Anne-Baba Siz Suçlusunuz!

Aile, toplumun sahip olduğu değerleri yansıtan, küçük bir aynadır.

Toplumda müspet veya menfi olarak bulunan tutum ve davranışlar, aile de yoğun bir şekilde uygulama alanı bulur.

Aile” kelimesi, sözlük anlamı itibariyle genel olarak iki anlam ifade eder, “geçim sıkıntısı” ve “sarmaşık bitki” anlamına gelir. Kelimenin bu etimolojik yapısı genel olarak ailede geçim derdi diye bir problemin varlığına işaret ettiği gibi, aile fertlerinin sarmaşık bitki türü gibi birbiriyle sarmaş dolaş olmaları, karşılıklı hak hukuk gözetmede saygı sevgi göstermede bir birlerine bağlılığı ifade eder.

Bu sebeplerden dolayı ailenin idamesi hakikaten zor ve çetrefilli bir iştir. Bu zorluğu Montaigne şu güzel cümle ile ifade eder: Bir aileyi idare etmek, bir devleti idare etmekten hiç de kolay değildir. Bu meyanda pek çok insanın “Ben bir başbakan olsam var ya…diye söze başladığına ve ekonomik krizi, sosyal çalkantıları ve her türlü problemi bir çırpıda halledecek önerilerine şahit olmuşsunuzdur. Bu tip ülke kurtarılan yerlerin başında gelir kahvehaneler. Oysa bu durumda olan bir insanın her şeyden önce aile devletini kurması ve onu idame ettirmesi gerekir. Bu kurduğu aile devletinde huzuru, sükûnu ve mutluluğu tesis etmesi gerekir. Yoksa bu konuşulanlar ve önerilerin hepsi abesle iştigaldir. Aile içinde huzuru ve sükûnu tesis etmek bize her açıdan faydalıdır. Bunu tesis ederken olmazsa olmaz şartlarımızdan biri aile fertlerine iyi davranmak ve onlara saygı göstermektir.

Hz. İbni Mesud’dan (ra) rivayet edilen bir hadisi şerifte şöyle buyruluyor. “Kıyamet günü ümmetimden bir adam hesaba çekilmek üzere huzura getirilir. Ancak kendisinin Cenneti hak edecek kadar bir sevabı bulunmaz Allah(cc) buyurur ki: Onu cennete sokun. Çünkü bu insan, aile fertlerine karşı çok merhametli idi.”

Dinimizde ve toplumumuzda bu kadar kıymet verilen aile kurumu maalesef çatırdamaktadır. Bireyselleşmenin sosyalleşmenin önüne geçtiği günümüzde “ben”leri bir çatı altında eriterek “biz” yapmayı beceremeyen eşlerin oluşturduğu aile kurumlarından çatırtı sesleri gelmektedir.

Bizi biz yapan ve batı toplumundan en bariz farkımız olan “sağlam aile kurumumuz” derin yaralar alıyor. Eğer bu gidişe bir son vermez ve yeniden “aile olmanın şuurunu” idrak edemezsek, bizi de batıvari parçalanmış aileler ve her türlü maddi refahı olmasına rağmen mutsuz bir toplum bekliyor.  Günümüz de aile kurumu sağlam olmayan ülkelerin toplumsal cinnet” yaşadıklarına şahit oluyoruz.

Yeniden güçlü ve lider ülke olmanın yolu bireyselleşerek güçlenmek değil, sosyalleşerek güçlenmekten geçiyor. Sosyalleşmenin temelini de sağlam aile oluşturuyor. Aile kurumunun sağlamlığı için aktörlerin yani karı-kocanın ilişkilerinin sağlam olması şart. Kadın ve erkeği bir birinden ayıran her zihniyet aile kurumuna zarar veriyor. Çünkü insan varlıklar içerisinde özgün ve seçkin bir kategoridir. Peki, “insan” olmakla yetinmeyip, kişinin seçiminde kendi dâhilinin bulunmadığı “kadın”lığını ya da “erkek”liğini öne çıkarması, hangi psiko-patolojik yaklaşımın ürünüdür? İnsan haklarından söz edilen bir yerde, ayrıca bir de kadın haklarından söz ediliyorsa, ortada kadına “Kandıralı”  muamelesi yapılıyor demektir. Malum fıkra; “Bölük dur! Kandıralı sen de dur!”

Bu anlamda modernite, tüm iddialarına rağmen, kadının var oluşuna “insani” anlamda hiçbir şey evet hiç bir şey eklememiştir; aksine kadını insanlığından ederek “metalaştırmış” onu kelimenin tam anlamıyla istismar etmiş, ruhunu öldürdüğü kadının bedenini de her anlamda “tepe tepe” kullanmış ve kullanmaya da devam etmektedir.

