Allah’ın İnayeti Şükürle Devam Eder

Bu yazıda iki hususun altını çizmek istiyoruz. Bunlardan biri memleketimizi boydan boya kucaklayan Allah’ın sonsuz rahmet ve inayeti; diğeri ise, milletimizin iman şuurundan kaynaklanan feraset ve şecaati..

Bilindiği üzere, milletimizin her iki dünyasının tamiriyle samimi olarak meşgul olan Cumhurbaşkanı ve diğer yöneticileriyle İslam âleminin teveccühünü kazanan ülkemiz, uzun süredir devam eden PKK, PYD, DAEŞ terörü yanında bir de dindarlık kisvesine bürünmüş, akademik unvanlara sarınmış, asker kılığına girmiş, suret-i haktan görünüp haçlı zihniyetin sinsi planlarının maşası olmuş Gülencilerin oluşturduğu ikiyüzlü bir (FETÖ) terör örgütü kumpaslarına ve darbelerine maruz kalmıştır. Bu konu milletimizce çok iyi bilindiği için fazla söz söylemeye gerek olmadığını düşünüyoruz. Bir Arap şairinin dediği gibi,

Eğer gündüz de bir delile ihtiyaç duyarsa / Artık zihinlerde hiçbir değer ölçüsü yok demektir.

Evet, Türkiye’yi bölüp parçalamak ve küçük lokmalar haline getirip kolayca yutmak isteyen dış güçlerin maşası olan “Fetö” terör örgütünün 15 Temmuzda kalkıştığı darbenin hezimete uğratılmasının arkasında Allah’ın inayeti olduğunda şüphe yoktur;

َمَنْ لَا يَشْكُرِ النَّاسَ لَا يَشْكُرُ الله

İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez” (Tirmizî, Birr 35, 1955); Ebu Dâvud, Edeb 12) hadis-i şerifinin verdiği ders uyarınca, elbette o gecenin kahramanlarına şükranlarımızı sunmanın bir borç olduğunu unutmuyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımızı, değerli başbakanımızı, saygıdeğer meclisimizi ve özellikle kahraman halkımızı asla unutmayacağız.

مَنْ قُتِلَ دُونَ مَالِهِ، فَهُوَ شَهِيدٌ

Malını savunurken öldürülen kimse şehittir” (Buhari, Mezalim, 33; Müslim, İman, 326) manasındaki hadis-i şerifin hükmü uyarınca, bu vatanın ahalisi olarak yurdunu savunurken öldürülenlerin şehitlik payelerini kutluyoruz.

Allah’ın, şehitlerimizi sonsuz rahmetiyle kucaklamasını, gazilerimize de acil şifalar lütfetmesini dileriz. O gece, Çanakkale’deki iman coşkusunu, mümin şuurunun yankılarını ve kahramanlık öykülerini müşahede ederken hissettiğimiz hayranlık duygusunun boyutunu sözlerle ifade etmenin imkânsız olduğunu da belirtmek isteriz.

Bütün bu insani cenahta sergilenen bu fevkalade kahramanlıkları seslendirirken; herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitabın sayfaları gibi kolayca çeviren, dünya ve âhireti iki oda gibi bunu kapatıp, onu açabilen bir Kadîr-i Zülcelal olan Rabbimizin himayesini yansıtan o karşı konulmaz rabbani kudretini, bütün yurdumuzu kucaklayan o rahmani imdat ve inayetini de asla unutmamak gerekir.

Yazımızın başlığından da anlaşıldığı gibi, şükür ile Allah’ın nimetleri arasında doğru orantılı bir ilişki vardır. Şükrün artması inayet gibi nimetlerin de artmasına, şükrün zıddı olan nankörlük ise nimetin kesilmesine ve sıkıntıların çökmesine sebep olur.

وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِن شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِن كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ

Hani Rabbiniz size şunu da bildirmişti: Şükrederseniz size daha çok veririm. Nankörlük ederseniz, o zaman da azabım çok çetindir” (İbrahim, 14/7) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir. En büyük şükür, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmektir.

Bu konuda “İlgililerin, insanları derdest etmek için yarışmamaları, suçsuz olanları mümkün olduğunca suçlulardan ayırmaları, adaletle hareket etmelerine” dair Sayın Cumhurbaşkanının ve Başbakanın talimatlarını biliyoruz.

Keza, bu konuyla ilgili kaleme alınan değişik yazılardan da haberimiz vardır.. Bununla beraber, Meşru iktidarı devirmek, birçok masumun mal ve can güvenliğini ortadan kaldırmak, yüzlerce masum insanın kanına girmek, hadsiz hesapsız zulümler icra etmek üzere 15 Temmuz darbe teşebbüsüne katılan veya katılanlara destek verenlerin hukuk önünde hak ettikleri cezayı görmelerini sağlamak, millet ve memleketin hak ve hukukunu korumakla yükümlü olan devletin öncelikli görevi olduğunu da biliyoruz. Ancak, ceza verirken, hâkimlerimizin yanlış yapmamaya, masumları yakmamaya azami gayret göstermeleri de gerekiyor. Zaten devletin başındaki reislerimiz bunu defalarca seslendirmiş ve gereken uyarıları yapmışlardır. Bununla beraber,

وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنفَعُ الْمُؤْمِنِينَ

Resulüm! (insanlara gerçekleri) hatırlatmaya devam et. Şüphesiz hatırlatmak müminlere fayda sağlar” (Zariyat, 51/55) mealindeki ayette yer alan ilahi emir gereğince bunu –tekrar da olsa- yazmakta fayda olacağını düşünüyoruz. Her yönüyle çok iyi bilinen bu konunun detaylarına girmeden, bazı ayet ve hadislerin ilgili uyarılarını hatırlatmakla yetineceğiniz.

1..Suç ve cezanın şahsiliği esastır:

İslam hukukunda yaklaşık 1500 yıldan beri var olan bu prensip, nihayet modern hukuk sistemlerinde de yerini almıştır. Artık çağdaş ceza hukukunda da en önemli ilkelerinden biri suç ve cezanın şahsiliği ilkesidir. Bu kural gereğince, kişi ancak kendisinin işlediği fiiller nedeniyle sorumlu tutulabilir, başkasının işlediği fillere iştirak etmedikçe sorumlu tutulamaz.

Peygamberimiz veda hutbesinde bu konuyu şöyle ifade etmiştir: “Ey İnsanlar! Sizi uyarıyorum, herkes yal­nızca kendi işlediği suçtan sorumludur. Suçlu evlattan dolayı baba sorumlu tutula­maz, suçlu babadan dolayı evlat da sorum­lu tutulamaz” (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an,10)

Kur’an-ı Kerim’de meal olarak;

وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى

Hiçbir suçlu, başkasının suçunun yükünü yüklenmez” (Enam, 6/164; Fatır, 35/18) ifadesiyle ortaya konulan bu prensip yüksek bir adalet ölçüsüdür. Adalet ölçüsü ise, fiili şükrün bir mikyasıdır. Fiili şükür ise ilahi inayetin bir miyarıdır. İlahi inayet ise, kurtuluşun anahtarıdır.

Bu konun izahını –özetle-Bediüzzaman hazretlerinden dinleyebiliriz:

”  وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى  ”

Yani; “Birisinin hatâsıyla, başkası veya akrabası suçlu sayılmaz, cezaya müstehak olmaz” manasındaki ilahî düstura rağmen, bu zamanda,   اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ 
(“Şüphesiz o/İnsan, çok zalim ve çok cahildir- Ahzab, 33/72) mealindeki ayette işaret edildiği üzere, fertler ve kurumlar olarak karşı tarafaşedit bir zulüm ile mukabele eder; tarafgirlik hissiyle, bir caninin hatasıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adavet eder, elinden gelse zulmeder; elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla, bir köye bomba atar. Hâlbuki bir masumun hakkı, yüz cani için de feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için zararlara sokar. Hâlbuki hatalı bir adama müteallik, bîçare ihtiyar valide ve pederi ve masum çoluk-çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirlikle adavet etmek, şefkatin esasına zıttır.”(Emirdağ Lahikası-I, 39).

2.İntikam duygusu adaleti zedeler:

وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَن صَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَن تَعْتَدُواْ وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى وَلاَ تَعَاوَنُواْ عَلَى الإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ

( Ey iman edenler…) Sizi Mescid-i Haramın ziyaretinden alıkoydukları için bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. İyilik ve takvada yardımlaşın; günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın cezası pek çetindir.” (Maide, 5/2) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

3.Zann gerçeğin görülmesini engeller:

Kuvvetli bir suç karinesi olmadan masumiyet karinesi esastır. “Yakin/kesin bilgi şüphe ile ortadan kalkmaz” prensibi, İslam hukukunda önemli bir düsturdur. Bunun anlamı şudur: kuvvetli bir suç delili olmadan herkes masum kabul edilir. Çünkü insanda asıl olan masumiyettir ve delile de muhtaç değildir. Suçlu olmak ise, arızidir ve ancak bir delille ispat edilebilir.

وَمَا يَتَّبِعُ أَكْثَرُهُمْ إِلاَّ ظَنّاً إَنَّ الظَّنَّ لاَ يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئاً إِنَّ اللّهَ عَلَيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ

 “Onların çoğu sadece zanna uyarlar. Hâlbuki zan asla gerçeğin yerini tutamaz. Allah onların bütün yaptıklarını hakkıyla bilir” (Yunus, 10/36) mealindeki ayette bu hakikate işaret edilmiş ve konuyla ilgili güçlü bir uyarı yapılmıştır.

4. Yanlışlıkla affetmek, yanlışlıkla ceza vermekten iyidir:

İslam ceza hukukunda şu iki prensip her konuda geçerlidir:

Birincisi: Suçun sübutunda var olan şüphe sanığın lehine yorumlanır.

İkincisi: Yanlışlıkla affetmek, yanlışlıkla ceza vermekten daha iyidir.

Bu iki prensibin kaynağı şu hadis-i şeriftir:

ادْرَءُوا الحُدودَ عن المسلمين ما استطعتم، فإن كان له مخرج، فخلوا سبيله فإن الإمام أن يخطئ في العفو، خير من أن يخطئ في العقوبة

Hadleri/cezaları imkân bulduğunuz nispette şüphelerle kaldırın; bir çıkış yolunu bulduğunuzda sanığın lehine karar verin. Çünkü İmamın (hâkimin-yetkili kimsenin) hata ile bir suçluyu affetmesi, yanlışlıkla bir masuma ceza vermesinden daha iyidir” (Tirmizi, Hudud,2). Şüphelerle cezaların kaldırılmasını ön gören daha birçok –merfu ve mevkuf- hadis rivayetleri vardır.(bk. Tuhfetu’l-Ahvezi, 4/572-574)

Medeni kanunda bu prensip: “Suçun sübutuyla ilgili her şüphe sanığın lehine yorumlanır” şeklinde ifade edilmiştir.

5. Başkasını hesaba çekerken, bizim de hesaba çekileceğimizi unutmayalım:

Hz. Ömer’in “Hesaba çekilmezden evvel, kendinizi hesaba çekin” (Gazali, İhya, 4/396) manasındaki meşhur tavsiyesini zihnimizden çıkarmayalım.

Karar merciinde olan kimselerin şu hadis-i şerifi bir levha halinde işyerlerine asmaları, hiç olmazsa kalbin “unutmaz” köşesine yazmaları, hem dünya hem ahiret hayatı bakımından son derece faydalı olacaktır:

القضاة ثلاثة: اثنان في النار وواحد في الجنة، رجل عرف الحق فقضى به فهو في الجنة، ورجل عرف الحق فلم يقض به وجار في الحكم فهو في النار، ورجل لم يعرف الحق فقضى للناس على جهل فهو في النار

Kadılar(karar merciinde olan kimseler) üç kısımdır. Bunlardan bir gurup cennete, iki grup ise cehenneme gider. Cennete gidenler: Hakkı bilen ve ona göre hüküm veren kimselerdir. Cehenneme gidenler ise iki kısımdır: Birincisi, hakkı bildiği halde, haksız karara imza atanlardır. İkincisi ise, hakkı/doğruyu bilmediği halde, hüküm veren cahillerdir (bk. Ebu Davud, Akdıye,2; Tirmizi, Ahkâm,1; İbn Mace, Ahkâm, 3)

Not: Bu hadisteki “cahiller” den maksat, konuya hâkim olmayan, ehliyetsiz kimselerle, genel olarak ehliyetli olmakla beraber, gereken araştırmayı yapmadığından yanlış hüküm veren kimselerdir. Yoksa gereken bütün şartlara haiz olan ve gerekli çalışmayı yapmakla beraber, bir içtihat hatası yapan kimse buna dâhil değildir. (İbn Hacer, Fethu’l-Bari 13/319).

6. İdareciler de ikaza muhtaçtır:

Hz. Ebu Bekir halife seçildiği zaman, halka yaptığı konuşmasında bu hususu şöyle dile getirmiştir: “Ey insanlar, sizin en iyiniz olmadığım halde, başınıza idareci seçildim. Vazifemi İslam’a uygun şekilde yaparsam, bana itaat edin. Doğru yoldan saparsam beni ikaz edin.”

Hz. Ömer de halifeliği sırasında bir gün Muhammed b. Mesleme’ye: “Beni nasıl görüyorsun?” diye sormuştu. O da: “Seni arzu ettiğim gibi görüyorum. Eğer sen eğri yola meyil edersen, mızrağın ucu mengenede doğrultulduğu gibi seni doğrulturuz” cevabını vermişti. Hz. Ömer bundan son derece memnun kalmış ve “Haktan ayrılıp eğrilik gösterdiğim takdirde beni doğrultan insanların bulunduğu bir toplumda yaşatan Allah’a hamdolsun” demişti. (bk. Zehebi, Siyeru’Alemin-Nubela, 4/34).

Allah’ım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymaya muvaffak eyle;

Bâtılı da bâtıl olarak göster ve ondan uzak kalmayı bize nasip eyle! ÂMİN!

Niyazi Beki (Doç. Dr.) – Nurdan Haber

Sende yorum yazabilirsin