Ali Ulvi Kurucu ve muhteşem Önsöz

Tarihçe-i Hayat’ın Önsöz’ü nasıl yazıldı?

Ali Ulvi Kurucu, Önsöz’ü yazması için, Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi Atıf Ural’dan takdirkâr bir mektup alır. Sonrasını kendi ağzından dinleyelim:
“Sanki bir lav gibi gönlümü yakan bu mektubu okuduktan sonra, Risâle-i Nur Külliyatı’nı mütâlâaya koyuldum. Kalbim yanarken, iç âlemimin İslâm’ın nuru ile aydınlanıp, Kur’ân-ı Kerim’in feyziyle dolup taştığını müşahede ettim. O günlerde bir gece rüyada Üstad Bediüzzaman Hazretlerini gördüm. Rü’yânın safahatı şöyleydi:
“Üstad Hazretleri bir yerde sohbet yapacaklarmış. O sohbeti dinlemek için gittim. Oraya varınca şöyle bir sahneyle karşılaştım: Sultanahmet Camii’ni andıran çok muhteşem ve aynı zamanda son derece ruhanî bir mekân idi. Merhum Üstad, oturdukları yerde konuşuyorlardı. Sanki vaaz veriyorlar ve ders okutuyorlar gibi, bir fikrin telkinine çalışıyorlar gibi tavır ve hareketlerle sohbetlerine devam ediyorlardı. Fakir, salona girince ayağa kalktılar, beni yanlarına çağırdılar. Sağ taraflarına beyaz bir çarşaf serdikten sonra fakiri kucaklayıp şu şekilde hitap ettiler: ‘Sen bugünden itibaren en aziz kardeşlerimden oldun. Bundan böyle duâlarımın başındasın. Bu beyaz çarşafı senin için hazırlamıştım. Sen buraya oturacaksın.’
“Uyandığımda, varlığımın her zerresinin nura gark olduğunu hissettim. Günlerce o mânevî, İlâhî tesirin altında kaldım.
“O günlerde Atıf Ural’dan bir telgraf aldım. Şöyle diyordu: ‘Muhterem ağabeyimiz! Tarihçe-i Hayat, matbaada dizildi. Önsözü bekliyoruz.’ Bunun üzerine eve kapanıp bir müddet kütüphaneye gitmemeye karar verdim. ‘Bismillahirrahmanirrahim vebihî nesteîn’ diyerek önsözü yazmaya başladım. Öyle müstesna bir fütuhata mazhar oldum ki, uzun sayılabilecek önsözü 24 saat zarfında yazdım ve hemen postayla gönderdim.”
(Ali Ulvi Kurucu, Gecelerin Gündüzü, Neşre Hzr: M. E. Düzdağ, Marifet Yay., s. 291)

İşte Risale-i Nur külliyatından, Tarihçe-i Hayat’ın o muhteşem Önsöz’ü ;

Önsöz

Bu önsöz Medîne-i Münevverede bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır.

Büyük İkbal’e ait olan “Önsöz”de demiştim ki, “Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvî menkıbeler söylenip, azîz hatıraları anılırken, insan başka bir aleme girdiğini hissediyor, gönlünü, ter temiz sevgi hislerinin ulvî ateşi yakıyor ve İlahî feyzi sarıyor. Tarih, öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nispetle küçük kalır.

Tarihe şerefler veren erler anılırken,

Yükselmede ruh en geniş alemlere, yerden.

Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden,

Geçmiş gibi Cennetteki gül bahçelerinden.

Bu derin hakîkati, “Önsöz”ü yazarken bütün azamet ve ihtişamıyla idrak etmiş bulunuyorum. Zîra, azîz ve muhterem okuyucularımıza en derin bir ihlas ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser, hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası binlerle harikaya sahne olan gönüller fatihi büyük üstad Bediüzzaman Said Nursî’ye, onun yüz otuz parçadan ibaret olan Risale-i Nur külliyatına ve ahlak ve fazîletleri, ihlas ve samîmiyetleri, îman ve irfanları ile hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık alemine ter temiz örnekler vermekte devam eden Nur Talebelerine aittir.

Bir kitabın “Mukaddeme”sini, o kitabın hülâsası diye tarif ederler. Halbuki, her mevzûu müstakil bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını böyle birkaç sahîfelik mukaddimeye sığdırmak kâbil midir?

Bugüne kadar, acizane yazdığım manzum ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh, bu eseri derin bir zevk, İlahî bir neşe ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki, Bediüzzaman çocukluğundan beri müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlahî tecellîlere mazhar olan bam başka bir alim ve mümtaz bir şahsiyettir.

Ben, bu büyük zatı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tetkik edip de, o nur aleminde hissen, fikren ve rûhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arap şairinin bir beyti ile, çok derin bir hakîkati ifade ettiğini öğrendim: “Bütün alemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakka zor gelmez. “

Gâyesinin ulviyetinden, davasının ihtişamından ve îmanının azametinden feyiz ve ilham alan bu kutbun cazibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır.

Akıllara hayret veren bu ulvî hadise münkirleri kahrettiği gibi, müminleri de şad ve mesrûr eylemekte devam edip gidiyor.

Îmanlı gönüllerde manevî bir rabıta halinde yaşayan bu İlahî hadiseyi büyük bir mücahid, kalpleri vecd içinde bırakan bir üslûpla, bakınız nasıl ifade ediyor:

“Ahlaksızlık çirkefinin bir tûfan halinde her istikâmete taşıp uzanarak her fazîleti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun, yani Bediüzzaman’ın feyzini bir sır gibi kalpten kalbe mukâvemeti imkansız bir hamle halinde intikal eder görmekle tesellî buluyoruz… Gecelerimiz çok karardı; ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.”

Evet, bir sır gibi kalbden kalbe mukâvemeti imkansız bir halde yayılıp dağılan bu nûrun memleketin her köşesinde feyiz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: “Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Tuttuğu yol bir tarîkat mi, bir cemiyet mi, yoksa siyasî bir teşekkül müdür?”

Bununla da kalmadı; derhal, gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takipler ve pek ciddî tetkikler, uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti. Neticede, bu İlahî tecellînin gönüller ülkesine kurulan bir “îman ve irfan müessesesi”nden başka bir şey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlahî bir sûrette tecellîsi şu şekilde zuhur etti:

Bediüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraeti kararı resmen ilan edildi. Ve artık, rûhun maddeye, hakkın batıla, nûrun zulmete, îmanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlahî kânunların başında gelen bir hakîkat olduğu güneşler gibi belirdi.

Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakîkatini, sadakat ve samîmiyetini gösteren en gerçek miyar, davasını ilana başladığı ilk günlerle muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimai, uzvî ve rûhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler. Mesela, o adam ilk günlerde mütevazı, alicenap, feragat ve mahviyetkar; hülâsa, bütün ahlak ve fazîlet bakımından cidden örnek olan gâyet temiz ve son derecede mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup, hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neşesiyle birçok büyük sanılan kimseler gibi, yere göğe sığmaz mı olmuş? İşte, büyük küçük herhangi bir dava ve gâye sahibinin mahiyet ve hakîkatini, şahsiyet ve hüviyetini en hakîki çehresiyle aksettirecek olan en berrak ayna budur. Tarih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvela peygamberler ve bilhassa Sultanü’l-Enbiya Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz, sonra onun halîfe ve Sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar vermişlerdir.

Peygamber Efendimiz, şu, yani “Alimler peygamberlerin varisleridirler” hadîs-i şerifleriyle, alim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i’cazkar belagatları ile beyan buyuruyorlar. Zîra, madem ki bir alim, peygamberlerin varisidir; o halde, hak ve hakîkatin tebliğ ve neşri husûsunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lazımdır (her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum; daha beteri takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrit, zehirlenme, îdam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…)

İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım süratiyle aşan ve peygamberlerin varisi olan bir alim olduğunu amelî bir sûrette ispat eden bir zattır.

Kendisinin ilmî, ahlakî, edebî birçok fazîlet ve meziyetleri arasında beni en çok meftûn eden şey, onun o dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan îmanıdır. Rabbim, o ne muazzam îman, o ne bitmez ve tükenmez sabır, o ne çelikten irade; hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tazip ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!

Büyük İkbal’in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neşesi ile, vaktiyle yazdığım “Mücahid” unvanını taşıyan bir manzûmede, aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şairane bir mübalağada bulunduğumu söyleyenler olmuştur.

Lakin şu mukaddimesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecd ile dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allah’ın ne kulları varmış. Eğer bir îman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne harikalar doğururmuş?

Bir azm, eğer îman dolu bir kalbe girerse,

İnsan da o îmandaki son sırra ererse,

En azgın ölümler ona zincir vuramazlar,

Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar.

Rabbimden, iner azmine kuvvet veren ilham;

Peygamberi rüyada görür belki her akşam.

Hep nur onun îman dolu kalbindeki mihrab;

Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtab.

Kar, kış demez; irkilmez, üzülmez, acı duymaz;

Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.

Cennetteki alemleri dünyada görür de,

Mahvolsa, eğilmez sıra dağlar gibi derde.

En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa;

Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,

Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez,

Rûhundaki îmanla yanan meşale sönmez.

Kalbinde yanardağ gibi îman ne mukaddes!

Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:

Ey yolcu, şafaklar sökecek durma, ilerle,

Zulmetlere kan ağlatacak meşalelerle.

Yıldızlara bas, çık; yüce alemlere yüksel,

İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el.

Sanki, bu mısralar îman kahramanı büyük mücahid Bediüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zîra bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. Cenab-ı Hak, şu ayet-i kerîmede, bakınız, mücahidlere neler vaad ediyor:

Meal-i Şerîfi: Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle (Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle) beraberdir.

Demek ki, îman ve Kur’ân uğrunda, candan ve cihandan en mücahidlere, büyük Allah, hakîkat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. Haşa; Cenab-ı Hak vaadinde hulf etmez; yeter ki, bu azîm va’d-i İlahîyi îcap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.

Bu ayet-i kerîme, Üstadın karakter ve şahsiyetini tahlil husûsunda bize nurdan bir rehber oluyor ve o nûrun billûr ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zîra, madem ki bir insan Cenab-ı Hakkın hıfz ve himayesinde bulunmak nîmetine mazhar olmuştur; artık onu için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma, vesaire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.

Allah’ın nûru ile nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzûr-u İlahîde bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fanî emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespaye gâye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve tesellî edebilir?

Allah’tır onun yarı, mürebbîsi, velisi;

Andıkça, bütün nur oluyor duygusu, hissi.

Yükselmededir marifet iklimine her an,

Bambaşka ufuklar açıyor rûhuna Kur’an.

Kur’an ona yad ettiriyor, “Bezm-i Elest”i,

Aşık, o tecellînin ezelden beri mesti.


İşte, Bediüzzaman böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer vaaz ve irşad kürsüsüdür; oradan insanlığa ulvî bir gâye uğrunda sabır ve sebat, metanet ve celadet dersleri verir. Hapishaneler birer Medrese-i Yûsufiyeye inkılap eder; oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zîra oradakiler, onun feyz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir. Her gün birkaç vatandaşın îmanını kurtarmak ve canileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.

Böyle bir yüksek îman ve ihlas şuuruna malik olan insan, hiç şüphesiz ki, zaman ve mekan mefhumlarının fanîler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde aleminde bırakarak, rûhu ile maneviyat aleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir. Büyük mutasavvıfların (r.a.) fenafillah, bekâbillah diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî şerefe nail olmaktır.

Evet, her müminin kendine mahsus bir huzur, huşû, tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes, îman ve irfanı, salah ve takvası, feyiz ve maneyivatı nispetinde bu İlahî hazdan feyizyab olabilir. Lakin, bu güzel hal, bu tatlı visal ve bu emsalsiz haz, geçen ayet-i kerîmedeki ihsan erbabı olan o büyük mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar bu sebepten dolayıdır ki, Mevlayı unutmak gaf letine düşmüyorlar. Nefisleri ile, aslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lahzası, en yüksek terakkî ve tekamül hatıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları o Cemal, Kemal ve Celal sıfatları ile muttasıf olan Rabbü’l-Alemînin rızasında erimiş bulunuyorlar.

Mevla; bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin, amin.

Yukarıdaki sahifelerde, Büyük Üstadın, dostlarını meftûn ve hayran ettiği kadar da düşmanlarını dehşetler içerisinde bırakan azametli îmanından bahsettik. Biraz da mümtaz şahsiyeti, nurdan bir hale halinde sarmakta olan üstün meziyetlerinden, ahlak ve kemalatından bahsedelim.

Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh, Üstadın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:

Feragat

Bir dava sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet şartlarının en mühimmi feragattir. Zîra gözler ve gönüller bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın bütün hayatı ise, baştan başa feragatin şaheser misalleriyle dolup taşmaktadır.

Allame Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: “İslam, bugün öyle mücahidler ister ki, dünyasını değil, ahiretini dahi feda etmeye hazır olacak.

Büyük adamdan sadır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım. Vaktaki aynı sözü Bediüzzaman’ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca, anladım ki, büyüklere göre feragatin ölçüsü de büyüyor.

Evet, İslam için bu kadar acıklı bir feragate katlanmaya razı olan mücahidleri, Erhamürrahimîn olan Allah-ı Zülkerîm Teala ve Tekaddes Hazretleri bırakır mı? O fedai kulunu lütuf ve kereminden, inayet ve merhametinden mahrum etmek şanına (hâşâ) yakışır mı?

İşte, Bediüzzaman, bu müstesna tecellînin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşrû lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mesut bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat, Cenab-ı Hak, kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fanî kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.

Bugün, dünyada hangi bir aile reisi manen Bediüzzaman Hazretleri kadar mesuttur? Hangi bir baba, milyonlarla evlada sahip olmuştur? Hem de nasıl evlatlar!. Ve hangi bir üstad, bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?

Bu kudsî ve rûhî rabıta (Biiznillahi Teala) dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünkü, bu İlahî dava, Kur’an-ı Kerîmin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur’an’dan doğmuş ve Kur’an’la beraber yaşayacaktır.

Şefkat ve Merhameti

Büyük Üstad, hak ve hakîkati ta çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve rûhunun münacatını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile, ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir “Arif-i Billah” idi.

Lakin, karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kabusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir aslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes davaya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnîdir ki, o günden beri, her sözü bir dilim lav, her fikri bir ateş parçası olmuş; düştüğü gönülleri yakıyor, hisleri, fikirleri alevlendiriyor.

Büyük Üstadın tam bir uzlet ve inzivadan sonra, tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazalî’nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir. Demek ki, Cenab-ı Hak, büyük mürşitleri, böyle, bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebepledir ki, bir ma-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalplere akseder etmez, bam başka tesirler icra ediyor.

Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazalî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlak ve fazîlet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, bu asırda, Bediüzzaman îman ve ihlas vadisinde başarmıştır.

Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:

“Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!.. ”

İstiğnası

Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir.

Masivadan tam manasıyla istiğna ederek, uzvî ve rûhî bütün varlığı ile Rabbü’l- Alemînin bitmez ve tükenmez hazînesine dayanmayı müddet-i hayatında bir îtiyad değil, adeta bir mezhep, meşrep ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da, ne pahasına olursa olsun, sebat eylemekte hala devam etmektedir.

İşin orijinal tarafı, bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur Talebesinin istiğnasına hayran olmamak kâbil değildir.

Bakınız, Üstad, Mektûbat ünvanını taşıyan şaheserin “İkinci Mektub”unda, bu mühim noktayı altı vecihle ne kadar asil bir îman ve irfan şuuru ile izah eder:

Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cerr etmekle itham ediyorlar. ‘İlmi ve dîni kendilerine medar-ı maîşet yapıyorlar’ deyip, insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh, bunları fiilen tekzib lazımdır.

İkincisi: Neşr-i hak için, enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler diyerek, insanlardan istiğna göstermişlerdir.”

İşte, Risale-i Nur külliyatının mazhar olduğu İlahî fütuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve harikulade neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihan-kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.

Artık herkesin, uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle asla alakası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fatihi olmaz? Îmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nûru ile dolmaz?

İktisatçılığı

İktisat, bundan evvel bahsettiğimiz istiğnanın tefsir ve izahından başka birşey değildir. Zaten, iktisat sarayına girebilmek için, evvela istiğna denilen kapıdan girmek lazımdır. Bu sebeple, iktisatla istiğna, lazımla mülzem kâbilindendir.

Üstad gibi, istiğna husûsunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı, kendiliğinden husûle gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır. Ve artık ona, günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kafi gelebilir. Zîra bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi Lamartin’in dediği gibi, “Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor.”

Üstadın meşrep ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zîra, bu büyük insanın yüksek iktisatçılığını manevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lazım gelir.

Mesela, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil, bilakis fikir, zihin, istidat, kâbiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dahîdir. Ve bütün ömrü boyunca, bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usûlünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh, bir Nur Talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zîra, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.

İşte, Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) olduğunu, yetiştirdiği ter temiz nesille fiilen ispat etmiş ve iktisat tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahîfe daha ilave eden bir nadire-i fıtrattır.

Tevazu ve Mahviyetkarlığı

Nur Risalelerinin bu kadar harikulade bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü, Üstad, sohbet ve teliflerinde, kendine bir “Kutbü’l-Arifîn” ve bir “Gavsü’l-Vasılîn” süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gâyesini benimsemiştir.

Mesela, ahlak ve fazîlete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegane muhatabı öz nefsidir. Oradan, merkezden muhîte yayılırcasına, bütün nur ve sürûra, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır.

Üstad, husûsi hayatında gâyet halîm selîm ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için azamî fedakarlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ıztırap ve mahkumiyetlere katlanır (fakat îmanına, Kur’an’ına dokunulmamak şartıyla). Artık, o zaman bakmışsınız ki, o sakin deniz, dalgaları semalara yükselen bir tûfan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünkü o, Kur’an-ı Kerîm’in sadık hizmetkarı ve îman hudutlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. Kendisi bu hakîkati veciz bir cümle ile şu şekilde ifade eder:

“Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silahını bırakmayacak. Ben de, Kur’ân’ın bir hizmetkarı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın; hak budur derim, başımı eğmem.”

Vazife başında ve cihad meydanında iken, şu mısralar lisan-ı halidir:

Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi;

Sinsi düşmanlara, haşa, satamam benliğimi.

Benliğimden uzak olmaktır esaret, bence;

Böyle bir zillete düşmek, ne hazîn işkence!

Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her anım,

Dest-i kudretle yapılmış kaledir îmanım.

Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşadım;

Görmek ister beni Cennette şehîd ecdadım

Rûhum oldukça müebbet, ebedîdir ömrüm;

En büyük vuslata, Allah’a çıkan yoldur ölüm.

Kitaba girmezden evvel, Üstadı ilmî, fikrî, tasavvufî ve edebî cepheleri ile de mütalaa etmek isterdim. Fakat, çok derin ve pek şümûllü olan bu mevzûların birkaç sayfa ile hülâsa edilemeyeceğini katî bir sûrette idrak ettikten sonra, artık, adı geçen mevzûlara birkaç cümle ile temas etmeyi münasip gördüm. Rabbim imkanlar lütfederse, bu derin mevzûları Risale-i Nur külliyatı ve Nur Talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil bir eserle, tahlilî bir sûrette tetkik ve mütalaa etmeyi, bütün rûhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük Üstadımızın ve azîz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim.

Üstadın İlmî Cephesi

Merhum Ziya Paşa, şu

“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz;

Şahsın, görünür rütbe-i aklı eserinde”

beyti ile, nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakîkati ifade etmiştir.

Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur külliyatı gibi muazzam bir îman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zatın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilata girişmek, öğle vakti, güneşi tarif etmek kadar fuzûli bir iştir.

Yalnız yanık bir şairimizin, “Hüsn olur kim, seyrederken ihtiyar elden gider” dediği gibi; hayatının her lahzasında İlahî tecellîlere mazhar bulunan bu mübarek zatın ilim ve irfanından, ahlak ve kemalatından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlahî bir haz veriyor. Bunun için, sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum. Üstad, Risale-i Nur külliyatında dinî, içtimaî, ahlakî, edebî, hukukî, felsefi ve tasavvufi en mühim mevzûlara temas etmiş ve hepsinde de harikulade bir sûrette muvaffak olmuştur. İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzûları, gâyet açık bir şekilde ve en katî bir sûrette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek, sahil-i selamete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır. Bu sebeple, Risale-i Nur külliyatını azîz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samîmiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz.

Nur Risaleleri, Kur’an-ı Kerîm’in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billur huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslüman’a düşen en mukaddes vazife, îmanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zîra, tarihte pekçok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kütlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mümin kardeşinin îmanının kurtulmasına sebep olur!

Üstadın Fikrî Cephesi

Malûm ya, her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında, takip ettiği bir gâyesi ve bütün gönlü ile bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gâye ve idealinden bahsetmek için, uzun mukaddemiler serdedilir. Fakat, Bediüzzaman’ın tefekkür sistemi, gâye ve ideali, uzun mukaddimelerle filan yorulmaksızın, bir cümle ile hülâsa edilebilir: “Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegane davaları olan Hâlık-ı Kainatın ulûhiyet ve vahdaniyetini ilan; ve bu büyük davayı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir.

“O halde Üstadın mantık, felsefe ve müspet ilimlerle de alakası var?”

Evet, mantık ve felsefe, Kur’an’la barışıp, hak ve hakîkate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümûl davasını ispat vadisinde kullandığı en parlak delilleri ve en katî bürhanları, Kur’an-ı Kerîm’in Allah kelamı olduğunu her gün bir kat daha ispat ve ilan eden “müsbet ilim”dir.

Zaten, felsefe, aslında hikmet manasına geldikçe, Vacibü’l-Vücud Teala ve Tekaddes Hazretlerini, zat-ı Barîsine layık sıfatlarla ispata çalışan her eser, en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.

İşte Üstad, böyle ilmî bir yolu, yani Kur’an-ı Kerîm’in nurlu yolunu takip ettiği için binlerle üniversitelinin îmanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin, bu hususta haiz olduğu ilmî, edebî ve felsefi daha pekçok meziyetleri vardır. Fakat, onları eserlerinden misaller getirerek, inşaallah, müstakil bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahittevfîk.

Tasavvuf Cephesi

Nakşibendî meşayihinden, her harekatını Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin harekatına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir alim olan bir zata sordum:

“Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvıfe arasındaki gerginliğin sebebi nedir?”

“Ulema, Resûl-i Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline varis olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline varis olan bir zata ‘Zülcenaheyn,’ yani ‘İki Kanatli deniliyor. Binaenaleyh, tarîkatten maksat, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip, ahlak-ı Peygamberî ile ahlaklaşarak, bütün manevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakkın rızasında fanî olmaktır.

İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki, ehl-i hakîkattirler. Yani, tarîkatten maksut ve matlup olan gâyeye ermişler demektir. Fakat, bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz, matlup olan hedefe kolaylıkla erebilmek için, muayyen kâideler vaz eylemişlerdir. Hulasa, tarîkat şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkatten düşen şeriata düşer; fakat, maazallah, şeriattan düşen, ebedî hüsranda kalır.”

Bu büyük zatın beyanatına göre; Bediüzzaman’ın açtığı nur yolu ile, hakîki ve şaibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilaf yoktur. Her ikisi de rıza-i Barîye ve binnetice, Cennet-i alaya ve dîdar-ı Mevla’ya götüren yollardır.

Binaenaleyh, bu asil gâyeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin Risale-i Nur külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilakis, Risale-i Nur, tasavvuftaki murakabe dairesini Kur’an-ı Kerîm yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilave etmiştir.

Evet, insanın gözüne, gönlüne bam başka ufuklar açan bu tefekkür sebebiyle, sadece kalbinin murakabesi ile meşgul olan bir salik, kalbi ve bütün letaifi ile birlikte, zerrelerden kürelere kadar bütün kainatı azamet ve ihtişamı ile seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenab-ı Hakkın o alemlerde bin bir şekilde tecellî etmekte olan Esma-i Hüsnasını, sıfat-ı ulyasını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mabedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder. Çünkü içine girdiği mabed, öyle ulu bir mabeddir ki, milyarlara sığmayan cemaatin hepsi, aşk ve şevk, huşû ve istiğraklar içinde Hâlıkını zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanlan, şive, name, ahenk ve besteleri ile bir ağızdan diyorlar.

Risale-i Nur’un açtığı îman ve irfan ve Kur’an yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mabede girer; ve herkes de, îman ve irfanı, feyiz ve ihlası nisbetinde feyizyab olur.

Edebî Cephesi

Eskiden beri, lafız ve mana, üslûp ve muhteva bakımından, edipler ve şairler, mütefekkirler ve alimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûp ve ifadeye, vezin ve kâfiyeye kıymet vererek, manayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de, kendini, en çok şürde gösterir. Diğer zümre ise, en çok mana ve muhtevaya ehemmiyet vererek, özü söze kurban etmemişlerdir.

Artık, Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cephesi, bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zîra Üstad, o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzîm ve tertibi ile değil, bilakis, kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, îman şuurunun, ahlak ve fazîlet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dahîdir. Artık, bu kadar ulvî bir gâyenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fanî şekillerle meşgul olamaz.

Bununla beraber, Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulade denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifadesi, mevzua göre değişir. Mesela, ilmî ve felsefî mevzûlarda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gâyet veciz terkipler kullanır. Fakat, gönlü mest edip, rûhu yükselteceği anlarda, ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez. Mesela, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar aleminden ve Cenab-ı Hakkın o alemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûp o kadar latîf bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır; ve her tasvir, harikalar harikası bir alemi canlandırır.

İşte, bu hikmete mebnîdir ki, bir Nur Talebesi, Risale-i Nur külliyatını mütalaası ile, üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa, hissen, fikren, rûhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor.

Nasıl tatmin edilmez ki? Risale-i Nur külliyatı, Kur’an-ı Kerîm’in cihanşümûl bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda o mübarek ve İlahî bahçenin nûru, havası, ziyası ve kokusu vardır.

Rûhun, bu ihtiyacını söyler akan sular,

Kur’an’a, her zaman, beşerin ihtiyacı var.

Ali Ulvi KURUCU (R.A.)

üyük İkbal’e ait olan “Önsöz”de demiştim ki, “Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvî menkıbeler söylenip, azîz hatıraları anılırken, insan başka bir aleme girdiğini hissediyor, gönlünü, ter temiz sevgi hislerinin ulvî ateşi yakıyor ve İlahî feyzi sarıyor. Tarih, öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nispetle küçük kalır.”

“Tarihe şerefler veren erler anılırken,

Yükselmede ruh en geniş alemlere, yerden.

Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden,

Geçmiş gibi Cennetteki gül bahçelerinden.”


Bu derin hakîkati, “Önsöz”ü yazarken bütün azamet ve ihtişamıyla idrak etmiş bulunuyorum. Zîra, azîz ve muhterem okuyucularımıza en derin bir ihlas ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser, hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası binlerle harikaya sahne olan gönüller fatihi büyük üstad Bediüzzaman Said Nursî’ye, onun yüz otuz parçadan ibaret olan Risale-i Nur külliyatına ve ahlak ve fazîletleri, ihlas ve samîmiyetleri, îman ve irfanları ile hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık alemine ter temiz örnekler vermekte devam eden Nur Talebelerine aittir.

Bir kitabın “Mukaddeme”sini, o kitabın hülâsası diye tarif ederler. Halbuki, her mevzûu müstakil bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını böyle birkaç sahîfelik mukaddimeye sığdırmak kâbil midir?

Bugüne kadar, acizane yazdığım manzum ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh, bu eseri derin bir zevk, İlahî bir neşe ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki, Bediüzzaman çocukluğundan beri müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlahî tecellîlere mazhar olan bam başka bir alim ve mümtaz bir şahsiyettir.

Ben, bu büyük zatı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tetkik edip de, o nur aleminde hissen, fikren ve rûhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arap şairinin bir beyti ile, çok derin bir hakîkati ifade ettiğini öğrendim: “Bütün alemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakka zor gelmez. ”

Gâyesinin ulviyetinden, davasının ihtişamından ve îmanının azametinden feyiz ve ilham alan bu kutbun cazibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır.

Akıllara hayret veren bu ulvî hadise münkirleri kahrettiği gibi, müminleri de şad ve mesrûr eylemekte devam edip gidiyor.

Îmanlı gönüllerde manevî bir rabıta halinde yaşayan bu İlahî hadiseyi büyük bir mücahid, kalpleri vecd içinde bırakan bir üslûpla, bakınız nasıl ifade ediyor:

“Ahlaksızlık çirkefinin bir tûfan halinde her istikâmete taşıp uzanarak her fazîleti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun, yani Bediüzzaman’ın feyzini bir sır gibi kalpten kalbe mukâvemeti imkansız bir hamle halinde intikal eder görmekle tesellî buluyoruz… Gecelerimiz çok karardı; ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.”

Evet, bir sır gibi kalbden kalbe mukâvemeti imkansız bir halde yayılıp dağılan bu nûrun memleketin her köşesinde feyiz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: “Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Tuttuğu yol bir tarîkat mi, bir cemiyet mi, yoksa siyasî bir teşekkül müdür?”

Bununla da kalmadı; derhal, gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takipler ve pek ciddî tetkikler, uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti. Neticede, bu İlahî tecellînin gönüller ülkesine kurulan bir “îman ve irfan müessesesi”nden başka bir şey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlahî bir sûrette tecellîsi şu şekilde zuhur etti:

Bediüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraeti kararı resmen ilan edildi. Ve artık, rûhun maddeye, hakkın batıla, nûrun zulmete, îmanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlahî kânunların başında gelen bir hakîkat olduğu güneşler gibi belirdi.

Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakîkatini, sadakat ve samîmiyetini gösteren en gerçek miyar, davasını ilana başladığı ilk günlerle muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimai, uzvî ve rûhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler. Mesela, o adam ilk günlerde mütevazı, alicenap, feragat ve mahviyetkar; hülâsa, bütün ahlak ve fazîlet bakımından cidden örnek olan gâyet temiz ve son derecede mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup, hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neşesiyle birçok büyük sanılan kimseler gibi, yere göğe sığmaz mı olmuş? İşte, büyük küçük herhangi bir dava ve gâye sahibinin mahiyet ve hakîkatini, şahsiyet ve hüviyetini en hakîki çehresiyle aksettirecek olan en berrak ayna budur. Tarih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvela peygamberler ve bilhassa Sultanü’l-Enbiya Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz, sonra onun halîfe ve Sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar vermişlerdir.

Peygamber Efendimiz, şu, yani “Alimler peygamberlerin varisleridirler” hadîs-i şerifleriyle, alim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i’cazkar belagatları ile beyan buyuruyorlar. Zîra, madem ki bir alim, peygamberlerin varisidir; o halde, hak ve hakîkatin tebliğ ve neşri husûsunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lazımdır (her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum; daha beteri takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrit, zehirlenme, îdam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…)

İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım süratiyle aşan ve peygamberlerin varisi olan bir alim olduğunu amelî bir sûrette ispat eden bir zattır.

Kendisinin ilmî, ahlakî, edebî birçok fazîlet ve meziyetleri arasında beni en çok meftûn eden şey, onun o dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan îmanıdır. Rabbim, o ne muazzam îman, o ne bitmez ve tükenmez sabır, o ne çelikten irade; hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tazip ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!

Büyük İkbal’in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neşesi ile, vaktiyle yazdığım “Mücahid” unvanını taşıyan bir manzûmede, aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şairane bir mübalağada bulunduğumu söyleyenler olmuştur.

Lakin şu mukaddimesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecd ile dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allah’ın ne kulları varmış. Eğer bir îman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne harikalar doğururmuş?

Bir azm, eğer îman dolu bir kalbe girerse,

İnsan da o îmandaki son sırra ererse,

En azgın ölümler ona zincir vuramazlar,

Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar.

Rabbimden, iner azmine kuvvet veren ilham;

Peygamberi rüyada görür belki her akşam.

Hep nur onun îman dolu kalbindeki mihrab;

Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtab.

Kar, kış demez; irkilmez, üzülmez, acı duymaz;

Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.

Cennetteki alemleri dünyada görür de,

Mahvolsa, eğilmez sıra dağlar gibi derde.

En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa;

Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,

Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez,

Rûhundaki îmanla yanan meşale sönmez.

Kalbinde yanardağ gibi îman ne mukaddes!

Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:

Ey yolcu, şafaklar sökecek durma, ilerle,

Zulmetlere kan ağlatacak meşalelerle.

Yıldızlara bas, çık; yüce alemlere yüksel,

İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el.

Sanki, bu mısralar îman kahramanı büyük mücahid Bediüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zîra bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. Cenab-ı Hak, şu ayet-i kerîmede, bakınız, mücahidlere neler vaad ediyor:

-1-

Meal-i Şerîfi: “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle (Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle) beraberdir.”

Demek ki, îman ve Kur’ân uğrunda, candan ve cihandan en mücahidlere, büyük Allah, hakîkat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. Haşa; Cenab-ı Hak vaadinde hulf etmez; yeter ki, bu azîm va’d-i İlahîyi îcap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.

Bu ayet-i kerîme, Üstadın karakter ve şahsiyetini tahlil husûsunda bize nurdan bir rehber oluyor ve o nûrun billûr ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zîra, madem ki bir insan Cenab-ı Hakkın hıfz ve himayesinde bulunmak nîmetine mazhar olmuştur; artık onu için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma, vesaire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.

Allah’ın nûru ile nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzûr-u İlahîde bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fanî emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespaye gâye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve tesellî edebilir?

Allah’tır onun yarı, mürebbîsi, velisi;

Andıkça, bütün nur oluyor duygusu, hissi.

Yükselmededir marifet iklimine her an,

Bambaşka ufuklar açıyor rûhuna Kur’an.

Kur’an ona yad ettiriyor, “Bezm-i Elest”i,

Aşık, o tecellînin ezelden beri mesti.

İşte, Bediüzzaman böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer vaaz ve irşad kürsüsüdür; oradan insanlığa ulvî bir gâye uğrunda sabır ve sebat, metanet ve celadet dersleri verir. Hapishaneler birer Medrese-i Yûsufiyeye inkılap eder; oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zîra oradakiler, onun feyz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir. Her gün birkaç vatandaşın îmanını kurtarmak ve canileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.

Böyle bir yüksek îman ve ihlas şuuruna malik olan insan, hiç şüphesiz ki, zaman ve mekan mefhumlarının fanîler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde aleminde bırakarak, rûhu ile maneviyat aleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir. Büyük mutasavvıfların (r.a.) fenafillah, bekâbillah diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî şerefe nail olmaktır.

Evet, her müminin kendine mahsus bir huzur, huşû, tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes, îman ve irfanı, salah ve takvası, feyiz ve maneyivatı nispetinde bu İlahî hazdan feyizyab olabilir. Lakin, bu güzel hal, bu tatlı visal ve bu emsalsiz haz, geçen ayet-i kerîmedeki ihsan erbabı olan o büyük mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar bu sebepten dolayıdır ki, Mevlayı unutmak gaf letine düşmüyorlar. Nefisleri ile, aslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lahzası, en yüksek terakkî ve tekamül hatıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları o Cemal, Kemal ve Celal sıfatları ile muttasıf olan Rabbü’l-Alemînin rızasında erimiş bulunuyorlar.

Mevla; bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin, amin.

Yukarıdaki sahifelerde, Büyük Üstadın, dostlarını meftûn ve hayran ettiği kadar da düşmanlarını dehşetler içerisinde bırakan azametli îmanından bahsettik. Biraz da mümtaz şahsiyeti, nurdan bir hale halinde sarmakta olan üstün meziyetlerinden, ahlak ve kemalatından bahsedelim.

Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh, Üstadın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:

Feragati


Bir dava sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet şartlarının en mühimmi feragattir. Zîra gözler ve gönüller bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın bütün hayatı ise, baştan başa feragatin şaheser misalleriyle dolup taşmaktadır.

Allame Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: “İslam, bugün öyle mücahidler ister ki, dünyasını değil, ahiretini dahi feda etmeye hazır olacak.”

Büyük adamdan sadır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım. Vaktaki aynı sözü Bediüzzaman’ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca, anladım ki, büyüklere göre feragatin ölçüsü de büyüyor.

Evet, İslam için bu kadar acıklı bir feragate katlanmaya razı olan mücahidleri, Erhamürrahimîn olan Allah-ı Zülkerîm Teala ve Tekaddes Hazretleri bırakır mı? O fedai kulunu lütuf ve kereminden, inayet ve merhametinden mahrum etmek şanına (hâşâ) yakışır mı?

İşte, Bediüzzaman, bu müstesna tecellînin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşrû lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mesut bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat, Cenab-ı Hak, kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fanî kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.

Bugün, dünyada hangi bir aile reisi manen Bediüzzaman Hazretleri kadar mesuttur? Hangi bir baba, milyonlarla evlada sahip olmuştur? Hem de nasıl evlatlar!. Ve hangi bir üstad, bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?

Bu kudsî ve rûhî rabıta (Biiznillahi Teala) dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünkü, bu İlahî dava, Kur’an-ı Kerîmin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur’an’dan doğmuş ve Kur’an’la beraber yaşayacaktır.

Şefkat ve Merhameti


Büyük Üstad, hak ve hakîkati ta çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve rûhunun münacatını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile, ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir “Arif-i Billah” idi.

Lakin, karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kabusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir aslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes davaya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnîdir ki, o günden beri, her sözü bir dilim lav, her fikri bir ateş parçası olmuş; düştüğü gönülleri yakıyor, hisleri, fikirleri alevlendiriyor.

Büyük Üstadın tam bir uzlet ve inzivadan sonra, tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazalî’nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir. Demek ki, Cenab-ı Hak, büyük mürşitleri, böyle, bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebepledir ki, bir ma-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalplere akseder etmez, bam başka tesirler icra ediyor.

Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazalî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlak ve fazîlet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, bu asırda, Bediüzzaman îman ve ihlas vadisinde başarmıştır.

Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:

“Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!.. ”

İstiğnası


Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir.

Masivadan tam manasıyla istiğna ederek, uzvî ve rûhî bütün varlığı ile Rabbü’l- Alemînin bitmez ve tükenmez hazînesine dayanmayı müddet-i hayatında bir îtiyad değil, adeta bir mezhep, meşrep ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da, ne pahasına olursa olsun, sebat eylemekte hala devam etmektedir.

İşin orijinal tarafı, bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur Talebesinin istiğnasına hayran olmamak kâbil değildir.

Bakınız, Üstad, Mektûbat ünvanını taşıyan şaheserin “İkinci Mektub”unda, bu mühim noktayı altı vecihle ne kadar asil bir îman ve irfan şuuru ile izah eder:

Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cerr etmekle itham ediyorlar. ‘İlmi ve dîni kendilerine medar-ı maîşet yapıyorlar’ deyip, insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh, bunları fiilen tekzib lazımdır.

İkincisi: Neşr-i hak için, enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler diyerek, insanlardan istiğna göstermişlerdir.”

İşte, Risale-i Nur külliyatının mazhar olduğu İlahî fütuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve harikulade neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihan-kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.

Artık herkesin, uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle asla alakası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fatihi olmaz? Îmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nûru ile dolmaz?

İktisatçılığı

İktisat, bundan evvel bahsettiğimiz istiğnanın tefsir ve izahından başka birşey değildir. Zaten, iktisat sarayına girebilmek için, evvela istiğna denilen kapıdan girmek lazımdır. Bu sebeple, iktisatla istiğna, lazımla mülzem kâbilindendir.

Üstad gibi, istiğna husûsunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı, kendiliğinden husûle gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır. Ve artık ona, günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kafi gelebilir. Zîra bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi Lamartin’in dediği gibi, “Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor.”

Üstadın meşrep ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zîra, bu büyük insanın yüksek iktisatçılığını manevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lazım gelir.

Mesela, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil, bilakis fikir, zihin, istidat, kâbiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dahîdir. Ve bütün ömrü boyunca, bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usûlünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh, bir Nur Talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zîra, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.

İşte, Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) olduğunu, yetiştirdiği ter temiz nesille fiilen ispat etmiş ve iktisat tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahîfe daha ilave eden bir nadire-i fıtrattır.

Tevazu ve Mahviyetkarlığı

Nur Risalelerinin bu kadar harikulade bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü, Üstad, sohbet ve teliflerinde, kendine bir “Kutbü’l-Arifîn” ve bir “Gavsü’l-Vasılîn” süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gâyesini benimsemiştir.

Mesela, ahlak ve fazîlete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegane muhatabı öz nefsidir. Oradan, merkezden muhîte yayılırcasına, bütün nur ve sürûra, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır.

Üstad, husûsi hayatında gâyet halîm selîm ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için azamî fedakarlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ıztırap ve mahkumiyetlere katlanır (fakat îmanına, Kur’an’ına dokunulmamak şartıyla). Artık, o zaman bakmışsınız ki, o sakin deniz, dalgaları semalara yükselen bir tûfan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünkü o, Kur’an-ı Kerîm’in sadık hizmetkarı ve îman hudutlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. Kendisi bu hakîkati veciz bir cümle ile şu şekilde ifade eder:

“Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silahını bırakmayacak. Ben de, Kur’ân’ın bir hizmetkarı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın; hak budur derim, başımı eğmem.”

Vazife başında ve cihad meydanında iken, şu mısralar lisan-ı halidir:

Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi;

Sinsi düşmanlara, haşa, satamam benliğimi.

Benliğimden uzak olmaktır esaret, bence;

Böyle bir zillete düşmek, ne hazîn işkence!

Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her anım,

Dest-i kudretle yapılmış kaledir îmanım.

Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşadım;

Görmek ister beni Cennette şehîd ecdadım

Rûhum oldukça müebbet, ebedîdir ömrüm;

En büyük vuslata, Allah’a çıkan yoldur ölüm.

Kitaba girmezden evvel, Üstadı ilmî, fikrî, tasavvufî ve edebî cepheleri ile de mütalaa etmek isterdim. Fakat, çok derin ve pek şümûllü olan bu mevzûların birkaç sayfa ile hülâsa edilemeyeceğini katî bir sûrette idrak ettikten sonra, artık, adı geçen mevzûlara birkaç cümle ile temas etmeyi münasip gördüm. Rabbim imkanlar lütfederse, bu derin mevzûları Risale-i Nur külliyatı ve Nur Talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil bir eserle, tahlilî bir sûrette tetkik ve mütalaa etmeyi, bütün rûhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük Üstadımızın ve azîz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim.

Üstadın İlmî Cephesi


Merhum Ziya Paşa, şu

“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz;

Şahsın, görünür rütbe-i aklı eserinde”

beyti ile, nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakîkati ifade etmiştir.


Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur külliyatı gibi muazzam bir îman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zatın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilata girişmek, öğle vakti, güneşi tarif etmek kadar fuzûli bir iştir.

Yalnız yanık bir şairimizin, “Hüsn olur kim, seyrederken ihtiyar elden gider” dediği gibi; hayatının her lahzasında İlahî tecellîlere mazhar bulunan bu mübarek zatın ilim ve irfanından, ahlak ve kemalatından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlahî bir haz veriyor. Bunun için, sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum. Üstad, Risale-i Nur külliyatında dinî, içtimaî, ahlakî, edebî, hukukî, felsefi ve tasavvufi en mühim mevzûlara temas etmiş ve hepsinde de harikulade bir sûrette muvaffak olmuştur. İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzûları, gâyet açık bir şekilde ve en katî bir sûrette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek, sahil-i selamete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır. Bu sebeple, Risale-i Nur külliyatını azîz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samîmiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz.

Nur Risaleleri, Kur’an-ı Kerîm’in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billur huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslüman’a düşen en mukaddes vazife, îmanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zîra, tarihte pekçok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kütlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mümin kardeşinin îmanının kurtulmasına sebep olur!

Üstadın Fikrî Cephesi

Malûm ya, her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında, takip ettiği bir gâyesi ve bütün gönlü ile bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gâye ve idealinden bahsetmek için, uzun mukaddemiler serdedilir. Fakat, Bediüzzaman’ın tefekkür sistemi, gâye ve ideali, uzun mukaddimelerle filan yorulmaksızın, bir cümle ile hülâsa edilebilir: “Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegane davaları olan Hâlık-ı Kainatın ulûhiyet ve vahdaniyetini ilan; ve bu büyük davayı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir.

“O halde Üstadın mantık, felsefe ve müspet ilimlerle de alakası var?”

Evet, mantık ve felsefe, Kur’an’la barışıp, hak ve hakîkate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümûl davasını ispat vadisinde kullandığı en parlak delilleri ve en katî bürhanları, Kur’an-ı Kerîm’in Allah kelamı olduğunu her gün bir kat daha ispat ve ilan eden “müsbet ilim”dir.

Zaten, felsefe, aslında hikmet manasına geldikçe, Vacibü’l-Vücud Teala ve Tekaddes Hazretlerini, zat-ı Barîsine layık sıfatlarla ispata çalışan her eser, en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.

İşte Üstad, böyle ilmî bir yolu, yani Kur’an-ı Kerîm’in nurlu yolunu takip ettiği için binlerle üniversitelinin îmanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin, bu hususta haiz olduğu ilmî, edebî ve felsefi daha pekçok meziyetleri vardır. Fakat, onları eserlerinden misaller getirerek, inşaallah, müstakil bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahittevfîk.

Tasavvuf Cephesi

Nakşibendî meşayihinden, her harekatını Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin harekatına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir alim olan bir zata sordum:

“Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvıfe arasındaki gerginliğin sebebi nedir?”

“Ulema, Resûl-i Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline varis olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline varis olan bir zata ‘Zülcenaheyn,’ yani ‘İki Kanatli deniliyor. Binaenaleyh, tarîkatten maksat, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip, ahlak-ı Peygamberî ile ahlaklaşarak, bütün manevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakkın rızasında fanî olmaktır.

İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki, ehl-i hakîkattirler. Yani, tarîkatten maksut ve matlup olan gâyeye ermişler demektir. Fakat, bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz, matlup olan hedefe kolaylıkla erebilmek için, muayyen kâideler vaz eylemişlerdir. Hulasa, tarîkat şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkatten düşen şeriata düşer; fakat, maazallah, şeriattan düşen, ebedî hüsranda kalır.”

Bu büyük zatın beyanatına göre; Bediüzzaman’ın açtığı nur yolu ile, hakîki ve şaibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilaf yoktur. Her ikisi de rıza-i Barîye ve binnetice, Cennet-i alaya ve dîdar-ı Mevla’ya götüren yollardır.

Binaenaleyh, bu asil gâyeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin Risale-i Nur külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilakis, Risale-i Nur, tasavvuftaki murakabe dairesini Kur’an-ı Kerîm yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilave etmiştir.

Evet, insanın gözüne, gönlüne bam başka ufuklar açan bu tefekkür sebebiyle, sadece kalbinin murakabesi ile meşgul olan bir salik, kalbi ve bütün letaifi ile birlikte, zerrelerden kürelere kadar bütün kainatı azamet ve ihtişamı ile seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenab-ı Hakkın o alemlerde bin bir şekilde tecellî etmekte olan Esma-i Hüsnasını, sıfat-ı ulyasını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mabedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder. Çünkü içine girdiği mabed, öyle ulu bir mabeddir ki, milyarlara sığmayan cemaatin hepsi, aşk ve şevk, huşû ve istiğraklar içinde Hâlıkını zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanlan, şive, name, ahenk ve besteleri ile bir ağızdan diyorlar.


Risale-i Nur’un açtığı îman ve irfan ve Kur’an yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mabede girer; ve herkes de, îman ve irfanı, feyiz ve ihlası nisbetinde feyizyab olur.

Edebî Cephesi


Eskiden beri, lafız ve mana, üslûp ve muhteva bakımından, edipler ve şairler, mütefekkirler ve alimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûp ve ifadeye, vezin ve kâfiyeye kıymet vererek, manayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de, kendini, en çok şürde gösterir. Diğer zümre ise, en çok mana ve muhtevaya ehemmiyet vererek, özü söze kurban etmemişlerdir.

Artık, Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cephesi, bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zîra Üstad, o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzîm ve tertibi ile değil, bilakis, kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, îman şuurunun, ahlak ve fazîlet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dahîdir. Artık, bu kadar ulvî bir gâyenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fanî şekillerle meşgul olamaz.

Bununla beraber, Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulade denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifadesi, mevzua göre değişir. Mesela, ilmî ve felsefî mevzûlarda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gâyet veciz terkipler kullanır. Fakat, gönlü mest edip, rûhu yükselteceği anlarda, ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez. Mesela, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar aleminden ve Cenab-ı Hakkın o alemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûp o kadar latîf bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır; ve her tasvir, harikalar harikası bir alemi canlandırır.

İşte, bu hikmete mebnîdir ki, bir Nur Talebesi, Risale-i Nur külliyatını mütalaası ile, üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa, hissen, fikren, rûhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor.

Nasıl tatmin edilmez ki? Risale-i Nur külliyatı, Kur’an-ı Kerîm’in cihanşümûl bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda o mübarek ve İlahî bahçenin nûru, havası, ziyası ve kokusu vardır.

Rûhun, bu ihtiyacını söyler akan sular,

Kur’an’a, her zaman, beşerin ihtiyacı var.

Büyük İkbal’e ait olan “Önsöz”de demiştim ki, “Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvî menkıbeler söylenip, azîz hatıraları anılırken, insan başka bir aleme girdiğini hissediyor, gönlünü, ter temiz sevgi hislerinin ulvî ateşi yakıyor ve İlahî feyzi sarıyor. Tarih, öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nispetle küçük kalır.”

“Tarihe şerefler veren erler anılırken,

Yükselmede ruh en geniş alemlere, yerden.

Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden,

Geçmiş gibi Cennetteki gül bahçelerinden.”
Bu derin hakîkati, “Önsöz”ü yazarken bütün azamet ve ihtişamıyla idrak etmiş bulunuyorum. Zîra, azîz ve muhterem okuyucularımıza en derin bir ihlas ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser, hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası binlerle harikaya sahne olan gönüller fatihi büyük üstad Bediüzzaman Said Nursî’ye, onun yüz otuz parçadan ibaret olan Risale-i Nur külliyatına ve ahlak ve fazîletleri, ihlas ve samîmiyetleri, îman ve irfanları ile hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık alemine ter temiz örnekler vermekte devam eden Nur Talebelerine aittir.

Bir kitabın “Mukaddeme”sini, o kitabın hülâsası diye tarif ederler. Halbuki, her mevzûu müstakil bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını böyle birkaç sahîfelik mukaddimeye sığdırmak kâbil midir?

Bugüne kadar, acizane yazdığım manzum ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh, bu eseri derin bir zevk, İlahî bir neşe ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki, Bediüzzaman çocukluğundan beri müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlahî tecellîlere mazhar olan bam başka bir alim ve mümtaz bir şahsiyettir.

Ben, bu büyük zatı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tetkik edip de, o nur aleminde hissen, fikren ve rûhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arap şairinin bir beyti ile, çok derin bir hakîkati ifade ettiğini öğrendim: “Bütün alemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakka zor gelmez. ”

Gâyesinin ulviyetinden, davasının ihtişamından ve îmanının azametinden feyiz ve ilham alan bu kutbun cazibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır.

Akıllara hayret veren bu ulvî hadise münkirleri kahrettiği gibi, müminleri de şad ve mesrûr eylemekte devam edip gidiyor.

Îmanlı gönüllerde manevî bir rabıta halinde yaşayan bu İlahî hadiseyi büyük bir mücahid, kalpleri vecd içinde bırakan bir üslûpla, bakınız nasıl ifade ediyor:

“Ahlaksızlık çirkefinin bir tûfan halinde her istikâmete taşıp uzanarak her fazîleti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun, yani Bediüzzaman’ın feyzini bir sır gibi kalpten kalbe mukâvemeti imkansız bir hamle halinde intikal eder görmekle tesellî buluyoruz… Gecelerimiz çok karardı; ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur.”

Evet, bir sır gibi kalbden kalbe mukâvemeti imkansız bir halde yayılıp dağılan bu nûrun memleketin her köşesinde feyiz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: “Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zat kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Tuttuğu yol bir tarîkat mi, bir cemiyet mi, yoksa siyasî bir teşekkül müdür?”

Bununla da kalmadı; derhal, gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takipler ve pek ciddî tetkikler, uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti. Neticede, bu İlahî tecellînin gönüller ülkesine kurulan bir “îman ve irfan müessesesi”nden başka bir şey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlahî bir sûrette tecellîsi şu şekilde zuhur etti:

Bediüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraeti kararı resmen ilan edildi. Ve artık, rûhun maddeye, hakkın batıla, nûrun zulmete, îmanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlahî kânunların başında gelen bir hakîkat olduğu güneşler gibi belirdi.

Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakîkatini, sadakat ve samîmiyetini gösteren en gerçek miyar, davasını ilana başladığı ilk günlerle muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimai, uzvî ve rûhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler. Mesela, o adam ilk günlerde mütevazı, alicenap, feragat ve mahviyetkar; hülâsa, bütün ahlak ve fazîlet bakımından cidden örnek olan gâyet temiz ve son derecede mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup, hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neşesiyle birçok büyük sanılan kimseler gibi, yere göğe sığmaz mı olmuş? İşte, büyük küçük herhangi bir dava ve gâye sahibinin mahiyet ve hakîkatini, şahsiyet ve hüviyetini en hakîki çehresiyle aksettirecek olan en berrak ayna budur. Tarih boyunca, bu müthiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvela peygamberler ve bilhassa Sultanü’l-Enbiya Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz, sonra onun halîfe ve Sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zatlar vermişlerdir.

Peygamber Efendimiz, şu, yani “Alimler peygamberlerin varisleridirler” hadîs-i şerifleriyle, alim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i’cazkar belagatları ile beyan buyuruyorlar. Zîra, madem ki bir alim, peygamberlerin varisidir; o halde, hak ve hakîkatin tebliğ ve neşri husûsunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lazımdır (her ne kadar bu yol, bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum; daha beteri takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrit, zehirlenme, îdam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa…)

İşte, Bediüzzaman, yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım süratiyle aşan ve peygamberlerin varisi olan bir alim olduğunu amelî bir sûrette ispat eden bir zattır.

Kendisinin ilmî, ahlakî, edebî birçok fazîlet ve meziyetleri arasında beni en çok meftûn eden şey, onun o dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan îmanıdır. Rabbim, o ne muazzam îman, o ne bitmez ve tükenmez sabır, o ne çelikten irade; hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdit, tazip ve işkencelere rağmen, o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!

Büyük İkbal’in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neşesi ile, vaktiyle yazdığım “Mücahid” unvanını taşıyan bir manzûmede, aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şairane bir mübalağada bulunduğumu söyleyenler olmuştur.

Lakin şu mukaddimesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecd ile dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allah’ın ne kulları varmış. Eğer bir îman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne harikalar doğururmuş?

Bir azm, eğer îman dolu bir kalbe girerse,

İnsan da o îmandaki son sırra ererse,

En azgın ölümler ona zincir vuramazlar,

Volkan gibi coşkun akıyor, durduramazlar.

Rabbimden, iner azmine kuvvet veren ilham;

Peygamberi rüyada görür belki her akşam.

Hep nur onun îman dolu kalbindeki mihrab;

Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtab.

Kar, kış demez; irkilmez, üzülmez, acı duymaz;

Mevsim, bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz.

Cennetteki alemleri dünyada görür de,

Mahvolsa, eğilmez sıra dağlar gibi derde.

En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa;

Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa,

Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez,

Rûhundaki îmanla yanan meşale sönmez.

Kalbinde yanardağ gibi îman ne mukaddes!

Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:

Ey yolcu, şafaklar sökecek durma, ilerle,

Zulmetlere kan ağlatacak meşalelerle.

Yıldızlara bas, çık; yüce alemlere yüksel,

İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el.

Sanki, bu mısralar îman kahramanı büyük mücahid Bediüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zîra bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. Cenab-ı Hak, şu ayet-i kerîmede, bakınız, mücahidlere neler vaad ediyor:

-1-

Meal-i Şerîfi: “Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şüphe yok ki, Allah muhsinlerle (Allah’ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle) beraberdir.”

Demek ki, îman ve Kur’ân uğrunda, candan ve cihandan en mücahidlere, büyük Allah, hakîkat ve hidayet yollarını göstereceğini vaad buyuruyor. Haşa; Cenab-ı Hak vaadinde hulf etmez; yeter ki, bu azîm va’d-i İlahîyi îcap ettirecek şartlar tahakkuk etsin.

Bu ayet-i kerîme, Üstadın karakter ve şahsiyetini tahlil husûsunda bize nurdan bir rehber oluyor ve o nûrun billûr ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zîra, madem ki bir insan Cenab-ı Hakkın hıfz ve himayesinde bulunmak nîmetine mazhar olmuştur; artık onu için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma, vesaire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.

Allah’ın nûru ile nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzûr-u İlahîde bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fanî emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespaye gâye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve tesellî edebilir?

Allah’tır onun yarı, mürebbîsi, velisi;

Andıkça, bütün nur oluyor duygusu, hissi.

Yükselmededir marifet iklimine her an,

Bambaşka ufuklar açıyor rûhuna Kur’an.

Kur’an ona yad ettiriyor, “Bezm-i Elest”i,

Aşık, o tecellînin ezelden beri mesti.

İşte, Bediüzzaman böyle harikalar harikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İdam sehpaları, birer vaaz ve irşad kürsüsüdür; oradan insanlığa ulvî bir gâye uğrunda sabır ve sebat, metanet ve celadet dersleri verir. Hapishaneler birer Medrese-i Yûsufiyeye inkılap eder; oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zîra oradakiler, onun feyz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir. Her gün birkaç vatandaşın îmanını kurtarmak ve canileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.

Böyle bir yüksek îman ve ihlas şuuruna malik olan insan, hiç şüphesiz ki, zaman ve mekan mefhumlarının fanîler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde aleminde bırakarak, rûhu ile maneviyat aleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir. Büyük mutasavvıfların (r.a.) fenafillah, bekâbillah diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî şerefe nail olmaktır.

Evet, her müminin kendine mahsus bir huzur, huşû, tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes, îman ve irfanı, salah ve takvası, feyiz ve maneyivatı nispetinde bu İlahî hazdan feyizyab olabilir. Lakin, bu güzel hal, bu tatlı visal ve bu emsalsiz haz, geçen ayet-i kerîmedeki ihsan erbabı olan o büyük mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar bu sebepten dolayıdır ki, Mevlayı unutmak gaf letine düşmüyorlar. Nefisleri ile, aslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lahzası, en yüksek terakkî ve tekamül hatıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları o Cemal, Kemal ve Celal sıfatları ile muttasıf olan Rabbü’l-Alemînin rızasında erimiş bulunuyorlar.

Mevla; bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin, amin.

Yukarıdaki sahifelerde, Büyük Üstadın, dostlarını meftûn ve hayran ettiği kadar da düşmanlarını dehşetler içerisinde bırakan azametli îmanından bahsettik. Biraz da mümtaz şahsiyeti, nurdan bir hale halinde sarmakta olan üstün meziyetlerinden, ahlak ve kemalatından bahsedelim.

Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh, Üstadın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:

Feragati

Bir dava sahibinin ve bilhassa ıslahatçının muvaffakiyet şartlarının en mühimmi feragattir. Zîra gözler ve gönüller bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tetkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın bütün hayatı ise, baştan başa feragatin şaheser misalleriyle dolup taşmaktadır.

Allame Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: “İslam, bugün öyle mücahidler ister ki, dünyasını değil, ahiretini dahi feda etmeye hazır olacak.”

Büyük adamdan sadır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım. Vaktaki aynı sözü Bediüzzaman’ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca, anladım ki, büyüklere göre feragatin ölçüsü de büyüyor.

Evet, İslam için bu kadar acıklı bir feragate katlanmaya razı olan mücahidleri, Erhamürrahimîn olan Allah-ı Zülkerîm Teala ve Tekaddes Hazretleri bırakır mı? O fedai kulunu lütuf ve kereminden, inayet ve merhametinden mahrum etmek şanına (hâşâ) yakışır mı?

İşte, Bediüzzaman, bu müstesna tecellînin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşrû lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mesut bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat, Cenab-ı Hak, kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fanî kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.

Bugün, dünyada hangi bir aile reisi manen Bediüzzaman Hazretleri kadar mesuttur? Hangi bir baba, milyonlarla evlada sahip olmuştur? Hem de nasıl evlatlar!. Ve hangi bir üstad, bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?

Bu kudsî ve rûhî rabıta (Biiznillahi Teala) dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünkü, bu İlahî dava, Kur’an-ı Kerîmin nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur’an’dan doğmuş ve Kur’an’la beraber yaşayacaktır.

Şefkat ve Merhameti

Büyük Üstad, hak ve hakîkati ta çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve rûhunun münacatını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile, ibadet ve taatten, tefekkür ve murakabelerden feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir “Arif-i Billah” idi.

Lakin, karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kabusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir aslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes davaya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnîdir ki, o günden beri, her sözü bir dilim lav, her fikri bir ateş parçası olmuş; düştüğü gönülleri yakıyor, hisleri, fikirleri alevlendiriyor.

Büyük Üstadın tam bir uzlet ve inzivadan sonra, tekrar irşad ve cemiyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazalî’nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir. Demek ki, Cenab-ı Hak, büyük mürşitleri, böyle, bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebepledir ki, bir ma-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalplere akseder etmez, bam başka tesirler icra ediyor.

Arz ettiğim gibi, İmam-ı Gazalî’nin bundan dokuz yüz sene evvel ahlak ve fazîlet sahasında yapmış olduğu fütuhatı, bu asırda, Bediüzzaman îman ve ihlas vadisinde başarmıştır.

Evet, Hazret-i Üstadı bu müthiş cihad meydanlarına sevk eden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzat kendisinden dinleyelim:

“Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim; karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor, içinde evladım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış, ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!.. ”

İstiğnası

Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir.

Masivadan tam manasıyla istiğna ederek, uzvî ve rûhî bütün varlığı ile Rabbü’l- Alemînin bitmez ve tükenmez hazînesine dayanmayı müddet-i hayatında bir îtiyad değil, adeta bir mezhep, meşrep ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da, ne pahasına olursa olsun, sebat eylemekte hala devam etmektedir.

İşin orijinal tarafı, bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur Talebesinin istiğnasına hayran olmamak kâbil değildir.

Bakınız, Üstad, Mektûbat ünvanını taşıyan şaheserin “İkinci Mektub”unda, bu mühim noktayı altı vecihle ne kadar asil bir îman ve irfan şuuru ile izah eder:

Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cerr etmekle itham ediyorlar. ‘İlmi ve dîni kendilerine medar-ı maîşet yapıyorlar’ deyip, insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh, bunları fiilen tekzib lazımdır.

İkincisi: Neşr-i hak için, enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler diyerek, insanlardan istiğna göstermişlerdir.”

İşte, Risale-i Nur külliyatının mazhar olduğu İlahî fütuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve harikulade neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihan-kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.

Artık herkesin, uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle asla alakası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fatihi olmaz? Îmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nûru ile dolmaz?

İktisatçılığı

İktisat, bundan evvel bahsettiğimiz istiğnanın tefsir ve izahından başka birşey değildir. Zaten, iktisat sarayına girebilmek için, evvela istiğna denilen kapıdan girmek lazımdır. Bu sebeple, iktisatla istiğna, lazımla mülzem kâbilindendir.

Üstad gibi, istiğna husûsunda peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisatçılığı, kendiliğinden husûle gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır. Ve artık ona, günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kafi gelebilir. Zîra bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi Lamartin’in dediği gibi, “Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor.”

Üstadın meşrep ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisatçılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zîra, bu büyük insanın yüksek iktisatçılığını manevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lazım gelir.

Mesela, Üstad, bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil, bilakis fikir, zihin, istidat, kâbiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dahîdir. Ve bütün ömrü boyunca, bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usûlünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh, bir Nur Talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay birşey değildir. Zîra, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.

İşte, Bediüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) olduğunu, yetiştirdiği ter temiz nesille fiilen ispat etmiş ve iktisat tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahîfe daha ilave eden bir nadire-i fıtrattır.

Tevazu ve Mahviyetkarlığı

Nur Risalelerinin bu kadar harikulade bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür. Çünkü, Üstad, sohbet ve teliflerinde, kendine bir “Kutbü’l-Arifîn” ve bir “Gavsü’l-Vasılîn” süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gâyesini benimsemiştir.

Mesela, ahlak ve fazîlete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegane muhatabı öz nefsidir. Oradan, merkezden muhîte yayılırcasına, bütün nur ve sürûra, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır.

Üstad, husûsi hayatında gâyet halîm selîm ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için azamî fedakarlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ıztırap ve mahkumiyetlere katlanır (fakat îmanına, Kur’an’ına dokunulmamak şartıyla). Artık, o zaman bakmışsınız ki, o sakin deniz, dalgaları semalara yükselen bir tûfan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünkü o, Kur’an-ı Kerîm’in sadık hizmetkarı ve îman hudutlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. Kendisi bu hakîkati veciz bir cümle ile şu şekilde ifade eder:

“Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silahını bırakmayacak. Ben de, Kur’ân’ın bir hizmetkarı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın; hak budur derim, başımı eğmem.”

Vazife başında ve cihad meydanında iken, şu mısralar lisan-ı halidir:

Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi;

Sinsi düşmanlara, haşa, satamam benliğimi.

Benliğimden uzak olmaktır esaret, bence;

Böyle bir zillete düşmek, ne hazîn işkence!

Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her anım,

Dest-i kudretle yapılmış kaledir îmanım.

Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşadım;

Görmek ister beni Cennette şehîd ecdadım

Rûhum oldukça müebbet, ebedîdir ömrüm;

En büyük vuslata, Allah’a çıkan yoldur ölüm.

Kitaba girmezden evvel, Üstadı ilmî, fikrî, tasavvufî ve edebî cepheleri ile de mütalaa etmek isterdim. Fakat, çok derin ve pek şümûllü olan bu mevzûların birkaç sayfa ile hülâsa edilemeyeceğini katî bir sûrette idrak ettikten sonra, artık, adı geçen mevzûlara birkaç cümle ile temas etmeyi münasip gördüm. Rabbim imkanlar lütfederse, bu derin mevzûları Risale-i Nur külliyatı ve Nur Talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil bir eserle, tahlilî bir sûrette tetkik ve mütalaa etmeyi, bütün rûhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük Üstadımızın ve azîz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim.

Üstadın İlmî Cephesi

Merhum Ziya Paşa, şu

“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz;

Şahsın, görünür rütbe-i aklı eserinde”

beyti ile, nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakîkati ifade etmiştir.

Evet, Müslüman ırkımıza Risale-i Nur külliyatı gibi muazzam bir îman ve irfan kütüphanesini hediye eden, gönüller üzerinde mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zatın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilata girişmek, öğle vakti, güneşi tarif etmek kadar fuzûli bir iştir.

Yalnız yanık bir şairimizin, “Hüsn olur kim, seyrederken ihtiyar elden gider” dediği gibi; hayatının her lahzasında İlahî tecellîlere mazhar bulunan bu mübarek zatın ilim ve irfanından, ahlak ve kemalatından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlahî bir haz veriyor. Bunun için, sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum. Üstad, Risale-i Nur külliyatında dinî, içtimaî, ahlakî, edebî, hukukî, felsefi ve tasavvufi en mühim mevzûlara temas etmiş ve hepsinde de harikulade bir sûrette muvaffak olmuştur. İşin asıl hayret veren noktası, birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzûları, gâyet açık bir şekilde ve en katî bir sûrette hallettiği gibi, en girdaplı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaatin tuttuğu nurlu yolu takip ederek, sahil-i selamete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır. Bu sebeple, Risale-i Nur külliyatını azîz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samîmiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz.

Nur Risaleleri, Kur’an-ı Kerîm’in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billur huzmelerdir. Binaenaleyh, her Müslüman’a düşen en mukaddes vazife, îmanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zîra, tarihte pekçok defalar görülmüştür ki, bir eser nice fertlerin, ailelerin, cemiyetlerin ve sayısız insan kütlelerinin hidayet ve saadetine sebep olmuştur. Ah, ne bahtiyardır o insan ki, bir mümin kardeşinin îmanının kurtulmasına sebep olur!

Üstadın Fikrî Cephesi

Malûm ya, her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında, takip ettiği bir gâyesi ve bütün gönlü ile bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gâye ve idealinden bahsetmek için, uzun mukaddemiler serdedilir. Fakat, Bediüzzaman’ın tefekkür sistemi, gâye ve ideali, uzun mukaddimelerle filan yorulmaksızın, bir cümle ile hülâsa edilebilir: “Bütün semavî kitapların ve bilumum peygamberlerin yegane davaları olan Hâlık-ı Kainatın ulûhiyet ve vahdaniyetini ilan; ve bu büyük davayı da ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle ispat eylemektir.

“O halde Üstadın mantık, felsefe ve müspet ilimlerle de alakası var?”

Evet, mantık ve felsefe, Kur’an’la barışıp, hak ve hakîkate hizmet ettikleri müddetçe, Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümûl davasını ispat vadisinde kullandığı en parlak delilleri ve en katî bürhanları, Kur’an-ı Kerîm’in Allah kelamı olduğunu her gün bir kat daha ispat ve ilan eden “müsbet ilim”dir.

Zaten, felsefe, aslında hikmet manasına geldikçe, Vacibü’l-Vücud Teala ve Tekaddes Hazretlerini, zat-ı Barîsine layık sıfatlarla ispata çalışan her eser, en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.

İşte Üstad, böyle ilmî bir yolu, yani Kur’an-ı Kerîm’in nurlu yolunu takip ettiği için binlerle üniversitelinin îmanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazretin, bu hususta haiz olduğu ilmî, edebî ve felsefi daha pekçok meziyetleri vardır. Fakat, onları eserlerinden misaller getirerek, inşaallah, müstakil bir eserde arz etmek emelindeyim. Ve minallahittevfîk.

Tasavvuf Cephesi

Nakşibendî meşayihinden, her harekatını Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin harekatına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir alim olan bir zata sordum:

“Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvıfe arasındaki gerginliğin sebebi nedir?”

“Ulema, Resûl-i Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline varis olmuşlar. İşte bu sebepten dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline varis olan bir zata ‘Zülcenaheyn,’ yani ‘İki Kanatli deniliyor. Binaenaleyh, tarîkatten maksat, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip, ahlak-ı Peygamberî ile ahlaklaşarak, bütün manevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakkın rızasında fanî olmaktır.

İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki, ehl-i hakîkattirler. Yani, tarîkatten maksut ve matlup olan gâyeye ermişler demektir. Fakat, bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz, matlup olan hedefe kolaylıkla erebilmek için, muayyen kâideler vaz eylemişlerdir. Hulasa, tarîkat şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkatten düşen şeriata düşer; fakat, maazallah, şeriattan düşen, ebedî hüsranda kalır.”

Bu büyük zatın beyanatına göre; Bediüzzaman’ın açtığı nur yolu ile, hakîki ve şaibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilaf yoktur. Her ikisi de rıza-i Barîye ve binnetice, Cennet-i alaya ve dîdar-ı Mevla’ya götüren yollardır.

Binaenaleyh, bu asil gâyeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin Risale-i Nur külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilakis, Risale-i Nur, tasavvuftaki murakabe dairesini Kur’an-ı Kerîm yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilave etmiştir.

Evet, insanın gözüne, gönlüne bam başka ufuklar açan bu tefekkür sebebiyle, sadece kalbinin murakabesi ile meşgul olan bir salik, kalbi ve bütün letaifi ile birlikte, zerrelerden kürelere kadar bütün kainatı azamet ve ihtişamı ile seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenab-ı Hakkın o alemlerde bin bir şekilde tecellî etmekte olan Esma-i Hüsnasını, sıfat-ı ulyasını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mabedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder. Çünkü içine girdiği mabed, öyle ulu bir mabeddir ki, milyarlara sığmayan cemaatin hepsi, aşk ve şevk, huşû ve istiğraklar içinde Hâlıkını zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanlan, şive, name, ahenk ve besteleri ile bir ağızdan diyorlar.

Risale-i Nur’un açtığı îman ve irfan ve Kur’an yolunu takip eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mabede girer; ve herkes de, îman ve irfanı, feyiz ve ihlası nisbetinde feyizyab olur.

Edebî Cephesi

Eskiden beri, lafız ve mana, üslûp ve muhteva bakımından, edipler ve şairler, mütefekkirler ve alimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûp ve ifadeye, vezin ve kâfiyeye kıymet vererek, manayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de, kendini, en çok şürde gösterir. Diğer zümre ise, en çok mana ve muhtevaya ehemmiyet vererek, özü söze kurban etmemişlerdir.

Artık, Bediüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cephesi, bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zîra Üstad, o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzîm ve tertibi ile değil, bilakis, kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, îman şuurunun, ahlak ve fazîlet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dahîdir. Artık, bu kadar ulvî bir gâyenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fanî şekillerle meşgul olamaz.

Bununla beraber, Üstad, zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından harikulade denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir. Ve bu sebeple, üslûp ve ifadesi, mevzua göre değişir. Mesela, ilmî ve felsefî mevzûlarda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna ederken, gâyet veciz terkipler kullanır. Fakat, gönlü mest edip, rûhu yükselteceği anlarda, ifade o kadar berraklaşır ki, tarif edilemez. Mesela, semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtaplardan ve bilhassa bahar aleminden ve Cenab-ı Hakkın o alemlerde tecellî etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûp o kadar latîf bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır; ve her tasvir, harikalar harikası bir alemi canlandırır.

İşte, bu hikmete mebnîdir ki, bir Nur Talebesi, Risale-i Nur külliyatını mütalaası ile, üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa, hissen, fikren, rûhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor.

Nasıl tatmin edilmez ki? Risale-i Nur külliyatı, Kur’an-ı Kerîm’in cihanşümûl bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh, onda o mübarek ve İlahî bahçenin nûru, havası, ziyası ve kokusu vardır.

Rûhun, bu ihtiyacını söyler akan sular,

Kur’an’a, her zaman, beşerin ihtiyacı var.

Ali Ulvi KURUCU

Tarihçe-i Hayat’ın Önsöz’ü nasıl yazıldı?

Ali Ulvi Kurucu, Önsöz’ü yazması için, Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi Atıf Ural’dan takdirkâr bir mektup alır. Sonrasını kendi ağzından dinleyelim:
“Sanki bir lav gibi gönlümü yakan bu mektubu okuduktan sonra, Risâle-i Nur Külliyatı’nı mütâlâaya koyuldum. Kalbim yanarken, iç âlemimin İslâm’ın nuru ile aydınlanıp, Kur’ân-ı Kerim’in feyziyle dolup taştığını müşahede ettim. O günlerde bir gece rüyada Üstad Bediüzzaman Hazretlerini gördüm. Rü’yânın safahatı şöyleydi:
“Üstad Hazretleri bir yerde sohbet yapacaklarmış. O sohbeti dinlemek için gittim. Oraya varınca şöyle bir sahneyle karşılaştım: Sultanahmet Camii’ni andıran çok muhteşem ve aynı zamanda son derece ruhanî bir mekân idi. Merhum Üstad, oturdukları yerde konuşuyorlardı. Sanki vaaz veriyorlar ve ders okutuyorlar gibi, bir fikrin telkinine çalışıyorlar gibi tavır ve hareketlerle sohbetlerine devam ediyorlardı. Fakir, salona girince ayağa kalktılar, beni yanlarına çağırdılar. Sağ taraflarına beyaz bir çarşaf serdikten sonra fakiri kucaklayıp şu şekilde hitap ettiler: ‘Sen bugünden itibaren en aziz kardeşlerimden oldun. Bundan böyle duâlarımın başındasın. Bu beyaz çarşafı senin için hazırlamıştım. Sen buraya oturacaksın.’
“Uyandığımda, varlığımın her zerresinin nura gark olduğunu hissettim. Günlerce o mânevî, İlâhî tesirin altında kaldım.
“O günlerde Atıf Ural’dan bir telgraf aldım. Şöyle diyordu: ‘Muhterem ağabeyimiz! Tarihçe-i Hayat, matbaada dizildi. Önsözü bekliyoruz.’ Bunun üzerine eve kapanıp bir müddet kütüphaneye gitmemeye karar verdim. ‘Bismillahirrahmanirrahim vebihî nesteîn’ diyerek önsözü yazmaya başladım. Öyle müstesna bir fütuhata mazhar oldum ki, uzun sayılabilecek önsözü 24 saat zarfında yazdım ve hemen postayla gönderdim.”
(Ali Ulvi Kurucu, Gecelerin Gündüzü, Neşre Hzr: M. E. Düzdağ, Marifet Yay., s. 291)

Sende yorum yazabilirsin