Evet, modernite bu anlamda genelde insana, özelde kadına zulmetmiştir. Nasıl ki, insanın insaniliğine kast ederek onu toplum makinesinin bir cıvatası (birey)  konumuna indirgemişse, kadını da kadınlığına kast ederek onu cinsel bir objeye indirgemiştir. Bu anlamda teşhircilik modern kadının çözmesi gereken en önemli problemlerden biridir.

Son yarım asırda sesleri daha çok çıkan eşitlik çığırtkanlarının seslerinin daha çok çıkmasına bakmayın siz! Onların esas amacı kadın erkek eşitliğinden çok, kadını daha çok nasıl meta olarak pazarlayacaklarıdır. Kulağa hoş gibi gelen bu söylemlerin ardında buram buram “kadın istismarı” kokmaktadır. Eşitlikte her zaman adalet olmadığı ama adalette her zaman eşitlik olduğunu savunanlardanım. Ayrıca kadın erkek eşitliğinin fonksiyonel eşitlikten çok insanlık ve erdem eşitliği olması gerekir.

Yani bu eşitliği “aynılık”, “tıpkılık” anlamına almanın başta kadın’ın kendisine zulüm olacağını düşünenlerdenim. Bunu bir örnekle izah etmek gerekirse; her iki cinsin bir birine göre konumunu bir çift ayakkabıya benzetebiliriz. Sol ayakkabıyla sağ ayakkabı mahiyet açısından birbirine eşittir; fakat sağı sola, solu sağa giyemezsiniz. Bu hem ayağa hem de ayakkabıya “zulüm” olur. Çünkü işlevsel açıdan aynı değildirler.

İnsanın seçiminde müdahil olamadığı, özelliklerine göre ayrıcalıklı kılınması doğru bir yaklaşım değildir. Ayrıca doğuştan gelen fonksiyonları göz önünde bulundurmadan aynı kefeye koymak abesle iştigaldir.

Bir futbol takımında görev yapan defans oyuncusuyla, bir hücum oyuncusunun nasıl ki hangisi o takımda daha önemli ve hangisi daha üstün diye sorgulanamayacağı gibi.

İşte bu anlamda aile olmak:

Bireyin şahsiyetini muhafaza ederek “biz” olmayı becerebilmesi,

Bir birlerinde “eksik olan parçaları” tamamlayabilmesi,

Hayat denen uzun ve zorlu yolculukta “yaren” olabilmesidir.

Bilindiği gibi insanlar evlenirken yüzük takarlar. Ve evlilik nişanesi olarak bunu parmaklarında taşırlar. Bu yüzük takma âdeti çok eskilere dayanır. Bunun ardında eski Mısırlıların halka şeklindeki cisimlerin sonsuzluğu simgelediğine dair inançlar vardır. Bu sebeple çeşitli halka şeklindeki eşyaları ve süsleri kullanırlardı. İşte bu adet gele gele evliliklerin hiç bozulmaması temennisinden olsa gerek, evlilik yüzüğü olarak takılır olmuş. Bizlerde Mısırlılardan kalan âdetin simgelediği temenninin gerçekleşmesini diliyoruz. Toplumumuzda takılan her bir alyansın zincirin en kuvvetli halkası olmasını ve bu toplumun temeline konulan en sağlam tuğla olmasını diliyoruz. Fakat bu temennilerimizin toplumda şu an için karşılığını bulduğun söylememiz zor.

Her aile zaman zaman sıkıntılar yaşar. Bu yaşanan sıkıntılar evliliğin doğası gereğidir. Atletizme meraklı olanlar özellikle de maraton koşularına ilgileri olanlar bilirler, 40 km lik bir maraton koşusunun en zorlu etabı 26. km dir. Yani maratonun kırılma anıdır 26. kilometre. Genelde maratoncular 26. km yi geçerlerse maratonu daha rahat bitirebiliyorlarmış. Her evliliğin de bir 26. km si vardır. Bu zorlu etap kiminde 3. yıl, kiminde 5. yıl kiminde de daha farklı bir zamana tekabül eder. Evliliklerin 26. km si eşlere ve kurdukları yuvalara göre değişmekle birlikte, her evlilikte illaki bir 26. km yani bir kırılma anı vardır. Kimi eşler bu etapta takılır ve evlilikleri boşanma ile neticelenir, kimileri de bu zorlu etabı birbirlerine olan muhabbetlerini güçlendirerek aşarlar. Bu etabın özelliklerini bilmek ve ona göre hazırlanmak evliliğinizi korumak için gereklidir.

Siz evliliğinizi korumak için ne gibi önlemler aldınız?

Yoksa siz de büyük çoğunluğun yaptığı gibi bize bir şey olmaz diyenlerden misiniz?

Sahi siz evliliğinizin kaçıncı kilometresindesiniz?

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Evliliğinizin Kaçıncı Kilometresindesiniz Kitabından Alıntıdır…

Sende yorum yazabilirsin

%d blogcu bunu beğendi: