi diktin, denizi sen mi döktün, çiçekleri sen mi ektin? Hepsine hayır, hayır, hayır diyecek… Çünkü yapmaktan âciz, yapacak gücü yok; ne yapabilir ne de idare edebilir…” İşte nefsin rahatça görülen ilk kusuru… Böyle kusurlu olan mı medhedilir, sena edilir, ona hamd edilir yoksa yeri-göğü yapan; ayı-güneşi takan; baharı-yazı getiren; hayatı-nimetleri veren; insanı merkeze koyan mı? Nefis böyle deyince “ Evet, hamd Onadır ” diyor. Hamd, bir işi yapana aittir. Yapan, hak eder. Hamd öyle ise, hakkadır. O halde, bir işi yapan kim ise, hamd onadır. Yapmak, kudretle olur. O halde, kudret kiminse, hamd Onundur. Evet, kendini aklama, “ Sen, âcizsin! ” Âciz olan, ezilmeye, büzülmeye mahkumdur. Fakat kula ezilme, hakka ezil… Kulun hakkı karşısında ezil ki, onlar da senin hakkın karşısında ezilsin.

* Önce muhabbet; sonra fedâ; sonra medih ve sena. Yani hamd… Bu güzellik anındaKötülük anında ise sevdiğine toz kondurmama kısmı… Bu da önce tenzih ve tebrie; sonra takdis ve kusuru kendine yakıştıramama; sonra şiddetle müdafaa… Yani Halık’a ait tesbih ve tahmid cihazları, yine çalışıyorlar ama kula karşı… Akıl, tesbih âletidir; tenzih, tebrie ve takdisi o yapar… Kalp, tahmid âletidir; medih, sena ve hamdi o yapar… Nefs ise, bu cisim kulübesinin kraliçesidir.

* Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder: Yani mutlak ve sınırsız manada över.

* Mâbuda lâyık bir tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie eder: Yani insan mutlaka bir ilahı kabul eder. Bu ilahı medheder ve sena eder. Yani insan, “ hamd makinası ” dır. Bu ilah, ya kişinin nefs-i emmâresidir, nefsinin “ hevâ ” sıdır. Veyahut bu ilah, Allah’tır. O Mâbud, Kadir-i Zü’l-Celal’dir; bu cihetten tenzih ve takdis edilir. Hem O Mâbud, Rahîm-i Zü’l-Cemal’dir bu cihetten, medih ve sena edilir. Hevâ, nefsin kanunları ve koyduğu yasaklardır. Nefsin zaruri ihtiyaçlarına yönelik aşırı düşkünlüğü ve emrine “ hevâ ” denilir. Nefsin gelip geçici arzularına ise “ heves ” denilir. Hevâ, müstebiddir ( baskıcı ). Heves ise, tahakküm edicidir ( hükmetmeye çalışıcı ). (Sözler, Lemeat )

* Meayib, utandırıcı kusurlar demektir. Cevşen 72. Bâbı’nda der: İlah, Samed-i Bilâayb’dir. Yani utandırıcı hiçbir kusuru olmayan Samed kim ise Odur İlah… Yani İlah, Mutlak Mükemmel olmalı…

* Bir şeyi ilah edinmenin alametleri: Onu görmek, Ona güvenmek, Onu beğenmek

* Kendini görme, zâtına ve iradesine odaklanma demektir. (Hod-bîn) Kendine güvenme, kuvvet ve kudret ile alakalıdır. Kudret ile iş görülür. İş görücü vasfa, itimad edilir. (Hod-gâm) Kendini beğenme, ilim ve akılla ilgilidir. (Hod-pesend) Kendi fikrini beğenen, başka fikri beğenemez. Fikrini en güzel gören, fikriyle amel eder. Bu 3 aşamanın ilki çok kolay yapılır. İkinci aşamada müdahale edilebilir. Çünkü âcizlik görülebilecek kadar açıktır. Kendi âcizliğini gören, kendini aklayamaz.

* Bu mertebede, nefis ve nefsten dolayı kalp kirlidir. Bu ilk aşamada tavsiye, kendini tezkiye etmemek (ben manen kirli değilim dememek) ve tebrie etmemek (kendini aklamamak) şeklindedir. Bu yapılırsa nefis, tezkiyeye mazhar olur; kalb de, tathîre… Allah, mutahhir-i kulub; müzekki-i nüfûstur.

* Üstad 1. Hatve’de, insana ruhunu ve ruhunun bu âlemde görünen kısımlarını gösterdi. Ruh, bu âleme kuvve-i melekiye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i şeheviye şeklinde 3 pencereden açılır. Bunlar sırasıyla akıl, kalb ve nefsi oluştururlar. Nefs, cemallidir; kalb, celallidir; akıl, kemallidir. Bunların toplamına, “ nefs ” ve “ ene ” denilir. Ruh, bunların köküdür. İlk Hatve’de, ister nefs-i emmare, ister kalp, ister akıl, isterse ruh olsun Allah’tan ve Hakiki Zât olan Zât-ı Akdes’ten başka her bir şey âciz-i mutlaktır, kısmını ders veriyor. Her şey Onun kudretiyle vücuda gelir, her şey Onun kudretiyle vücudda kalır. Her şey Onun kudretiyle korunur, her şey Onun kudretiyle beslenir, her şey Onun kudretiyle yolunu bulur. O, vücudun ve vücuddaki her şeyin Kayyum’udur. İşte kendi aczini gören, idrak eden ve hisseden kişi kendine dayanmaz, kendi kuvvetine dayanmaz, dayanamaz. Böyle birisi, kendisine mutlak emniyet verecek bir mutlak kudret arar. Onun kudretinin mutlak emniyet vericiliğini hissetmek ister. Bunun da yolu aczini hissetme çapını büyütmektir. Bu da musibet, hastalık ve acılarla yüz yüze gelmekle; nefsine gönüllü açlık, susuzluk ve sıkıntı çektirmekle olur. Neden insan kudret sırlarını bilemez ve hissedemez? Çünkü kendi kuvvetine güveniyordur… Nefsin kendini aklamasına engel olmak, onun açısından bir musibettir, acı vericidir. Çünkü aczini hisseder. Bunu ona hissettirecek makam kişinin kendisidir. Kendini tenkid etmeyen, kendi kusurunu göremez; kendi kusurunu göremeyen, düşmanını bilemez. Nefis yılanı ile, sarılıp uyur. Onun ısırıklarını da, öpücük zanneder.

İkinci Hatvede: 

Velâ tekûnü kellezîne nasullâhe feensâhüm enfüsehum ” ( Haşir suresi, 19 ) dersini verdiği gibi: Kendini unutmuş, kendinden haberi yok. Mevti düşünse, başkasına verir. Fena ve zevali görse, kendine almaz ve külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifâde-i huzuzât makamında nefsini düşünmek, şiddetle iltizâm etmek, nefs-i emmârenin muktezasıdır. Şu makamda tezkiyesi, tathiri, terbiyesi; şu hâletin aksidir. Yâni nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemek. Yâni huzuzât ve ihtirasatta unutmak ve mevtte ve hizmette düşünmek…

* 2. Hatve: Buradaki âyet de “ Tekûnü ” diyor, “ Yekûnü ” demiyor. Çünkü nefis, işine gelen zamanlarda ve özellikle sıkıntılı anlarda ferahlamak için Allah’ı hatırlıyor. Fakat menfaati olduğu noktada, unutmak istiyor. Çok açken güzel bir yemeği yiyişinde Allah hiç aklına gelmez…

* Âyet der ki: Allah’ı devamlı hatırlayana ve unutmayana, Allah da, onun hakiki cephelerini hatırlatır. Böylece “ sâlih ” lerden olur. Yoksa Allah’ı unutanlara, Allah da onların gerçek cephelerini unutturur. Böylece “ fâsık ” lardan olur. O halde insanın iki yüzü var: Aslî yüz ve emânet yüzEmanet yüzde, İlâhî vasıfların bir cilvesi var. Kendisine güvenilen kuvvet, beğenilen ilim, kendisine odaklanılan irade ve şuur bu cihettedir. Bu cihete dalan ve ilerleyenler firavun ve nemrud olurlar. Aslî yüz ise, mutlak acz, mutlak fakr, mutlak cehalet, mutlak gaflet gibi menfi vasıflardır. İşte kendindeki parıltıya odaklanan kişi, kendi Zâtını görür, kendi kuvvetine dayanır, kendi ilmini beğenir, kendi zâtını sever ve daima kendi zâtını düşünür. (Hon-endiş) İnsan bir anda yalnızca bir şeye aşk ile odaklanabilir ve onu düşünebilir. Böyle kendi kendisine aşk ile odaklanan birisi, Allah’ı unutur. Bu sefer de Allah ona onun aslî cephesini unutturur. Kendi muhabbetiyle sarhoş olan kişi, nefs-i emmâresinin çirkin ve kusurlu yüzlerini görmez, göremez, görmek istemez.

* … dersini verdiği gibi: Çünkü âyet çok güzel bir sistemle sebep-sonuç bağlarını ve derinliğini veriyor. Bu cihetten bir ders-i hakikattir. İnsanın hakikatini ve Allah ile bağını bildiriyor. Allah ile bağın kopuşunun tarzını, kopunca ne olacağını adım adım bildiriyor.

Kendini unutmuş, kendinden haberi yok: Bir şeyi unutan, onu düşünmez. Düşünmeyen, bilemez. Bilmede derinleşmeyen, meselenin sırrına eremez. Sırrına eremeyen, şuurunda olamaz. Şuurda derinleşmeyen, haberinde olmaz. İnsan kendini tanımayınca, kendini ilah zanneder. Kendini bilen, İlah olamayacağını da bilir. Kendini derinliğine tanıyan kişi, Allah’a ayna olmak için var edildiğini; dünyaya da bunun için gönderildiğini idrak eder. Allah için yaşamanın, Allah için olmanın kıymetini fark eder. Yoksa “ istiğna ” içinde yaşar; tıpkı bir İlah gibi… Oysa o, “ ihtiyaç ” içindedir. Maddi hayat da, insanın Allah’a aynalık denilen ebedî ihtiyacının gerçekleşmesi ve tatmini içindir.

* Mevti düşünse, başkasına verir: Nefs-i emmâre, ölümünü düşünmek istemez. Bir kişi ölümünü düşünmüyorsa veya düşünmekten kaçıyorsa onun nefsi, emmâredir. Kur’an der: “ Allah’ın velisi olduğunu iddia edenler, kendi ölümlerini temenni etsinler. Onlar ebediyen temenni edemezler; çünkü Allah dostu değiller. ” (Cuma Suresi, 6-7)

* Fenâ ve zevâli görse, kendine almaz: Yani yaşlandığını kabullenmez, dilde kabullense de özde kabullenmez. Kendini daima genç, —erkekse— kuvvetli ve yakışıklı, —kadınsa— güzel ve cazip görür veya öyle görmek ister. Ölümü kendine bir türlü konduramaz. Kondurduğunda, morali sıfıra iner. Kendini aldatmak için çeşitli eğlencelere kaçar, gider. Unutunca, yok olacak diye düşünür…

* Emmâre nefis, külfetten; acı ve sıkıntıdan kaçar; fakat ücret almada, kendini düşünür. Hizmet noktasında kendini unutur: “ O, Allah’ın ve Resulünün işidir ” der. Ama hazlardan, paylardan faydalanma noktasında nefsine şiddetle taraftardır. “ Benim de payım var. Ben de tatmalı ve faydalanmalıyım ” diye düşünür.

* Bu makamda 3 şey var: Nefis, tezkiye edilir. Kalb, tathir edilir. Ruh, terbiye edilir. Fakr ciheti, insanın her noktasına bakıyor. İnsan maddi dünyaya ve içindekilere muhtaç, Allah değil.

* Allah insana, emânet ettiği vasıflarla aslında bir tanıtma yapıyor. “ Bunlar cüz’îleri, bunların küllîleri de var. Bunları maddi hayatla, şuurluca tattın. Bunların küllilerini de, ubudiyet ile taleb et ” diyor. Yani fakrını işlet. Fakir ve muhtaç olan kuldur; Ganiyy ve Müstağni olan yani Samed olan İlah’tır. İlk Hatve, nefse acz içinde kusurunu gösterdi; bu Hatve ise ihtiyaç denilen yokluk içinde kusurunu gösteriyor. Çünkü zengin olan mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Oysa insan bütün her şeye muhtaç iken, tasarruf edebildiği daire elinin ulaştığı kadar… Fakat gözünün, kulağının, aklının, hayalinin ulaştığı daire tasavvur edilemez. O dairenin tamamına muhtaçtır. Bu ihtiyaç ve elde olmama yokluğu nefse acı verir. Tek çâre bu mülkün Mâlikine memlûk olmak… İlk Hatve aczi noktasında Allah’ı Seyyid-i Kadir ve Seyyid-i Kerîm olarak gösterir; bu Hatve ise Mâlik-i Rahîm… İlk Hatve, “ abd ” olma ve “ ubudiyet ” i netice verir; İkinci Hatve ise “ memlûk ” olma ve “ memlûkiyet ” i… İlki şahsı, Allah ismine bağlar; bu Hatve ise Rahman ismine… Rahman’ın bütün mülkü ve içindekiler bu fakrını ihtiyaç ve iştiyak, muhabbet ve aşk derecesine getirenin olur. Mülkte tasarruf, Rahmân’a; mülkten istifade, memlûke aittir. Mülkten faydalanma bedeli ise, hamd, medih, sena, minnet, muhabbet ve medyûniyet ( kendini borçlu hissetme ) hisleridir.

* Dünya hayatı ve imtihanı; maddi vücud ve hayat, ruhun bütün cihetleriyle küllîleşmesi ve istidadını açması ve yaşaması amaçlıdır. Bu şekilde aklı, kalbi, nefsi küllileşen bir kişi Büyük İnsan olur. Yani Kâinat… Kâinatta yansıyan İlâhî Nur, kâinat çapında Ondan insanlara yansır.

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: